Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:
Esas Sayısı:
2012/65
Karar Sayısı:
2012/128
Karar Günü:
20.9.2012
İPTAL DAVASINI AÇAN : Türkiye Büyük
Millet Meclisi Üyeleri Kemal
KILIÇDAROĞLU, Mehmet Akif HAMZAÇEBİ, Emine Ülker TARHAN ve Muharrem İNCE
ile birlikte 121 milletvekili
İPTAL DAVASININ KONUSU : 30.3.2012
günlü, 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
1- 1. maddesiyle değiştirilen 5.1.1961 günlü, 222
sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun 3. maddesinin,
2- 2. maddesiyle değiştirilen 222 sayılı Kanun’un 7.
maddesinin,
3- 3. maddesiyle değiştirilen 222 sayılı Kanun’un 9.
maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinin,
4- 7. maddesiyle değiştirilen 14.6.1973 günlü, 1739
sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun 22. maddesinin,
5- 8. maddesiyle değiştirilen 1739 sayılı Kanun’un
24. maddesinin son cümlesinin,
6- 9. maddesiyle değiştirilen 1739 sayılı Kanun’un
25. maddesinin mülga birinci fıkrasının,
7- 12. maddesiyle 5.6.1986 günlü, 3308 sayılı Mesleki
Eğitim Kanunu’nun 18. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresinin
madde metninden çıkarılmasına ilişkin hükmün,
8- 13. maddesiyle 16.8.1997 günlü, 4306 sayılı
Kanun’un geçici 1. maddesinin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinin (c) alt
bendinde yer alan “sekiz yıllık
kesintisiz ilköğretim” ibaresinin “ilköğretim
ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmesi ve maddede yer alan “sekiz yıllık kesintisiz”
ibarelerinin madde metninden çıkartılmasına ilişkin hükmün,
9- 14. maddesiyle değiştirilen 4.11.1981 günlü, 2547
sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesinin;
a- (a), (b),
(c), (d), (e) bentlerinin,
b- (f) bendinin birinci cümlesinde yer alan “… ile ortaöğretimin tamamını yurt
dışında tamamlayan öğrencilerin …” ibaresinin,
10- 16. maddesiyle 2547 sayılı Kanun’a eklenen Geçici
Madde 61’in,
11- 24. maddesiyle 4.1.2002 günlü, 4734 sayılı Kamu
İhale Kanunu’na eklenen Geçici Madde 13’ün,
12- 25. maddesiyle 10.12.2003 günlü, 5018 sayılı Kamu
Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na eklenen Geçici Madde 20’nin,
Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 7., 11., 14.,
17., 24., 27., 41., 42., 65., 87., 90., 130., 131., 153., 161., 163., 166.
ve 174. maddelerine aykırılığı
ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin durdurulmasına karar
verilmesi istemidir.
I- İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI
İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ
Yürürlüğün durdurulması istemini de içeren 8.6.2012
günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir:
“…
III. GEREKÇE
Bir ülkenin
eğitim sisteminde köklü değişiklikler öngören yasal düzenlemelerin,
akşamdan sabaha ani kararlar ve tarihte yaşanmışlıklar ile hala yaşanıyor
olanlara körleştiren ideolojik saplantılarla değil, uzun araştırma ve incelemeler
ile çok yönlü ve kapsamlı tartışmalardan sonra sorun odakları ile çözüm
yollarının tüm tarafların katılımının sağlandığı katılımcı süreçler
işletilerek belirlenmesi ve pilot uygulama sonuçları değerlendirilerek
yapılması gerekeceğinde hiçbir kuşku bulunmamaktadır.
6287 sayılı Kanun ile yürürlükten
kaldırılan 8 yıllık kesintisiz
zorunlu ilköğretim bu süreçlerden geçerek 16.08.1997 tarihli ve 4306 sayılı
Kanunla yasalaştırılmıştır.
8 yıllık
zorunlu eğitim 1946 yılına uzanan 66 yıllık tarihi bir geçmişe sahiptir ve
Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçtiği 1946 yılından bu yana bir
Cumhuriyet projesidir.
05.01.1961
tarihli ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Temel Kanununun 3 üncü
maddesinde, “Mecburi ilköğretim çağı, çocuğun altı yaşını bitirdiği yılın
Eylül ayında başlar, 14 yaşını bitirip 15 yaşına girdiği yılın öğretim yılı
sonunda biter.” denilirken; 6 ncı maddesi “İlkokulun öğretim süresi en az
beş yıldır.” şeklinde düzenlenerek, ilköğretimin süresinin beş yılın
üzerine çıkarılabileceği ve 7-14 yaş arasındaki sekiz yılı kapsadığı daha
1961 yılında yasalaştırılmıştır.
14.06.1973
tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 22 nci maddesinde,
temel eğitimin 7-14 yaşlarındaki çocukların eğitimini kapsayacağı
yinelendikten sonra, 24 üncü maddesinde, “Temel eğitim okulları beş yıllık
birinci kademe ile üç yıllık ikinci kademe eğitim kurumlarından meydana gelir.”
hükmüne yer verilmiştir. Bu bağlamda, 1739 sayılı Kanunun 24 üncü maddesine
göre, “temel eğitim” ancak sekiz yılda tamamlanabilecek ve ancak sekiz
yılın sonunda temel eğitim diploması verilecektir.
Öte yandan,
1739 sayılı Kanunun 25 inci maddesinde, “Temel eğitim kurumlarının birinci
ve ikinci kademeleri, bağımsız okullar halinde kurulabileceği gibi, imkân
ve şartlara göre birlikte de kurulabilir. Nüfusu az ve dağınık olan
yerlerde, köyler gruplaştırılarak merkezi durumda olan köylerde temel
eğitim bölge okulları ve bunlara bağlı pansiyonlar, gruplaştırmanın mümkün
olmadığı yerlerde temel eğitim yatılı bölge okulları kurulur.” ilkelerine
yer verilir iken; ortaöğretimin düzenlendiği 26 ncı maddesi ise,
“Ortaöğretim, temel eğitime dayalı, en az üç yıllık öğrenim veren genel,
mesleki ve teknik öğretim kurumlarının tümünü kapsar.” şeklinde hüküm
altına alınmıştır.
Nitekim,
sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim, 1971-1972 eğitim-öğretim yılında Yatılı
İlköğretim Bölge Okullarında başlatılmış; IX. Milli Eğitim Şurasında (24
Haziran-4 Temmuz 1974), “Sekiz yıllık okul programı denemesi sürdürülecektir.”
kararına dayanılarak uygulamanın başarılı olduğunun değerlendirme
araştırmalarıyla saptanması sonucunda, 1976 yılında, tüm Yatılı İlköğretim
Bölge Okullarında sekiz yıllık Temel Eğitim Modeli’nin uygulamasına
geçilmiştir.
Milli
Eğitim Bakanı Hasan Sağlam’ın başkanlığında (23-26 Haziran 1981) toplanan
X. Milli Eğitim Şurası’nın 15 inci maddesinde, “Temel eğitime giriş yaşının
7’den 6’ya indirilmesi ve zorunlu eğitimin 5 yıldan temel eğitimin tümünü
kapsayacak biçimde 8 yıla çıkarılması.” kararı alınmıştır.
Merhum
Turgut Özal’ın Başbakanlığındaki 48. Cumhuriyet Hükümetinin Milli Eğitim
Bakanı olan Sayın Hasan Celal Güzel (21 Aralık 1987-30 Mart 1989)’in
döneminde, 18-22 Haziran 1988 tarihleri arasında toplanan XII nci Millî
Eğitim Şurası’nda ilköğretime ilişkin olarak;
“Karar 4-
Sekiz yıllık mecburi öğretime geçişin, bir program ve sistem bütünlüğü
içinde uygulanması, VI. Plan döneminin sonuna kadar tedricen yaygınlaştırılması.”
“Karar 5- Mevcut ortaokulların, ilköğretimle bütünleştirilmesi.”
“Karar 11-
Sekiz yıllık ilköğretimin ortak ve aynı bir öğretim programına
kavuşturulması; mevcut ilkokul, ortaokul farklılığının ortadan
kaldırılması.”Kararları alınarak, 8 yıllık kesintisiz ilköğretim, 1988
yılında Milli Eğitim Şurası kararları arasında yerini almıştır.
Sayın Prof.
Dr. Tansu Çiller’in Başbakanlığındaki 50. Cumhuriyet Hükümetinin (24 Ekim
1993-05 Ekim 1995) Milli Eğitim Bakanı Sayın Nevzat Ayaz tarafından sunulan
Milli Eğitim Bakanlığı 1994 Bütçe Raporunda, “1993-1994 öğrenim yılında 635
ilköğretim okulu, 3 yatılı ilköğretim bölge okulu açılmış, 600 ilkokul ile
161 ortaokul ilköğretim okuluna dönüştürülmüştür.” ifadelerine yer
verilerek 8 yıllık zorunlu ilköğretimin altyapısını oluşturmak (tek binada
verilmesini sağlamak) üzere 1993-1994 eğitim-öğretim yılında 635’i
ilköğretim ve 3’ü yatılı ilköğretim bölge okulu olmak üzere toplam 138 yeni
okul binasının hizmete açıldığı ve aynı dönemde 600 ilkokul ile 161 ortaokulun
ilköğretim okuluna dönüştürüldüğü belirtilmiştir. Aynı Rapor’da 119’u
yatılı ilköğretim bölge okulu, 4149’u ilköğretim okulu olmak üzere toplam
4.268 okulda 2.752.202 öğrencinin eğitim-öğretim gördüğü bilgisi yer
almıştır.
Yine, Milli
Eğitim Bakanı Sayın Nevzat Ayaz tarafından TBMM’ne 20 Aralık 1994 tarihinde
sunulan 1995 Yılı Bütçe Raporunda, “8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına
geçebilmek için yoğun bir çalışma başlatarak alt yapının hazırlanması
amacıyla ilköğretim okullarının yaygınlaştırılmasına önem ve öncelik
verdik. Bu öğrenim yılında 260 ilköğretim okulu ile 6 yatılı ilköğretim
bölge okulunu öğretime açtık. 397 ilkokul ile 118 ortaokulu da ilköğretim
okuluna dönüştürdük.” denilerek sekiz yıllık zorunlu ilköğretimin aynı
binalarda verilmesine ilişkin hazırlıkların kesintisiz devam ettiği
belirtilmiştir.
Sayın Tansu
Çiller’in Başbakanlığındaki 50. Cumhuriyet Hükümeti tarafından hazırlanan
ve TBMM’nin 18.07.1995 tarih ve 374 Nolu Kararı ile onaylanan Yedinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000)’nın “1. EĞİTİM REFORMU” bölümünün “(b)
Amaçlar, İlkeler ve Politikalar” başlığı altında aynen, “Bu Plan döneminde
okul öncesi eğitim tedricen yaygınlaştırılacak, AB ülkelerinde asgari norm
olan 9 yıllık zorunlu eğitim, bu aşamada ülkemizin tüm bölgelerinde, eğitim
birliği yasası çerçevesinde 8 yıllık zorunlu temel eğitim olarak uygulamaya
geçilecek ve yükseköğretime girişte yığılmaları önlemek için ortaöğretimde
yeni bir yapılanmaya gidilecektir.” denilmiştir.
Sayın Tansu
Çiller’in Başbakanlığındaki 53. Cumhuriyet Hükümeti döneminde toplanan XV.
Milli Eğitim Şurası (13-17 Mayıs 1996) Kararlarının “İlköğretim ve
Yönlendirme” başlığı altında, “2- Yakın bir gelecekte 5-6 yaş okul öncesi
eğitim ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim kesintisiz 8 yıllık zorunlu
eğitim olarak uygulanmalı, 8 yıl sonunda tek tip diploma verilmeli, 9.
sınıf liseye ya da mesleki eğitime yönlendirme yılı olmalı, böylece
ilköğretimde zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır. Çocukluğun tam
yaşandığı, çocukların kendilerini, ailelerin de çocuklarını tanıdığı bu
dönemde bulunanlar çırak yapılmamalıdır. Uzun vadede zorunlu eğitim 18
yaşını kapsayacak şekilde düzenlenmelidir.” kararı alınmıştır.
Öte yandan,
Sayın Tansu Çiller’in Başbakanlığındaki 51. (5 Ekim 1995-30 Ekim 1995) ve
52. (30 Ekim 1995-6 Mart 1996) ile Sayın Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığındaki
53. (6 Mart 1996-28 Haziran 1996) Cumhuriyet Hükümetlerinde Milli Eğitim
Bakanlığı yapan Sayın Turhan Tayan’ın Milli Eğitim Bakanlığı 1996 Yılı
Bütçe Raporunun Sunuş’unda, “8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına
geçebilmek için yoğun bir çalışma başlatılmış, zorunlu eğitimin 8 yıla
çıkarılmasını öngören kanun tasarıları hazırlanmıştır.” açıklaması yer
almıştır.
Bu
bağlamda, 28 Şubat 1997 tarihinde alınan Milli Güvenlik Kurulu Kararlarının
esamisinin okunmadığı bir zamanda, 8 yıllık zorunlu ve kesintisiz
ilköğretime ilişkin yasa tasarıları dahi hazırlanmış bulunmaktadır.
Merhum
Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığındaki 54. Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetinde (28 Haziran 1996-30 Haziran 1997) Milli Eğitim Bakanlığı yapan
Sayın Prof. Dr. Mehmet Sağlam, TBMM’ye sunduğu 1997 Bütçe Raporunun sunuş
konuşmasında, “ilköğretimde öğrenim programları ile ders kitaplarını 8
yıllık bütünlük içerisinde soyut, gereksiz ve geçersiz bilgilerden
arındırarak bilime, çağa ve ülkemiz ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemek”ten
söz etmiş; Rapor’da ise, bir yandan “Zorunlu eğitim süresinin 2000 yılına
kadar 8, ondan sonra 11 yıla çıkarılması, eğitimde en öncelikli konudur. Bu
amaçla 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile 222 sayılı İlköğretim ve
Eğitim Kanununda değişiklik öngören Kanun Tasarıları hazırlanmıştır.”
şeklinde bir önceki yıl Raporundaki ifadeler yinelenirken; diğer yandan “8
yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçebilmek için yoğun bir çalışma
başlatılmış ve alt yapının hazırlanması amacıyla ilköğretim okullarının
yaygınlaştırılmasına önem ve öncelik verilmiştir.” denilmiştir.
Refah
Partisi ile Doğruyol Partisi koalisyonundan oluşan ve Refah-Yol olarak
isimlendirilen 54. Cumhuriyet Hükümetinin hazırlanmış olan tasarıyı
yasalaştıramadan 30 Haziran 1997 tarihinde istifa etmesi üzerine, Anavatan
Partisi, Demokratik Sol Parti ve Demokrat Türkiye Partisinin koalisyon
yaparak Sayın Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan 55. Cumhuriyet
Hükümeti döneminde ise, 1946 yılından bu yana hedeflenen ve resmi
dokümanlardaki seyrine yukarıda yer verilen 8 yıllık kesintisiz zorunlu
ilköğretime 16.08.1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunla geçilmiştir.
Oysa, 8 yıllık kesintisiz zorunlu
ilköğretime son veren yasal düzenlemeyi Siyasal iktidar kanun tasarısı yoluyla değil, kanun teklifi yoluyla
getirerek, asgari katılımın sağlanması ve taraf kurumların görüşlerinin
alınmasını dahi engellemeyi tercih etmiştir.
Türkiye’nin
akademik ve bilimsel yeterliliği ile yetkinliğinden kuşku duyulmayan köklü
üniversitelerinin eğitim fakülteleri, her türlü baskı, ötekileştirme ve
sindirmeye maruz kalma riskine rağmen, mesleki sorumlulukları ile akademik
ve bilimsel tarafsızlığın asgari gerekleri doğrultusunda, Adalet ve
Kalkınma Partili 5 Milletvekilinin verdiği Kanun Teklifi hakkında kamuoyuna
ve ilgili makamlara görüş bildirmişlerdir.
Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Fakülte Kurulu tarafından yapılan
açıklamada özetle; “Önerilen 4+4+4 modeli eğitim hakkına erişimi
engellemektedir. (…) Kanun teklifi, 8 yıllık temel eğitimi fiilen 4 yıla
indirerek kız çocuklarının, yoksul çocukların, köy çocuklarının ve engelli
çocukların üst öğrenime devam etme olanaklarını ortadan kaldırmaktadır.
Tasarı, çocuk işçiliğini, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılığı,
sınıfsal ayrışmayı, köy-kent kutuplaşmasını teşvik etmekte, çocukların
toplumsallaşarak bütünsel ve çok yönlü gelişiminin önünü kapamaktadır. (…)
Zorunlu ilköğretime başlama yaşının 1 yıl erkene alınması ve bunun sonucu
olarak okulöncesi eğitimin zorunlu eğitim dışına çıkarılması çocuğun
gelişim ve eğitimine ilişkin bilimsel verilere uygun değildir. Bu yaş
çocuklarının çoğu öz bakım gereksinimlerini bile kendileri
karşılayabilecek, temel eğitime hazır olmalarını sağlayan fiziksel ve
zihinsel gelişimi gösterecek düzeyde olmayabilir. Daha önce denenmiş ve
sakıncaları nedeniyle vazgeçilmiş olan bu yaklaşımın yeniden gündeme
getirilmesi uygun değildir. Okul öncesi eğitime verilen önem ve sağlanan
gelişmeler göz ardı edilmeyerek okul öncesi eğitim (60-72 ay) zorunlu temel
eğitim kapsamında ele alınmalı, ancak 72 ayını tamamlamış çocuklar
ilköğretime başlamalıdır. Mesleki yöneltmenin erkene alınması sakıncalıdır.
Çocukların yetenek, ilgi, özellik ve değerlerini tanıyarak yaşam hedefleri
ve beklentilerinin belirgin ve tutarlı hale gelmesi ancak ergenlik
döneminin sonunda gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle erken tercih
sakıncalıdır. (…) Önerilen sistem mevcut öğretmen yetiştirme koşullarına
uygun değildir. Mevcut öğretmen yetiştirme sistemi içinde okul öncesi
dönem, 1-5. sınıflar, 6-8. sınıflar, 9-12. sınıfların öğretmenleri farklı
bölümlerde ve farklı pedagojik ilkelerle yetiştirilmektedir. (…) Her yaş
grubunun özellikleri farklı pedagojik ilkeleri gerektirmektedir. İlk dört
sınıfın öğretmeninin hem okul öncesi hem sınıf öğretmeni olarak görev
yapması sakıncalıdır.”
Boğaziçi
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Görüşünde özetle; “… Okulöncesi eğitimin tüm
çağ nüfusuna zorunlu olarak iletilmemesi, okullaşma süreçlerine hazırlık
açısından alt sosyo-ekonomik düzeyden gelen çocuklar aleyhine, onarılması
güç eşitsizlikler oluşturacaktır. Yeni taslakta 1 inci sınıf yaşı bir yıl
öne alınmaktadır. Böylece, 60-72 ay çocukları, okulöncesi eğitime değil, 1
inci sınıfa alınacaktır. Bu uygulama pedagojik açıdan sakıncalıdır. Bu yaş
çocukları, daha somut işlemler dönemine geçmediği için 1 inci sınıf
becerileri arasında bulunan okuma-yazma, basit sayısal değerlendirme ve
işlemleri yapabilecek bilişsel düzeyde değildir. Müfredatı değiştirmek ise
1 inci sınıfta etkinlikle verebileceğimiz bu becerileri bir yıl erteleme
durumunu yaratacak ve ilköğretimin 1 inci sınıfına ait olmayan becerileri
bu sınıfa taşıyacaktır. O zaman, içerik açısından model 1+3+4+4 haline
gelecektir. Böyle bir sistem oluşumu, bilimsel açıdan sakıncalı olduğu gibi
aynı zamanda hiçbir ülkede bulunmayan anlaşılmaz bir bölünmeyi oluşturacaktır.
Önerilen 4+4+4 modelinin ilk kademesi olan 4 yıllık eğitim kavramı hiçbir
bilimsel temele dayanmamaktadır. Bilimsel araştırmalara göre çağ nüfusu
bilişsel gelişim açısından ayrıştırıldığında, 7-11 yaş somut işlemler, 12
yaş üstü ise soyut işlemler dönemi olarak belirlenmiştir. Dördüncü
sınıftaki bir çocuğun, somut işlemler döneminin tam ortasındayken
ilköğretimin ikinci kademesine geçmesi, bilimsel veriler ve bulgulara ters
düşmektedir. İlköğretim eğer iki aşamaya bölünecekse, bunun bilimsel
veriler ışığında yapılması ve ülkemizin daha önceki deneyimlerinin üzerine
inşa edilmesi kuvvetle önerilmektedir…”
Hacettepe
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Fakülte Kurulu Görüşünde özetle; “…
ilköğretime başlama yaşı bir yıl öne (beş yaş = 60 ay) alınmakta ve okul
öncesi eğitime vurgu yapılmamaktadır. (…) Yurtiçi ve yurtdışında yapılan
bilimsel çalışmaların sonuçları, okul öncesi eğitim almış çocukların, bu
eğitimi almamış akranlarına kıyasla hem ilköğretime daha iyi uyum
sağladıklarını hem de üst öğrenim basamaklarında daha başarılı olduklarını
göstermektedir. Dolayısıyla, genel olarak Dünyadaki birçok ülkede en az 72
aylık çocukların ilköğretime başlatılmaları ve ilköğretim öncesinde okul
öncesi eğitim uygulamaları bir tesadüf değildir. Kaldı ki; 1983-1985
eğitim-öğretim yıllarında beş yaş çocuklarının ilköğretime alınmalarının
denendiği ve bu uygulamanın başarısızlıkla sonuçlandığı da bilinmektedir.
(…) Ayrıca, bu uygulama, birinci sınıfta 60 ve 72 aylık çocukların aynı
sınıfta eğitilmelerini de gerektirecektir. Oysa 60 ve 72 aylık çocuklar
zihinsel, bedensel, sosyal-duygusal ve kişilik özellikleri bakımından
birbirinden oldukça farklıdır ve çocuğun, bütün yönleriyle hızla gelişmekte
olduğu çocukluk yıllarında, çocuklar arasındaki üç ay gibi bir süre bile
çok önemli bir farklılık olarak görülmektedir. (…) temel eğitim, iyi bir
yurttaş yetiştirme, bireylere yurttaşlık kültürü kazandırma sürecidir. Bu
nedenle, temel eğitim kesintili olamaz, tüm bireyler için ortak olmalı ve
örgün eğitim kurumlarında gerçekleştirilmelidir. Önerilen kesintili 4+4+4
eğitim sürecinde, ilköğretimin ikinci kademesinde okul türlerinin
çeşitlenmesi birinci kademeden sonra bir seçme ve yerleştirme sınavının da
yapılacağı anlamına gelmektedir. Böylece çocuklarımız sınav kaygısını daha
erken yaşlarda yaşayacaklar ve bu sınava hazırlanmak için dershanelerle
daha erken tanışacaklardır (…) küçük yaştakilerin üst sınıflardaki
öğrencilerin olumsuz davranışlarına maruz kalmalarını önlemek amacıyla, tüm
bireyler için ortak, zorunlu ve kesintisiz eğitim sistemi içinde,
ilköğretim 1.- 5. Sınıflar ile 6.-8. Sınıflar eğitimlerini farklı
mekanlarda sürdürebilir. …”
ODTÜ Eğitim
Fakültesi Görüşünde kısaca; “5 yaş grubu için okul öncesi eğitim zorunlu
eğitim kapsamına alınmalıdır. Okul öncesi eğitim, ülkemizdeki sosyoekonomik
eşitsizlik ve farklılıkların azaltılması, özellikle düşük sosyoekonomik
çevrelerden gelen çocukların okulda daha fazla kalmasının sağlanması ve
okuldaki başarısının arttırılması, yükseköğretime devam etmesi ve iş
yaşamlarında daha etkili ve verimli olmaları için gereklidir. Beyin araştırmaları,
okul öncesi eğitimin çocukların beyin kapasitelerini geliştirdiğini,
çocukların duygusal, zihinsel, motor ve dil gelişimlerine önemli katkı
sağladığını, çocukların ilköğretime daha kolay uyum sağlayarak ileriki
eğitim aşamalarında daha başarılı olmalarına yardımcı olduğunu
göstermektedir. (…) İlköğretime başlama yaşı 6 yaş (72 ay) olmalıdır. (…)
Çocukta hafızayı öğrenme amacıyla etkili kullanma, mantıklı düşünme, yorum,
bir işi başından sonuna gerçekleştirebilme yetileri altı yıldan sonra
gerçekleşir. Altı yaş öncesi çocuğun beynindeki bilişsel yapılar okul temelli
akademik öğrenme için henüz gelişmiş değildir. Altı yaş öncesi dönemde
dikkat süresi kısa olduğu için okullardaki 40 dakikalık derslerde bu
çocukların oturmaları ve dikkatlerini derse vermeleri mümkün değildir. Bu
nedenle çocukların dikkat dağınıklığı, disiplinsizlik, dinleme bozukluğu
gibi etiketlendirmelere maruz kalmaları ve bu durumun sonraki eğitim
yaşantılarını derinden etkilemesi olasıdır. İlköğretime başlama yaşının
belirlenmesi konusunda çocuğun zihinsel gelişimi yanında fiziksel, sosyal
ve psikolojik gelişimini de dikkate almak gerekir. (…) 6 yaş öncesi çocukların
okumayı öğrenmeleri, bu çocukların ilköğretime başlamak için yeterli
zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olgunluğa ulaştığı anlamına
gelmez. Literatür erken yaşta ilköğretime başlayan çocukların ilk yıllarda
olmasa bile 4. ve 5. sınıftan itibaren akademik gelişme açısında sorunlar
yaşadığını ortaya koymaktadır. Dünyadaki ülkelerin büyük çoğunluğunda
çocuklar ilköğretime 6 yaşında başlamaktadır. İskandinav ülkelerinde
çocuklar 7 yaşında (84 ay) ilköğretime başlarlar ve eğitimde aldıkları
başarılı sonuçlar ortadadır. (…) Sonuç olarak, ülkemizde ilköğretime
başlama yaşı 6 (72 ay) olarak yıllardır uygulanmaktadır ve bununla ilgili
bir sorun yaşandığı konusunda bilimsel veriler yoktur. Bu nedenle okula
başlama yaşının 6 olarak devam etmesi önerilmektedir. İlköğretimin ilk
kademesi en az 5 yıl olarak düzenlenmelidir. Kanun teklifinde 8 yıllık
kesintisiz zorunlu eğitim 4 yıllık iki kademeye ayrılmaktadır. İlk
kademenin neden 4 yıl olduğuna ilişkin teklifte bir gerekçe yer
almamaktadır. Bu sürenin 4 yılla sınırlandırılmasının bilimsel bir temeli
olmadığı gibi, gelişmiş ülkelerde de görülen yaygın bir uygulama değildir.
Birçok ülkede ilköğretimin kademelendirilmesinde 5+3, 6+2, 6+3 modelleri
kullanılmaktadır. Bu tür bir kademelendirme gelişimle ilgili bilimsel
ilkelere de aykırıdır. Gelişimle ilgili bilimsel veriler çocukların somut
işlem dönemini 6-11 yaş olarak ortaya koymaktadır. 12 yaştan itibaren
çocuklar soyut işlem dönemine geçtikleri için öğrendikleri kavramların ve
becerilerin düzeyinde bir farklılık olması doğaldır. 4+4 modelinin ilk
kademesi çocukların somut işlem döneminin ortasına denk gelmektedir. Bu
modele bir de zorunlu eğitime başlama yaşının 5’e alınması teklifi
eklendiği zaman çocukların gelişimsel olarak bir dönemi tamamlayamadan ilk
kademeden mezun olmaları (9 ya da 10 yaşında) ve daha soyut ve üst düzey
eğitim vermeyi amaçlayan ikinci kademeye gitmeleri anlamına gelecektir…”
Ege
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Görüşünde; “… İlgili kanun teklifi; “Temel
eğitimi, -dünyadaki örneklerin aksine- 4+4+4 şeklinde, program ve okul
türleri açısından farklı öğretim programlarına dayalı olarak yapılandırmaktadır.
İlgileri ve yetenekleri henüz ayrışmamış, somut işlemler dönemini
tamamlamamış, mesleklere yönelik tutum ve ilgileri gelişmemiş olan
öğrencileri dördüncü sınıfın sonunda yönlendirmektedir…”
denilmektedir.
Eğitim, bir
ülkenin veya bir toplumun geleceğini belirleyen, yarınlarına yön veren,
adeta kaderini tayin eden en önemli etmendir. Bunun için bilimsel esaslara
dayanması gerekir.
Türkiye’nin
köklü ve saygın üniversitelerinin eğitim fakülteleri ise yukarıda yer
verildiği üzere çekincelerini dile getirmişlerdir.
6287 sayılı
Kanunla 222, 1739 ve 4306 sayılı Kanunlarda yapılan değişikliklerle,
zorunlu temel eğitimi 6 yaşın tamamlanmasından (72-84 ay arası), 5 yaşın
tamamlanmasına (60-72 ay arası) çeken; kesintisiz sekiz yıl süren zorunlu
temel eğitimi, 4 yıl ilkokul ve 4 yıl ortaokul şeklinde iki kademeli hale
getirerek, ilkokulu bitirme ve ortaokula başlama yaşını 11-12’den 9-10 yaşa
çekip, somut işlem çağının ortasında olan çocukları temel eğitimin ikinci
kademesine atlatarak mesleki yönlendirmenin yanında soyut bilgilerle karşı
karşıya bırakan düzenlemelerin çağdaş bilim ve eğitim esaslarına uygun
olmadığını bilimsel gerekleri ve gerekçeleriyle birlikte tüm açıklığı
içinde ortaya koymuşlardır.
Türkiye’deki
hiçbir üniversite, hiçbir eğitim fakültesi, hiçbir eğitim bilimci, hiçbir
eğitim psikoloğu, hiçbir eğitim sosyoloğu, hiçbir pedagog, hiçbir çocuk
gelişimcisi yapılan düzenlemelerin, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına uygun
olduğuna yönelik hiçbir açıklama yapmamış; hiçbir bilim insanı yapılanların
yanında yer almamıştır. Bütün bu bilimsel verilere rağmen toplumsal
mutabakat sağlanmadan üstelik bir teklifle getirilen dayatma ile tüm eğitim
sisteminin değiştirilmesi saklı bir amaca işaret etmektedir.
Bu açıklamalardan sonra;
1) 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilen 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim
Kanununun 3 üncü maddesi ile yine 30.03.2012 tarihli 6287 Sayılı İlköğretim
ve Eğitim Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 7
nci maddesi ile değiştirilen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 22
nci maddesinin Anayasaya aykırılığı:
Pedagojik açıdan beş yaşını bitirmiş bir çocuğun bilişsel ve
fiziksel gelişimi, ilköğretimin gereklerini henüz karşılamaktan oldukça
uzaktır. Ayrıca dünyadaki birçok gelişmiş ülkede en az 72 aylık çocukların
ilköğretime başlatılmaları ve ilköğretim öncesinde de, zorunlu okul öncesi
eğitime tabi tutulmaları bir tesadüf değildir.
Tüm bilimsel çalışmalarca da ispatlandığı üzere; okul öncesi eğitim
almış çocukların, bu eğitimi almamış yaşıtlarına kıyasla, hem sosyal hem de
okul hayatlarında, daha başarılı oldukları herkesçe kabul edildiği halde,
bu gerçeği yadsıyarak okul öncesi eğitimi zorunlu olmaktan çıkarmak hiçbir
bilimsel eğitim reformuyla açıklanamaz. Çocukların okul öncesi eğitim
almaları gereken bir yaşta, ilköğretime başlamalarını öngören bu yasa her
şeyden evvel Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesine istinaden Anayasanın
90 ıncı maddesine tamamen aykırıdır.
Tüm gelişmiş ülkelerce okul öncesi eğitimin çocukların diğer
kademelerdeki başarısı için çok temel bir süreç olduğu artık hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak şekilde kabul edilmişken, ülkemizde halen 5 yaşını
bitirmiş çocukların okul öncesi eğitim yerine ilköğretime başlatılmaları bu
kanuni düzenlemenin bilimsel temellerden tamamen uzak, yeterli inceleme ve
araştırma yapılmadan, çocukların yararı gözetilmeden çıkarıldığının çok
açık bir göstergesidir.
Bir yandan ilköğretim çağı, 6-14 yaş
grubu çocuklardan, 5-13 yaş grubu çocuklara dönüştürülür ve ilköğretime
başlama 6 yaşın tamamlanmasından [6 yaşın bitirildiği yılın eylül ayı sonu
(72-84 ay arası)], 5 yaşın tamamlanmasına [5 yaşın bitirildiği yılın Eylül
ayı sonu (60-72 ay arası)] çekilirken; diğer yandan (5+3) şeklinde işleyen
ve kesintisiz 8 yıl süren ilköğretim, 4 yıl ilkokul ve 4 yıl ortaokul
şeklinde iki kademeli hale getirilerek; ilkokulu bitirme ve ortaokula
başlama yaşı 11-12’den 9-10 yaşa çekilmiştir.
Söz konusu köklü değişikliklerle
ilgili olarak, AKP Grup Başkan Vekilleri tarafından verilen Kanun
Teklifinin Genel Gerekçesinde, “… zorunlu eğitimin ‘kesintisiz’
gerçekleştirilmesi sağlıklı ve verimli bir eğitim ortamının oluşturulması
adına ciddi sorunlara neden olmuş ve olmaktadır.” denilerek; ABD,
İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya örneklerine yer verildikten sonra
ciddi sorunlar konusunda, “… 6 yaşında henüz okuma-yazma öğrenme aşamasında
bulunan ve hayata ilişkin temel kavramların çoğundan habersiz bir ‘çocuk’
ile 13-14 yaşlarında fiziksel ve ruhsal kimliğinin şekillenme aşamasındaki
sancıları yaşayan bir ergenlik dönemi öğrencisini aynı ‘okul ortamında bulundurmanın
kaçınılmaz olarak neden olduğu sorunları teşhis etmek gerekmektedir.”
denilerek, ilkokul öğrencileri ile ortaokul öğrencilerinin aynı mekanı
paylaşmalarının yol açacağı psiko-sosyal sorunlara vurgu yapılmakta;
“özellikle kırsal kesimde kesintisiz eğitim nedeniyle pek çok köy okulunun
işlevsiz kalışına, fizikî şartların yetersizliği nedeniyle yaşanan
sorunlara, küçük yaşlardaki öğrencilerin yatılı bölge okullarında ya da
taşımalı eğitim için tahsis edilen servislerin kat ettiği uzun mesafelerde
çektikleri eziyetlere de dikkat çekmek gerekmektedir.” denilerek kırsal
kesimdeki ilkokulların işlevsiz kaldığı ve bunun öğrencileri ya yatılı
ilköğretim bölge okullarına ya da taşımalı eğitime zorladığı üzerinde
durulmakta; son olarak da “Kesintisiz eğitimin neden olduğu önemli olumsuzlukların
bir diğerini ise bu uygulamanın mesleki eğitime vurduğu darbe
oluşturmaktadır.” denildikten sonra 18 inci Milli Eğitim Şurasında “zorunlu
eğitimin öğrencilerin yaş grupları ve bireysel farklılıkları göz önünde
bulundurularak 1 yıl okul öncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl
yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi ve 4 yıl ortaöğretim olmak
üzere, öğrencilere farklı ortamlarda eğitim almaya fırsat verecek şekilde
13 yıl olarak düzenlenmesi” şeklinde karar alındığı belirtilmektedir.
Genel Gerekçe’de örnek verilen
ülkeler sistemiyle yasalaşan Teklifteki hükümlerin uyuşmadığını ve verilen
örneklerin de Almanya dışında doğru olmadığını belirtmek gerekir. Öte
yandan, ilköğretimin ilk evresi ile son evresinde bulunan çocukların aynı
ortamları paylaşmalarının, öğrencilerin psiko-sosyal davranışlarında ne
gibi olumsuzluklara yol açtığına yönelik elde yeterli ya da yetersiz
düzeyde her hangi bir bilimsel çalışma olmamasına rağmen; olması durumunda
dahi bu durum ilköğretimin 5 yaşında başlatılmasına 9-10 yaşlarında ve
somut işlem çağındaki çocuklara soyut bilgilerin aktarılmasına ve 9-10
yaşlarındaki çocukların mesleğe yönlendirilmelerine gerekçe oluşturamaz.
Böyle bir sorun var ise bunun çözümü, 8 yıllık kesintisiz ilköğretimin ilk
evresinde olan çocuklar ile son evresinde olan çocukların eğitim-öğretim
gördükleri ortamları farklılaştırmak olabilir.
İptali istenen düzenlemelerde,
ilköğretimin çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlayacağı
(60 ay) ve 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda
biteceği kuralına yer verilmiştir.
İlköğretime başlama yaşı, hem çocuğun
okuma-yazma becerisini kazanabilecek fiziksel ve bedensel gelişmişliğe
sahipliği, hem de basit matematiksel değerlendirme ve işlemleri yapabilecek
sosyal, duyusal ve bilişsel olgunluğa erişmişliği açısından hayati derecede
önem taşımaktadır. Beş yaş çocukları, öncelikle fiziksel, bedensel ve
kişilik özellikleri olarak ilköğretim programlarına hazır değillerdir.
Önemli bir kısmı uzun süre tuvalet ihtiyacını karşılayabilme, kendini
temizleyebilme, yakınının veya bir yetişkinin ilgi, destek ya da yardımı
olmaksızın ihtiyaçlarını ifade edebilme, yemeğini yiyebilme vb. becerileri
henüz kazanamamışlardır. Beş yaş çocuklarının kas gelişimleri, ilköğretimin
birinci sınıf programında yer alan yazı yazma ve diğer çalışmalar için
yeterli değildir. Okul öncesi eğitime katılmamış çocuklarda bu özellikler
daha belirgindir.
Sosyal ve duyusal özellikleri açıdan
beş yaş çocuklarının tamamına yakını 40 dakika boyunca dikkatini toplayabilme,
dersi takip edebilme ve bir sınıfta oturabilme durumundan uzaktır.
Bilişsel ve zihinsel açıdan beş yaş
çocukları, hayal ile gerçeği birbirinden ayırt edemediklerinden daha somut
işlem çağına girmemişlerdir. Dil gelişimleri, okuma-yazma ve basit sayısal
işlem ve değerlendirmeleri yapabilecek düzeyde gelişmemiştir.
Çocukların yaşamlarındaki en önemli
dönüm noktalarından biri ilköğretime başlamadır. Bu nedenle eğitim süreci,
kişilerin geleceğinde çok önemli bir yere ve işleve sahiptir. Çocukların
ilköğretim programına uyum sağlayamamaktan veya öz bakım yetersizliği,
dikkat dağınıklığı, disiplinsizlik, ifade ve dinleme bozukluğu gibi yaşının
gereği tutum ve davranışlardan kaynaklanan olumsuz etiketlendirmelere maruz
kalmaları, okula, öğrenmeye, öğretmene veya derse karşı önyargı
oluşturmalarına ve giderek ileriye ket vurmalarına yol açarak sonraki
yaşamlarını derinden etkileme gücüne sahiptir.
Beş yaş çocukları oyun çağındadırlar
ve dolayısıyla yerleri okulöncesi eğitim kurumlarıdır. İlköğretim 1. sınıfı
ile okulöncesi eğitim kurumlarındaki beş yaş çocuklarının sınıfları
arasındaki farklar o derece belirgindir ki eğitimci olmayan sıradan kişiler
dahi bunun ayrımına varabilirler. Beş yaş çocukları sosyal kural ve
normları oyun içinde deneyimleyerek içselleştirdiklerinden, eğitim araç ve
gereçleri oyuncaklardan oluşur. El ve parmak kaslarını geliştirmeye yönelik
kalem tutma, çizgi çizme, resim yapma eğitimin bir uzantısı olarak değil,
oyunun bir parçası şeklinde verilir. Okulöncesi eğitim kurumlarında çocuğun
özgür iradesine dayalı kendi kuralları, ilköğretimin birinci sınıfında ise
ilköğretimin belirlenmiş kuralları geçerlidir.
Okulöncesi çağdaki çocukların
ilköğretime başlatılmaları durumunda Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Görüşünde de belirtildiği üzere müfredatı değiştirmek ve hukuken 4+4+4
şeklinde olan modeli içerik olarak 1+3+4+4 şekline dönüştürmek
gerekecektir. Yasayla düzenlenmiş bir alanın idari düzenlemelerle
değiştirilmesi, hukuk devleti ilkesine göre mümkün olmamakla birlikte, değiştirilmesi
dahi sorunu çözmeye yetmemektedir.
Çünkü, 2011-2012 eğitim-öğretim
yılında ilköğretim 1. sınıfa yasal olarak 60-84 ay aralığındaki çocuklar
kaydolacaklardır. Çocuk gelişiminde iki ay dahi önemli iken aralarında iki
yaş fark bulunan ve dolayısıyla bedensel, zihinsel, bilişsel, sosyal ve
duyusal özellikleri birbirinden farklılaşmış olan çocukların aynı sınıfa
devam etmelerindeki eğitim bilimiyle bağdaşmazlık bir yana, 60-72 ay
aralığındaki çocukların ilköğretim 1 nci sınıf programına alınmasındaki
bilimdışılık, bu defa 72-84 ay aralığındaki çocukların 60-72 ay
aralığındaki çocuklar için oluşturulmuş okulöncesi eğitim müfredatına tabi
tutulmalarında ortaya çıkacak ve bu durum diğer olumsuzluklar bir yana
72-84 ay çocuklarının 1 yılının heba olmasıyla sonuçlanacaktır.
Ayrıca, üniversitelerdeki mevcut
öğretmen yetiştirme sistemi, okul öncesi dönem (anaokulu/anasınıfı öğretmenliği),
1-5. sınıflar (sınıf öğretmenliği), 6-8. sınıflar (branş dersleri
öğretmenliği), 9-12. sınıflar (lise öğretmenliği) esasına dayanmakta ve bu
öğretmenler üniversitelerin farklı bölümlerinde ve çocuğun gelişim evresine
uygun farklı pedagojik ilkeler temelinde yetiştirilmektedirler. Somut işlem
çağında bulunan çocukların bedensel ve psiko-sosyal gelişmişlik düzeyine
uygun pedagojik formasyon eğitimi almış bir sınıf öğretmenine, daha hayalle
gerçeği ayırma yetisini kazanamamış okulöncesi çağ çocuklarının
öğretmenliği yaptırılamayacağı gibi, okulöncesi çağ çocuklarının gelişme
düzeylerine uygun pedagojik ilkeler temelinde yetiştirilmiş bir anasınıfı
öğretmenine de sınıf öğretmenliği yaptırılamayacağı açıktır.
Kaldı ki eğitimin 8 yıl üzerinden
verildiği okullar 1972 yılında Yatılı İlköğretim Bölge Okulları ile
başlamış ve ilköğretim okulları ile devam etmiştir. Bu bağlamda, 40 yıllık
bir geçmişi vardır. Bu güne kadar 6 yaşındaki çocukların 13-14 yaşlarındaki
çocuklarla aynı binalarda eğitim görmesi, bir sorun olarak görülmemiş;
sorun olarak görülmediği için de büyük çocukların küçük çocuklar üzerinde
ne türden olumsuzluklara yol açtıklarına/açacaklarına ilişkin bilimsel
çalışmalar yapılmamıştır. Buna karşın, 6-11 yaşındaki çocukların 12-14
yaşındaki çocuklarla aynı binalarda eğitim görmelerinin, büyüklerde
küçükleri korumak, küçüklere ağabeylik/ablalık yapmak, yol göstermek, örnek
olmak; küçüklerin de büyüklere saygı duymak, onlara öykünerek ve onları
örnek alarak onlar gibi olmaya çalışmak vb. psiko-sosyal yararları ile
sınıf öğretmenleri ile branş öğretmenleri arasında çok yönlü bilgi ve
deneyim paylaşımı; çocuğun gelişiminin uzun dönemli bir periyotta
gözlenerek ilgi, yeti ve becerilerinin çok yönlü ve kapsamlı olarak
saptanması gibi eğitsel faydaları vardır.
Kaldı ki, 60 aylık çocukların ilköğretime başlatılamayacağı 6278
sayılı yasa çıktıktan sonra net bir şekilde anlaşılmıştır. Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından yapılan idari düzenlemelerle 66-84 ay çocukların
zorunlu, 60-65 ay arasındaki çocukların ailelerin isteğiyle ilköğretime
başlatılması, 66-72 ay arasındaki çocukların ise okula başlatılmaması için
Mili Eğitim Bakanlığı’na bağlı gelişim uzmanlarından okula başlaması uygun değildir şeklinde
rapor alınması zorunlu tutulmuş, raporsuz başlatmayan ailelere ise cezai
yaptırımlar öngörülerek soruna hukuksal olmayan çözümler üretilmeye
çalışılmıştır. Kaynağını 6278 sayılı Yasadan veya başka bir yasadan almayan
söz konusu idari düzenlemeler, yeni hukuksuzluklar yanında öğrenciler
arasında eşitsizliğe yol açabilecek durumların ortaya çıkmasına neden
olacaktır.
Anayasanın
2 nci maddesinde, hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri
arasında sayılmış; 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında yasa önünde
eşitlik ilkesine yer verilmiş; ikinci fıkrasında kadınlar ile erkeklerin
eşit haklara sahip olduğu kurala bağlanmış; üçüncü fıkrasında çocuklar
lehine alınacak önlemlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağı
belirtilmiş; 41 inci maddesinin son fıkrasında, devletin her türlü
istismara karşı çocukları koruyucu önlemleri alması öngörülmüş; 42 nci maddesinin ikinci fıkrasında ise “Öğrenim hakkının kapsamı
kanunla tespit edilir ve düzenlenir” hükmüne yer verilirken; üçüncü
fıkrasında ise eğitim ve öğretimin çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre
yapılacağı hüküm altına alınmıştır.
Anayasanın
2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun,
insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini
bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da
bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan
devlettir.
Anayasa
Mahkemesinin E.1985/1, K.1986/4 sayılı Kararında “Yasa koyucuya verilen
düzenleme yetkisi, hiçbir şekilde kamu yararını ortadan kaldıracak veya
engelleyecek... biçimde kullanılamaz” denilmektedir.
Anayasanın
2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de,
vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda
belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Hukuk devletinde yargı denetiminin
sağlanabilmesi için yönetimin görev ve yetkilerinin sınırının yasalarda
açıkça gösterilmesi bir zorunluluktur.
6278 sayılı
Yasada çağdaş bilim ve eğitim esaslarına aykırı olarak 60 aylık çocukların
ilköğretime başlatılması, bunun mümkün olmayacağının anlaşılması üzerine
Milli Eğitim Bakanlığının idari düzenlemelerle sorunu çözmeye çalışırken
yeni sorun odakları yaratması, iptali istenen düzenlemelerde kamu yararının
olmadığını, hukuki güvenliğin temelinde yatan belirlilik ve
öngörülebilirlik unsurlarını taşımadığını açık bir şekilde ortaya
koyduğundan iptali istenen düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk
devleti ilkesine aykırıdır.
Öte yandan, hem Anayasanın 7 nci maddesinde yer alan yasama
yetkisinin devredilmezliği ilkesi hem de Anayasanın 42 nci maddesinin
ikinci fıkrasındaki “Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve
düzenlenir” hükmü ülkemizin geleceği ve çocuklarımızın eğitimi konusunda
detay olarak görülen ancak, çocukların geleceği açısından hayati öneme
sahip diğer düzenlemelerin kanunla değil de idari düzenlemelere konu
oluşturacak olması Anayasanın 42 nci maddesinin açık hükmü karşısında
Anayasanın 7 nci ve 87 nci maddeleri karşısında koruma göremez.
Anayasanın 42 nci maddesinde ve daha pek çok maddesinde yer alan
kanunla düzenlemeden ne anlaşılması gerektiği Anayasa Mahkemesi’nin pek çok
kararında da açıklanmıştır. Buna göre ‘yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda, yürütme organına genel,
sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz bir düzenleme yetkisi verilmesi
yasama yetkisinin devri anlamına geleceğinden’ Anayasanın 7 nci
maddesi ile 87 nci maddesine aykırı düşer.
Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı
üzere fiziksel, bedensel, sosyal ve duyusal özellikleri açısından ilköğretime
hazır olmayıp yerleri okul öncesi eğitim kurumları olan 60-72 ay çocukları
için okul öncesi eğitimin zorunlu tutulmak yerine, hayal ile gerçeği ayırt
edemedikleri bir dönemde somut işlem çağına atlatılarak ilköğretime başlatılmaları
çocukların istismarı sonucunu doğuracağından Anayasanın 41 inci maddesine;
yapılan düzenleme çağdaş bilim ve eğitim esaslarına uygun olmadığından
Anayasanın 42 nci maddesine; somut işlem çağındaki 72-84 aylık çocuklarla
aynı sınıflarda aynı eğitim programına tabi tutulmaları ise Anayasanın 10
uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır.
Ayrıca Anayasanın 17 nci maddesinin ilk fıkrasında, herkesin,
yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmiş, 5 inci maddesinde de kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin
temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Devletin bu yükümlülüğünü
eşitlik ilkesini gözeterek hiçbir ayırım yapmadan herkes için geçerli
olacak biçimde yerine getirmesi gerektiğinde duraksamaya yer yoktur. Bu
bağlamda iptali istenen düzenlemeler Anayasanın 5 inci, 10 uncu ve 17 nci
maddelerine de aykırıdır.
Anayasanın 65 inci maddesine göre de “Devlet, sosyal ve ekonomik
alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini ekonomik istikrarın
korunmasını gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine
getirir”. Bu hüküm gözardı edilemez. Bu kanunla birlikte İlköğretim yaşı
altıya düşeceğinden okullarda önceden öngörülmeyen bir yığılmanın
olacaktır. Yasa’nın gerçekleştirilmesi için kaynaklar zorlansa bile bu
düzenlemenin maliyeti ekonomik istikrarı bozucu niteliktedir. Kaliteli ve
çağdaş bir eğitimi hedeflemesi gereken reform niteliğindeki bir yasanın
gereklerinin yerine getirilmesi için sistem, program ve öğretmen yanında
bina, derslik ve ders araç ve gereçleri gibi fiziki şartların varlığı da
söz konusudur. Bu gereksinmelerin karşılanması için yalnız malî kaynak
sağlanması yeterli değildir. Ayrıca bu düzenlemenin oturması
eksikliklerinin giderilmesi için çok da uzun bir zaman gereklidir. Hiçbir
alt yapı çalışması yapmadan böyle bir maceraya atılmak tamamen anayasaya,
uluslararası sözleşmelere ve hukuka aykırıdır.
Öte yandan, Anayasanın
166 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında, Kalkınma planlarının hazırlanmasına,
Türkiye Büyük Millet meclisince onaylanmasına, uygulanmasına, değiştirilmesine
ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesine ilişkin usul ve
esasların kanunla düzenleneceği öngörülmüştür.
30.10.1984 tarihli ve 3067 sayılı Kalkınma Planlarının Yürülüğe
Konması ve Bütünlüğünün Korunması Hakkında Kanunun 3 üncü maddesinin (1)
numaralı fıkrasında, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Komisyonlarının kendilerine havale edilen kanun tasarısı ve
teklifleri ile bu tasarı ve teklifler üzerinde verilen değişiklik
önergelerini, Kalkınma Planına uygunluk bakımından da inceleyecekleri ve
uygun bulmadıkları takdirde reddedecekleri; (2) numaralı fıkrasında,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının Kalkınma Planıyla ilgili gördüğü
tasarı ve teklifleri en son olarak Plan ve Bütçe Komisyonuna havale
edeceği; Kanun tasarı ve tekliflerinin, Hükümetin veya Genel Kurulun lüzum
göstermesi halinde de,Plan ve Bütçe Komisyonuna havale olunacağı; (3)
numaralı fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe
Komisyonunun (1) ve (2) numaralı fıkralarda belirtilen kanun tasarı ve
tekliflerinden başka, kamu harcama veya gelirlerinde artış veya azalış
gerektiren kanun tasarı veya tekliflerini veyahut sadece belli maddeleri bu
niteliği taşıyan tasarı veya tekliflerini de inceleyeceği hüküm altına
alınmıştır.
İlköğretim
çağını, 6-14 yaş grubu çocuklardan, 5-13 yaş grubu çocuklara dönüştüren ve
ilköğretime başlamayı 6 yaşın tamamlanmasından [6 yaşın bitirildiği yılın
eylül ayı sonu (72-84 ay arası)], 5 yaşın tamamlanmasına [5 yaşın
bitirildiği yılın Eylül ayı sonu (60-72 ay arası)] çeken ve (5+3) şeklinde
işleyen ve kesintisiz 8 yıl süren ilköğretimi, 4 yıl ilkokul ve 4 yıl
ortaokul şeklinde iki kademeli hale getirerek; ilkokulu bitirme ve
ortaokula başlama yaşını 11-12’den 9-10 yaşa çeken düzenlemeler, 2007-2013
dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda yer almadığı gibi Sekizinci
Beş Yıllık Kalkınma Planıyla getirilen 8 yıllık kesintisiz temel eğitimi de
ortadan kaldırmaktadır ve bu haliyle Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planında
değişiklik öngörmenin yanında 6728 sayılı Kanunun dayanağını oluşturan
Kanun Teklifi kamu harcama ve gelirlerinde artışı öngörmektedir. Bu nedenle
de Anayasanın 166 ncı maddesinin üçüncü fıkrası gereğince çıkarılan 3067
sayılı Kanunun 3 üncü maddesi gereğince Plan ve Bütçe Komisyonunda
görüşülmesi gerekmektedir. Anılan Kanun Teklifinin, Plan ve Bütçe
Komisyonunda görüşülmeden yasalaşması, Anayasanın 166 ncı maddesine
aykırılık oluşturur.
Açıklanan bu nedenlerle mevcut düzenleme Anayasanın 2 nci, 5 inci,
10 uncu, 17 nci, 24 üncü, 41 inci, 42 nci, 65 inci, 90 ıncı ve 166 ncı
maddelerine aykırıdır.
2) 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 2 nci maddesi ile değiştirilen 222 sayılı Kanunun 7 nci maddesinin
Anayasaya aykırılığı
Türkiye Cumhuriyeti, İslam dini esasları
ve geleneklerine dayalı teokratik bir devletten, ulus egemenliğine dayalı
çağdaş bir ulus devlet yaratma projesidir. Çağdaş hukuk, çağdaş eğitim,
çağdaş bilim, çağdaş kültür ve çağdaş yaşamı esas alarak Türk toplumunu
çağdaş uygarlığın yörüngesine sokmayı hedefleyen bu süreçte, Türkiye Büyük
Millet Meclisinin 3 Mart 1924 tarihinde oybirliği ile kabul ettiği
birbiriyle ilişkili üç yasa en önemli kilometre taşıdır.
Bu yasalar; 429 sayılı Şer’iyye ve
Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Bakanlıklarının Kaldırılmasına Dair
Kanun, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi-Öğretim
Birliği) Kanunu ve 431 sayılı Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı
Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkarılmasına Dair
Kanun’dur.
430 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle,
Türkiye’deki bütün bilim ve eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığına
bağlanmış; 2 nci maddesiyle, Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı veya özel vakıflar
tarafından idare edilen bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim
Bakanlığına devredilmiş; 4 üncü maddesinde ise, “Milli Eğitim Bakanlığı,
dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir
İlahiyat Fakültesi kuracak ve imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin
yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar
açacaktır.” hükmüne yer verilmiştir.
Kanunun gerekçesinde yer alan, “Bir
devletin genel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce
bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel,
en çağdaş ve her yerde yararları ve güzellikleri görülmüş bir ilkedir. 1255
(1839) Gülhane Fermanından sonra açılan Tanzimat Döneminde, yıkılmış
Osmanlı Saltanatı da öğretim birliğine başlamak istemişse de bunu
başaramamış ve aksine bu konuda bir ikilik bile meydana getirmiştir. Bu ikilik
eğitim ve öğretim birliği açısından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir
millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede
iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma
amaçlarını tamamen yok eder. Kanun teklifimizin kabulü durumunda Türkiye
Cumhuriyeti’nde bütün bilim (irfan) kurumlarının bağlı olacakları tek makam
Milli Eğitim Bakanlığı olacaktır. Böylece, bütün okullarda bundan böyle
Cumhuriyetin irfan politikasından sorumlu ve öğretimimizi duygu ve düşünce
birliği çerçevesinde ilerletmekle görevli olan Milli Eğitim Bakanlığı,
olumlu ve birleşik bir eğitim politikası uygulayacaktır. …” ifadeleri,
yasanın amacının yurttaşlar arasında “duygu ve düşünce birliği ile
dayanışma ülküsünü sağlamak” olduğunu ve ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından verilecek eğitimin, 429 sayılı Kanunla oluşturulmuş “laiklik
ilkesi bağlamında ve Cumhuriyetin irfan politikası doğrultusunda” olacağını
ortaya koymaktadır.
431 sayılı Kanunun 1 inci maddesinde,
“Halife görevden alınmıştır. Halifelik, Hükümet ve Cumhuriyet anlam ve
kavramının içinde zaten var olduğundan, halifelik makamı kaldırılmıştır.”
hükmüne yer verilirken; gerekçesinde ise, “… Esasen halifelik, ilk İslam
devletlerinde ‘hükümet’ anlamında ve vazifesinde ortaya çıkmış olduğundan;
gerek dünya ile gerek din ile ilgili olsun, kendisine verilmiş olan bütün
görevleri yerine getirmekle yükümlü olan bugünkü İslam hükümetleri yanında
ayrıca bir halifeliğin bulunmasının sebebi yoktur. Gerçek bundan ibarettir.
…” denilerek siyasal iktidarın kaynağı dünyevileştirilmiştir.
430 sayılı Kanunla eğitim
kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı idaresinde birleştirilmesi ve
medreselerin kapatılması üzerine, 1924 yılında din hizmetlerinin yerine
getirilmesinde görevlendirilmek üzere imam-hatip yetiştirmek amacıyla 29
ilde imam-hatip okulu; yüksek diyanet uzmanı yetiştirmek üzere ise İstanbul
Üniversitesinde bir İlahiyat Fakültesi açılmıştır.
Öğrenci yokluğu nedeniyle imam hatip
okulları 1930-1931 eğitim-öğretim yılında kapanmış; Anayasaya giren laiklik
ilkesine ters düştüğü gerekçesi ile de Milli Eğitim Bakanlığı okullardan
din derslerini kaldırmıştır. 1945 yılından sonra imam hatip okulları tekrar
açılmaya başlanmış ve yıllar içinde sayıları artarak günümüze gelmişlerdir.
1982 Anayasasının 24 üncü maddesiyle
“din kültürü ve ahlak” öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan
zorunlu dersler arasına alınmıştır.
633 sayılı Diyanet İşleri
Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanuna, 22.07.1999 tarihli ve
4415 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle eklenen ek 3 üncü maddesinde,
“İlk ve ortaöğretim kurumlarında
okutulan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim
ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden
ilköğretimi bitirenler için, Diyanet İşleri Başkanlığınca Kur’an kursları
açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine,
küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin
5 inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının
denetim ve gözetiminde yaz Kur’an kursları açılır.
Kur’an kurslarının açılış,
eğitim-öğretim ve denetimleri ile bu kurslarda okuyan öğrencilerin
barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususlar
yönetmelikle düzenlenir.”
Şeklinde yer alan hukuki düzenleme;
23.08.2011 tarihli ve 653 sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair KHK’nin 15 inci maddesi ile yürürlükten
kaldırılmıştır.
Söz konusu yürürlükten kaldırmaya
dayalı olarak da 03.03.2000 tarihli ve 23982 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları
Yönetmeliği, 07.04.2012 tarih ve 28257 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Eğitim ve Öğretimine Yönelik Kurslar ile
Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır.
Yürürlükten kaldırılan Yönetmeliğin
“Kursun açılışı” başlıklı 6 ncı maddesinde, Diyanet İşleri Başkanlığının
Kur’an Kursunu Milli Eğitim Bakanlığı ile koordine ederek açması; “Yaz
kursları” başlıklı 32 nci maddesinde ise, Diyanet İşleri Başkanlığının
okulların tatil olduğu zamanlarda, ilköğretimin 5 inci sınıfını tamamlayan
öğrenciler için kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olarak Kur’an-ı
Kerim’i ve mealini öğrenebilmeleri ve dini bilgilerini geliştirebilmeleri
amacıyla Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kur’an
kursları açması öngörülür iken; Söz konusu hükümler, yürürlükten kaldıran
Yönetmeliğin 12 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasında, “Kur’an kursları,
il, ilçe, belde ve köylerde ilgili il müftülüğünün teklifi ve Başkanlığın
onayıyla eğitim-öğretime açılırlar.” şeklinde; 25 inci maddesinin (1)
numaralı fıkrasında ise, “Okulların tatil olduğu zamanlarda, kişilerin
kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olarak
Kur’an-ı Kerim’i ve mealini öğrenmeleri, dini bilgilerini geliştirmeleri,
dini içerikli sosyal ve kültürel etkinliklerden yararlanmaları amacıyla
Kur’an kurslarında, camilerde ve müftülüklerce uygun görülecek yerlerde
mülki amirin onayı ile yaz Kur’an kursları açılır.” biçiminde yeniden
düzenlenmiştir.
Böylece, bir yandan Kur’an
Kurslarının ilköğretim sonrası çocuklar için Diyanet İşleri Başkanlığınca
açılmasına; Yaz Kur’an Kurslarının ise ilköğretimin 5 nci sınıfını bitiren
çocukların yaz tatillerinde Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve
gözetiminde Diyanet İşleri Başkanlığınca açılacak Kur’an Kurslarına
gitmelerine yönelik hukuki düzenlemeler yürürlükten kaldırılarak, Yaz
Kur’an Kurslarındaki ilköğretim 5 nci sınıfı bitirme koşulu ile Milli
Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetim yetkisi ortadan kaldırılırken; diğer
yandan Milli Eğitim Bakanlığının veya Diyanet İşleri Başkanlığının denetim
ve gözetimine tabi olmadan çeşitli tarikat ve cemaatler tarafından açılacak
Kur’an kurslarına okul öncesi çocuklar ile zorunlu ilköğretim çağındaki
çocukların gitmelerinin yolu da açılmıştır.
6287 sayılı Kanunla ise, 1946 yılından bu yana hedeflenen ve
16.08.1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunla geçilen 8 yıllık kesintisiz
zorunlu ilköğretim sona erdirilmiştir.
Bunun gerekçesi olarak da 18 inci
Milli Eğitim Şurasında “zorunlu eğitimin öğrencilerin yaş grupları ve bireysel
farklılıkları göz önünde bulundurularak 1 yıl okul öncesi eğitim, 4 yıl
temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi ve 4 yıl
ortaöğretim olmak üzere, öğrencilere farklı ortamlarda eğitim almaya fırsat
verecek şekilde 13 yıl olarak düzenlenmesi” şeklinde karar alındığı ileri
sürülmektedir.
01-05 Kasım 2010 tarihleri arasında
yapılan 18. Milli Eğitim Şurası Kararlarının “İlköğretim ve Ortaöğretimin
Güçlendirilmesi, Ortaöğretime Erişim Sağlanması” başlıklı bölümünün 2 nci
maddesinde yukarıda yer verilen karar alınmıştır. Ancak aynı Kararların
aynı bölümünün 4 üncü maddesinde “…okullarda sınıf mevcutları çağdaş
ölçütlere göre (20-25) düzenlenmeli …” denilirken; “Öğretmen
Yetiştirilmesi, İstihdamı ve Mesleki Gelişimi” başlıklı bölümünün 19 uncu
maddesinde, “Halen birçok özel ilköğretim okulunda olduğu gibi resmi
ilköğretim okullarında da 1, 2 ve 3. sınıflarda uzmanlaşmış bir sınıf
öğretmeni ile 4 ve 5. sınıflarda da branş öğretmenlerinin dersleri
yürütmesi ve 2023 perspektifi çerçevesinde, temel eğitim birinci kademede her
sınıf için sınıf öğretmenlerinin branşlaşması sağlanmalıdır.” denilmiş;
ayrıca, “Eğitim Ortamları, Kurum Kültürü ve Okul Liderliği” başlıklı
bölümünün 12 nci maddesinde ise, “Bağımsız ana okullarının sayısı
artırılarak anasınıfları kaldırılmalı veya ilköğretim okullarında
anasınıfının kullanım alanları ve diğer bölümler bu yaş grubu özelliklerine
göre düzenlenmelidir.” önerisine yer verilmiştir.Bu bağlamda 18. Milli
Eğitim Şurası Kararları bir bütün olarak değerlendirildiğinde kendi içinde
tutarsızlıklar taşıdığı gibi, 18. Milli Eğitim Şurası Kararları ile
yasalaşan Teklif arasında da çelişkiler bulunduğu açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
İlköğretim okullarının 1-5.
sınıflarını oluşturan birinci kademede sınıf öğretmeni, ikinci kademesini
oluşturan 6-8. sınıflarda ise uzmanlaşma olduğu gerçeği karşısında, Şura
Karalarının “Öğretmen Yetiştirilmesi, İstihdamı ve Mesleki Gelişimi”
başlıklı bölümünün 19 uncu maddesinde, temel eğitimdeki mevcut sistemin
esas alınarak, ilköğretim okullarının birinci kademesini oluşturan 1, 2 ve
3. sınıflarında ayrı, 4 ve 5. sınıflarında ayrı uzmanlaşmaya gidilmesi
önerilirken; “İlköğretim ve Ortaöğretimin Güçlendirilmesi, Ortaöğretime
Erişim Sağlanması” başlıklı bölümünün 2 nci maddesinde, 8 yıllık temel
eğitimin 4+4 şeklinde kademelendirilmesinin önerilmesi, Milli Eğitim Şurası
gibi uzmanlaşmış olması gereken bir heyetten beklenmeyen açık bir
çelişkidir. Bu çelişkinin tek nedeni, önerilen 4+4 sisteminin hiçbir ön
hazırlığa ve araştırmaya dayalı olmadan, siyaseten verilmiş bir talimatın
gereği olarak o anda kararlaştırılmış ve diğer kararlarla da bağlantısı
kurulup tutarlılığı sağlanmamış olmasından kaynaklanabilir.
Öte yandan, Şura Kararlarında,
çelişkili bir şekilde sadece ilköğretimin 4+4 şeklinde kademelendirilmesi değil,
1 yıl okul öncesi eğitime de yer verilerek zorunlu temel eğitimin 13 yıl
olması; bağımsız anaokullarının sayısının artırılarak ilköğretim
okullarındaki anasınıflarının ya kaldırılması ya da anasınıflarının
kullanım alanları ile diğer bölümlerinin bu yaş grubunun özelliklerine göre
düzenlenmesi; ilköğretim okullarında sınıf mevcutlarının çağdaş ölçütlere
göre 20-25 öğrenci şeklinde düzenlenmesi öngörülmüştür.
Şura Kararlarında önerilenlerin
tersine, çıkarılan Yasada 1 yıl okulöncesi eğitim zorunlu temel eğitim kapsamına
alınmadığı gibi ilköğretime başlama yaşı 72-84 ay arasından, 60-72 aya
çekilerek, okulöncesi eğitim çağındaki çocuklar zorunlu ilköğretimin
kapsamına alınmış ve buna dayalı olarak da mevcut sınıfların çağdaş
ölçütlere göre 20-25 öğrenciye indirilmesi hedefi % 100 oranında sapmıştır.
Kaldı ki tek başına Milli Eğitim
Şurası Kararları her şey değildir. Şura Kararlarının ülkenin uzun süreli kalkınma
planları ile Milli Eğitim Bakanlığının uzun süreli stratejik planları ile
uyum içinde olması gerekir.2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma
Planı’nda okul öncesi eğitim ile ilköğretime ilişkin olarak 238. Paragraftaki,
“238. Nüfusun eğitime erişiminde
önemli gelişmeler sağlanmıştır. Zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla,
öğrenci sayısında büyük artış sağlanmış, ilköğretimden ortaöğretime
geçişler artmıştır. Bununla birlikte okullaşma oranlarında, okul öncesi
eğitimde düşük seviyelerde kalınmış, ilköğretimde yüzde 100’e ulaşılamamış,
ortaöğretimde mesleki eğitimin payı artırılamamıştır.”
saptaması ile 584 ve 585 nci
paragraflardaki,
“584. Okulöncesi eğitimin
yaygınlaştırılması amacıyla öğretmen ve fiziki altyapı ihtiyacı
karşılanacak, eğitim hizmetleri çeşitlendirilecek, toplumsal farkındalık
düzeyi yükseltilecek, erken çocukluk ve ebeveyn eğitimleri artırılacaktır.”
“585. İlköğretimde okul terklerinin
azaltılması için başta kırsal kesime ve kız çocuklarına yönelik olmak üzere
gerekli tedbirler alınacak ve ortaöğretime geçiş oranları
yükseltilecektir.”
Öngörülerinden başka bir hedef
konmamıştır. Söz konusu saptama ve öngörüler de 8 yıllık kesintisiz temel
eğitimi esas almaktadır.
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve
Kontrol Kanununun 9 uncu maddesine göre hazırlanan Milli Eğitim Bakanlığı
2010-2014 Stratejik Planı’nda ise,
Okulöncesi
eğitime ilişkin olarak,
“9. Kalkınma Planı ve Hükümet
Programında, 48-72 aylık çağ nüfusunun okullaşması hedefine ulaşabilmek
için 2014 yılı sonuna kadar resmî anaokulu sayısını 2.402’ye
(anaokullarında derslik sayısı 12.010’a) resmî ana sınıflarındaki sınıf
sayısı 33.397 olmak üzere 45.407 dersliğe çıkarılacaktır.” (s: 78) hedefi
ortaya konulurken;
İlköğretime ilişkin olarak,
“Stratejik Amaç-2
Her bireyin
iyi bir vatandaş olması
için Atatürk ilkelerine bağlı,
bilimsel düşünceyi rehber
edinmiş, demokrasi kültürü ve değerlerini benimsemiş, insan haklarına saygılı, ruhsal, bedensel ve
zihinsel yönden sağlıklı ve
dengeli yetişmiş, çevreye duyarlı ve özgüveni gelişmiş bireyler yetiştiren
bir ilköğretim eğitimini her Türk vatandaşına fırsat ve imkân eşitliği içinde sunmak.
Stratejik
Hedef 2.1: İlköğretimde % 98,20 olan net okullaşma oranını
plan dönemi sonuna kadar % 100’e çıkarmak.
Stratejik
Hedef 2.2: İlköğretimdeki okul terklerini 2014 yılı sonuna
kadar ortadan kaldırmak.
Stratejik
Hedef 2.3: Türkiye genelinde bölgesel farklılıklar dikkate
alınarak ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısını plan dönemi
sonuna kadar 30’a düşürmek.
Stratejik
Hedef 2.4: İlköğretim programlarında; öğrencilerde yerleşik
bir demokrasi kültürünün oluşturulması, kendi kültürünü özümsemesi, millî
manevî değerlere bağlı, evrensel değerleri benimseyen nesiller
yetiştirilmesine yönelik etkinlikleri ve uygulamaları plan dönemi boyunca
arttırmak.
Stratejik
Hedef 2.5: Bütün öğrencilerin, eğitim kurumlarında koruyucu
sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını sağlamak.
Stratejik
Hedef 2.6: İlköğretimde taşımalı ilköğretim uygulamasının
hizmet kalitesini artırmak, yatılı ilköğretim bölge okullarının kullanım
kapasitesini 2014 yılı sonuna kadar % 90’ın üzerine çıkarmak ve burs
hizmetlerinden yararlanan öğrenci sayısını her yıl % 5 oranında artırmak.”
(s: 83 ve sonrası)gibi 8 yıllık kesintisiz temel eğitimi esas alan amaç ve
hedefler ortaya konmuştur.
Bu bağlamda, 01-05 Kasım 2010
tarihleri arasında yapılan 18. Milli Eğitim Şurası Kararlarında yer alan ilköğretimin
4+4 şeklinde kademelendirilmesi önerisi, herhangi bir hazırlığa dayanmadığı
gibi, kaynağını 2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’ndan
almamanın yanında, Milli Eğitim Bakanlığının 2010-2014 dönemini kapsayan
Stratejik Planındaki stratejik amaç ve hedeflerden de tam anlamıyla bir
sapma oluşturmaktadır.
Söz konusu tutarsızlık ve sapmalar
ortada iken, 30.03.2012 tarihli ve 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile ilköğretim çağı,
bir yandan 6-14 yaş grubu çocuklardan, 5-13 yaş grubu çocuklara
dönüştürülüp, ilköğretime başlama 6 yaşın tamamlanmasından 5 yaşın
tamamlanmasına çekilirken; diğer yandan (5+3) şeklinde işleyen ve
kesintisiz 8 yıl süren ilköğretim, 4 yıl ilkokul ve 4 yıl ortaokul şeklinde
iki kademeli hale getirilerek, ilkokulu bitirme ve ortaokula başlama yaşı
11-12’den 9-10 yaşa çekilmiş ve böylece çocuklar 9-10 yaşında ve somut
işlem çağının ortasında olan çocuklar, bir yandan meslek seçimine
zorlanırken, diğer yandan soyut işlem çağındaki çocukların takip
edebileceği Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin Hayatı dersleri seçmeli ders
olarak konulmuştur.
Bu düzenlemelerle eğitim sistemi,
Tanzimat Döneminde olduğu gibi ikili ve iki başlı hale getirilmiştir.
Eğitim sistemi iki başlıdır. Biri Diyanet İşleri Başkanlığının yönetiminde
olan ve Kur’an Kurslarında okul öncesi de dahil tüm çocukları isteğe bağlı
kapsayan nakli din eğitimi; diğeri ise Milli Eğitim Bakanlığının
yönetiminde olan pozitif bilim eğitimi ile nakli din ilimi öğretimi.
Eğitim sistemi ikilidir. Biri Yaz
Kur’an Kurslarında Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenme ve dini bilgileri geliştirme,
ilköğretim kurumlarında ise zorunlu “din kültürü ve ahlak dersi” ile
ilköğretimin ikinci kademesinde seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin
Hayatı (Siyer) dersleri; diğeri ise pozitif bilim eğitimidir.
Tek bir devlet ve tek bir kültür
içinde, iki ayrı kuşak yetiştirmeyi amaçlayan iki ayrı eğitim sistemi
bağlamında aynı okul içinde kılık kıyafetleri farklılaşan, dilleri başkalaşan,
tarihi geçmişi ve kültürel mirası farklı yorumlayarak birbirine
yabancılaşan öğrenciler temelinde iki hukuklu, iki tip nikahlı, iki tip
sosyal yaşamlı, iki tip kültürlü, iki tip ekonomili, iki tip bankalı
Türkiye Cumhuriyeti yaratılması hedeflenmektedir. Devlet eliyle yaratılması
amaçlanan ve birbirine yabancılaşmanın ötesinde giderek birbirini
ötekileştirecek olan iki farlı yurttaş tipinin birlikte ve bir arada
yaşama, kaderde, kıvançta ve tasada bir olma ihtimallerinin olmadığını ise
sadece Türkiye değil, dünya tarihi de kanıtlamaktadır.
Halbuki zorunlu temel eğitim; öğrencinin belli bir yaştan başlayıp,
yine belli bir yaşa gelinceye kadar, eğitim kurumlarında belli bir süre
öğrenim görmesini zorunlu kılan yasal bir kavramdır. Yasal dayanaklarını,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, Unesco kararlarından
alan bu kavram devletlerin eğitim hakkını himayesindeki tüm vatandaşlarına
eşit olarak sunmasını öngörür. Temel
eğitimin amacı, temel eğitim çağındaki çocukları okur-yazar etmek, güzel
yazı yazma becerisi kazandırmak ve dört işlemi yapar hale getirmek ile
sınırlı değildir. Temel eğitimin amacı, bunların yanında çocuğun bütünsel
gelişimini esas almak suretiyle temel eğitim çağındaki tüm çocuklara ortak,
eşit, genel ve sürekli eğitim vererek, problem çözme, öğrendiklerini hayata
uyarlayabilme, bildiklerinden yola çıkarak bilemediklerini çıkarım, soru
sorma, sorgulama, özgür, analitik ve eleştirel düşünme ve etkili iletişim
kurma gibi eğitim ve öğretime ilişkin temel beceriler ile kendine,
başkalarına, farklılıklara ve insan hak ve özgürlüklerine saygı duyma,
çoğulculuğu esas alma, ulusal ve evrensel değerleri benimseme, insan
emeğine değer verme, çalışmayı yüceltme, bilimsel ve teknolojik
gelişmelerin ve bunların birey ve toplum yaşamındaki öneminin farkında olma
gibi tutum ve davranışlar kazandırma ve ayrıca çocuğun kendini, kişisel
özellik, ilgi, beceri ve yetileri ile yaşamlarını sağlayacakları meslekleri
ve üst öğrenim programlarını tanımalarını sağlamaya olanak yaratmaktır.
Maddedeki değişikliğin gerekçesi, “Ortaokullarda oluşturulacak
farklı programlar arasında tercihe imkân verilmesi” olarak belirtilmiştir.
Buna göre, ilköğretim kurumları; 4 yıllık zorunlu ilkokullar, 4 yıllık
zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullar ile
imam-hatip ortaokullarından oluşacaktır. Ortaokullar ile imam-hatip
ortaokullarında; lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek,
gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulacaktır.
Avrupa Birliği EACEA (Educatıon,
Audıovısıual and Culture Executıve Agency- Eğitim, Görsel, İşitsel ve Kültür
Ajansı) tarafından oluşturulan EURYDICE (Information on Education System
and Policies in Europe- Avrupa Eğitim Bilgi Ağı), “Avrupa’daki Eğitim
Sistemleri ve Devam Eden Reformlar Üzerine Ulusal Belgeler” hazırlamakta;
bunların Türkçe özetleri ise Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Eğitim ve
Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi (MEGEP) internet adresinde (https://megep.meb.gov.tr/indextr.html
“AB Ülkeleri Eğitim Sistemleri”) yayınlanmaktadır.
EURYDICE tarafından hazırlanan ve
yukarıda adresi verilen internet sitesinde Türkçe özetleri bulunan dokümanlara
göre AB’ye üye ülkelerin eğitim sistemleri şöyledir:Almanya, federal bir devlettir.
İlköğretim eyaletlerin (Lander) sorumluluğundadır. Tam gün eğitim 6-15 veya
16 yaş (eyalete bağlı olarak) arasındaki çocuklar için zorunludur. Okul
öncesi ile birlikte Almanya’da zorunlu temel eğitim 13 yıldır.
İlköğretim, Berlin ve Branderburg eyaletlerinde
6-12 yaş çocuklarını (6 yıl), diğer eyaletlerde ise 6-10 yaş (4 yıl)
çocuklarını kapsar.
Ortaöğretim
iki derecelidir ve her derece kendi içinde farklı okul türlerini içerir.
Ortaöğretimin birinci devresinin ilk
aşamasında 10-12 yaş çocuklarına mesleki oryantasyon eğitimi; ikinci
aşamasında ise eyaletlere göre 12-15/16 yaş çocuklarına değişik okul
türleri içinde mesleki yönlendirme eğitimi verilmektedir.
Ortaöğretimin ikinci devresi, genel
ortaöğretim (16-18/19 yaş) ve eğitim türüne göre çeşitlilik gösteren mesleki
eğitim (15/16-18/19 yaş) şeklindedir.
Fransa’da 6-16 yaş arasındaki
çocuklar için 10 yıl zorunlu temel eğitim vardır. Eğitim ilkokul,
ortaöğretim birinci evre ve ortaöğretim ikinci evre şeklinde 3 aşamalıdır.
İlkokul
(ékole élementarie) 6-11 yaşları arasındaki çocukları (5 yıl) kapsar.
Ortaöğretim birinci evresinde 11-15
yaş arası çocuklar doğrudan koleje (collége) giderler.Öğrenciler, normalde
15 yaşında, genel ve teknolojik lise (lycée d’enseignement général et
technologique) veya bir meslek lisesi (lycée professionnel)’ne kayıt
yaptırarak ortaöğretimin ikinci evresine başlarlar. Mesleki öğretime
yönlendirme, ortaöğretimin ikinci evresinde (15 yaş) başlar.
Ortaöğretimin ikinci evresinde üç tür
okul vardır. Üç yıllık eğitimin ardından genel bakalorya (olgunluk sınavı)
ile sonuçlanan genel eğitim; yine üç yıl süren ve teknolojik bakalorya ile
sonuçlanan teknolojik eğitim; mesleki yeterlilik sertifikası veya mesleki
eğitim diploması ile sonuçlanan iki yıl süreli mesleki eğitim ve devamında
mesleki bakalorya derecesine ulaşılmasını sağlayan iki yıl süreli ek eğitim
şeklindedir.
İngiltere ve Galler’de zorunlu temel
eğitim 5-16 yaş (Kuzey İrlanda’da 4-16 yaş) arası çocukları kapsar ve 12
yıl sürelidir.
İlköğretim İngiltere ve Galler’de
5-11 yaş (Kuzey İrlanda’da 4-11 yaş) arası çocukları; ortaöğretim birinci
devre ise 11-16 yaş arası çocukları kapsar. İngiltere ve Galler’de 5-7 yaş
(Kuzey İrlanda da 4-8 yaş) ilköğretime hazırlık aşamasını oluşturur (KS1).
Programlar, sınıf ortamları ve eğitim metodolojisi, çocuğun yaşına
uyarlanmış ve çocuğun okuma yazmaya hazırlanması amaçlanmıştır. Programlı
ilköğretim ise 7/8 yaşlarında başlar. İngiltere, Galler ve Kuzey İrlanda’da
zorunlu temel eğitim programı dört ana aşamaya (KS) bölünmüştür ve bunların
ikisi ilköğretime, ikisi de ortaöğretim birinci devreye aittir. KS1, 5-7
yaş (Kuzey İrlanda’da 4-8 yaş ) grubu çocukları; KS2, 7-11 (K. İrlanda da
8-11 yaş) grubu çocukları; KS3, 11-14 yaş grubu çocukları; KS4, 14-16 yaş
grubu çocukları kapsar. İngiltere ve Galler’deki tüm ortaöğretim okulları
çocukları yeteneklerine bağlı kalmaksızın kabul eden kapsamlı okullardır.
Bununla birlikte Kuzey İrlanda ile İngiltere’nin bazı bölgelerinde
“ortaokul” (grammar school) olarak bilinen seçici okullar bulunmaktadır.
Bunlar Kuzey İrlanda’da tüm ortaokulların yaklaşık %30’u, İngiltere’de ise
tüm ortaokulların % 5’ini oluşturmaktadır. Kuzey İrlanda, ortaöğretimin
birinci aşamasında seçici okulları ve dolayısıyla mesleki yönlendirme
sistemini ortadan kaldırma kararı almıştır.
Ortaöğretim ikinci devre 16-18 yaş
grubu çocuklarını kapsar. Orta öğretim ikinci kademe ile kolejler genel
eğitim vermekle birlikte, ileri eğitim kolejlerinden birçoğu mesleki eğitim
vermektedirler. İngiltere’de KS4 aşamasında (14 yaş) mesleki oryantasyon,
ortaöğretim ikinci aşamada ise (16 yaş) mesleki yönlendirme başlar.
Yunanistan’da 6-15 yaşları arasında 9
yıl süreli zorunlu temel eğitim uygulanmaktadır. 6-12 yaşları arası çocukları
kapsayan 6 yıl süreli İlkokul (Dimotiko Scholeio) ve 12-15 yaşları arası
çocukları kapsayan 3 yıl süreli Ortaöğretim Birinci Devre Okulu (Gymnasio).
İlkokulu bitirenler otomatik olarak Ortaöğretim Birinci Devreye başlarlar
ve dolayısıyla temel eğitim kesintisizdir. İlkokul ve Ortaöğretim Birinci
Devrede tüm dersler zorunludur ve seçmeli ders uygulaması ortaöğretimin
ikinci devresinde başlar.
Ortaöğretim ikinci devre okulları;
Kapsamlı Lise (Eniaio Lykeıo,15-18 yaş), Teknik Meslek Okulları (Technica
Epaggelmatica Ekpaideftria, 15-18 yaş) şeklindedir. Ortaöğretim birinci
devre bitirme sertifikasına sahip olanlar, ortaöğretim ikinci devre
okullarına başvurabilirler. Mesleki yönlendirme ortaöğretim ikinci devre
okullarında 15 yaşında başlar.
İtalya’da 6-14 yaş grubu çocuklar 8
yıl süreli zorunlu ve tam zamanlı temel eğitime tabidirler. Temel eğitim,
6-11 yaş grubu çocukları kapsayan ve 5 yıl süreli olan ilkokul (scuola
primaria) ve 11-14 yaş grubu çocukları kapsayan ve 3 yıl süreli olan
Ortaöğretim Birince Devre Okulu (Scuola secondaria di I grado)’ndan oluşur.
İlkokulu bitirenler doğrudan Ortaöğretim Birinci Devre Okuluna devam
ederler.
İtalya’da ortaöğretim; Klasik
Ortaöğretim (14-19 yaş), Sanat Eğitimi (14-17/19 yaş), Teknik Eğitim (14-19
yaş) ve Mesleki Eğitim (14-17/19 yaş) olarak dört çeşittir. Ortaöğretim
birinci devre diplomasına sahip olanlar, ortaöğretim okullarına kayıt
yaptırabilir ve mesleki yönlendirme 14 yaşında başlar.
İspanya’da 6-16 yaş grubu çocuklar,
10 yıl süreli zorunlu tam zamanlı ve kesintisiz temel eğitime tabidir. İlköğretim
6-12 yaş çocukları kapsar; 6 yıl süreli ve kendi içinde üç aşamalıdır.
Ortaöğretim birinci kademe ise 12-16 yaş çocukları kapsar ve 4 yıl
sürelidir. Öğrenciler otomatik olarak ilköğretimden ortaöğretim birinci
devreye geçerler.
Zorunlu temel eğitimin sağlanması
üzerine, öğrenciler Zorunlu Ortaöğretim Sertifikası (Graduado en Educacion
Secundaria Obligatoria) alırlar. Zorunlu Ortaöğretim Sertifikası, 16-18 yaş
grubu ve iki yıl süreli Bakalorya (genel lise) ve 16-18 yaş grubu ve iki
yıl süreli Orta Düzey Özel Mesleki Eğitime girişi sağlar. Mesleki yönlendirme,
16 yaşında başlar.
Danimarka’da
temel eğitim 7-16/17 yaş grubu çocukları kapsar.
Temel eğitim, ilköğretim ve
ortaöğretim birinci devre eğitimi (folkeskole) 10 yıl süreli kesintisiz ve
zorunludur.
Ortaöğretim (Gymnasium) ise 16-19 yaş
grubunu kapsar ve genel ortaöğretim ikinci devre ve mesleki eğitim ve
öğretim şeklinde iki türdür.
Genel ortaöğretim ikinci devre de
kendi içinde Almengymnasiale uddannelser (Gymnasiun and HF) ve
Erhyervsgymnasiale uddannelder (HTX ve HHX) şeklinde ikiye ayrılır.
Gymnasium folkeskole’nin 9. ya da 10. yılından sonra alınan, üç yıllık,
akademik olarak yönlendirilmiş bir kurstur. HF ise Folkeskole’nin 10.
sınıfından sonra yükseköğrenime hazırlanmak için alınan iki yıllık genel
bir kurstur. HTX ve HHX adındaki daha meslek yönelimli kurslar 3 yıllıktır
ve folkeskole’nin 9. ya da 10. yılından sonra alınırlar ve kişiyi
yükseköğrenime ve iş hayatına hazırlarlar.
Mesleki eğitim ve öğretim, iş başında
eğitim ile bir meslek okulunda verilen genel ve mesleki eğitimi birleştirir.
Temel sosyal ve sağlık eğitimi ve tarım ve denizcilik ve diğer
karşılaştırılabilir eğitim türleri uzmanlaşmış okullarda verilmektedir.
Mesleki yönlendirme temel zorunlu ve kesintisiz eğitimin ardından 16
yaşında başlar.
Finlandiya’da temel eğitim, 7-16 yaş
grubu çocukları kapsar; 9 yıl süreli ve kesintisizdir. Dersler, ilk 6 yıl sınıf
öğretmenleri, kalan 3 yıl ise branş öğretmenleri tarafından verilir.
Zorunlu temel eğitimi başarıyla
tamamlayanlar 16-19 yaş grubunu kapsayan ve 3 yıl süreli olan genel ve mesleki
ortaöğretime devam ederler. Mesleki yönlendirme 16 yaşında başlar. Genel
ortaöğretime, temel eğitimdeki başarıya göre devam edilirken; mesleki
ortaöğretime giriş ise, iş deneyimi ve diğer karşılaştırılabilir faktörler
ile giriş ve yetenek sınavlarını kapsayabilmektedir. Temel ortaöğretim ve
mesleki ortaöğretim, öğrencilere yükseköğrenime devam etmeleri açısından
seçilebilirlik sağlamaktadır.
İsveç’te 7-16 yaş grubu çocuklar, 9
yıl süreli zorunlu, tam zamanlı ve kesintisiz temel eğitime (Grundskola)
tabidirler. Öğrenciler beşinci ve dokuzuncu sınıfın sonunda ulusal düzeyde
değerlendirmeye tabi tutulurlar.Lise eğitimi (Gynasieskola) 16-19 yaş grubu
çocukları kapsar. Temel eğitimin 9 ncu sınıfını bitirme sertifikası
öğrencilere liseye başlama olanağı sağlar. Liselerde 14 tanesi mesleğe
yönelik olmak üzere toplam 17 ayrı program yürütülür. Mesleki yönlendirme
16 yaşında başlar.
Yukarıda
yer verilen ülkelerde orta öğretimin ilk kademesinde Almanya hariç hiç
birinde mesleki eğitim söz konusu değildir. Almanya’da ise, ortaöğretimin
ilk kademesinde mesleki yönlendirmeden değil, mesleki oryantasyon
eğitiminden söz edilebilir. Kaldı ki Almanya, Türkiye’ye yada başka bir
ülkeye örnek oluşturamaz. Çünkü, Alman eğitim sistemi kendine özgüdür.
Almanya’da yabancı işçi çoktur ve buna dayalı olarak da yabancı işçi
çocuklarının akademik eğitimi takip edebilecek dil sorunu yanında gelir
sorunları da bulunmaktadır. Bu bağlamda Alman eğitim sisteminde mesleki
oryantasyonun erken başlaması, yabancı işçi çocuklarını mesleki eğitime
yönlendirerek akademik eğitimin dışında tutma politikasının bir bileşeni
işlevi görmektedir. Bu bağlamda, Kanun’un Genel Gerekçesinde ileri sürülen
görüşleri, Avrupa Birliği Komisyonu EACEA’ya bağlı faaliyet
yürüten EURYDICE (Information on Education System and Policies in
Europe-Avrupa Eğitim Bilgi Ağı), tarafından hazırlanan ve Türkçe özetleri
ise Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin
Güçlendirilmesi Projesi (MEGEP) internet adresinde yer alan resmi
dokümanlar doğrulamamaktadır.
Kaldı ki yukarıda yer verilen özet
dokümanlardaki veriler, 2004 yılı ve öncesine aittir. Uluslararası düzeyde
yapılan sınavlar, özellikle de OECD bünyesinde 15 yaş grubu çocuklar
kapsamında yapılan PISA sınav sonuçları ile OECD Raporları, ülkelerin temel
eğitim sistemlerini yeniden gözden geçirmelerine ve mesleki yönlendirmeyi
ötelemelerine yol açmıştır.
Koç
Üniversitesi Sosyal Politika Merkezi (KOÇ-SPM) tarafından 6 Mart 2012
tarihli “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Teklifi Üzerine Görüş”te de belirtildiği üzere,
OECD’nin 2005 yılında yayınladığı ve PISA sonuçlarına dayanarak eğitimde
eşitlik ile eğitimin kalitesi üzerinde belirleyici etkiye sahip olan okul
özelliklerinin değerlendirildiği raporda, mesleki yönlendirmenin erken
olduğu ülkelerde ailenin sosyo-ekonomik statüsü ile öğrenci başarısı
arasındaki ilişkinin daha güçlü olduğu ortaya konmuştur. Sosyo-ekonomik
statü arttıkça öğrenci başarısı artmakta, statü azaldıkça öğrenci başarısı
azalmaktadır. Bu bağlamda, erken yönlendirme düşük gelir gruplu ailelerin
çocuklarının aleyhine işlemektedir. Aynı rapordaki bir diğer tespit ise,
eğitimin kalitesi ile (yönlendirme yaşının öne alınmasına bağlı olarak
artacak olan) kurumsal çeşitlilik arasındaki ilişkinin beklenilenin aksine
negatif olduğudur. Başka bir anlatımla, yönlendirmenin erken olduğu
ülkelerde, okul çeşidi arttıkça eğitimin kalitesi artacağına, tam tersine
düşmektedir.
OECD’nin
eğitimde eşitlik ve kalitede dezavantajları destekleyen okul ve öğrenciler
üzerine 2012 yılında yayınladığı raporda ise, okul seçiminde ailenin
etkisinin artmasının eğitimde eşitsizlikleri daha da arttıracağı belirtilmektedir.
Ülkelere eğitimde eşitlik ve kalitenin desteklenmesi için erken
yönlendirmeden kaçınılması ve seçimin ortaöğretime ötelenmesi
önerilmektedir.
Kanun teklifinin genel gerekçesinde ABD, İngiltere, Fransa’daki
eğitim sistemine ilişkin örnekler verilerek bu ülkelerde eğitimin, okul
öncesi, ilköğretim, ortaokul/lise öncesi ve lise olmak üzere dört kademeye
bölündüğünden” bahsedilmiştir.ABD, İngiltere, ve Fransa’daki eğitim
sistemlerinin ortak özelliği, bu ülkelerde temel eğitim, ilkokul ve
ortaokul gibi farklı kademelerde görülse de, öğrencilere en azından liseye
kadar, ülkemizde de şimdiye kadar olduğu gibi, sadece bir öğretim programı
ile eğitim hizmetinin sunuluyor olmasıdır. Öğrenciler bu üç ülkede de 16
yaşına kadar temel eğitimin dışında bir öğretim programı ile
karşılaşmamakta ve mesleki eğitim programlarına yönlendirilmemektedir.
Öğrencilerin farklı yetenekleri aynı program içinde, seçmeli dersler ve
ders dışı etkinliklerle geliştirilmektedir .
Kaldı ki, kesintisiz temel eğitim kademesiz temel eğitim değildir.
Kesintisiz temel eğitim, çocuğun
bütünsel gelişimini esas almak ve bilişsel gelişimine uygun olmak suretiyle
temel eğitim çağındaki tüm çocuklara, ortaöğretime kadar ortak, eşit, genel
ve sürekli eğitim vermektir. Temel eğitim süresi içinde çocuğun bütünsel
gelişimi esas alınarak aynı yaştaki çocuklar farklı programlar ve okul
türlerine göre ayrıma tabi tutulmuyor ve programlar çocuğun 7-11 yaş somut
işlemler ve 12 yaş ve üzeri soyut işlemler şeklindeki bilişsel gelişimine
uygun olarak kademelendiriliyor ise bu eğitim sistemi kesintisizdir. Başka
bir anlatımla, 8 yıllık temel eğitim süresi içinde farklı kademeler olsa
dahi, kademelendirme çocuğun bilişsel gelişimine uyarlanmış ve temel eğitim
süresince tüm öğrencileri kapsayan tek bir program izleniyorsa bu
kesintisiz eğitimdir.
Oysa, 6287 sayılı Yasada kademelendirme çocuğun bilişsel gelişimine
uygun yapılandırılmadığı gibi, ikinci kademede farklı programlar ve imam
hatip ortaokulları temelinde eğitim-öğretim programı değişmekte, üçüncü
dört yılda uzaktan açık eğitim gibi farklı program türleri devreye girmekte
ve neredeyse sekiz yıllık temel eğitim ilk dördüncü yılın bitiminde, sona
ermektedir. Bu haliyle düzenleme en temel pedagojik ilkelerle bile
çelişmektedir.
İlköğretime başlama yaşının ve kademelendirmenin çağdaş bilim ve
eğitim esaslarına göre yapılmak yerine çocuğun istismarıyla sonuçlanacak
şekilde yapılması, daha önce de belirtildiği üzere Anayasanın 41 inci
maddesinin son fıkrası ile 42 nci maddesinin üçüncü fıkrasına aykırıdır.
Öte yandan, ikinci kademede öğrencilerin farklı programlar ve imam hatip
ortaokulları ile seçmeli dersler temelinde mesleki eğitime yönlendirilecek
olması ve böylece yönlendirmeye tabi tutulan öğrencilerin diğerlerine göre
haftada daha az matematik, daha az Türkçe, daha az fen bilgisi ve daha az
yabancı dil dersleri alarak diğerleriyle aynı ortaöğretim giriş sınavlarına
girecek olmaları, Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı
olmanın yanında, aynı zamanda yönlendirmeye tabi tutulan öğrencilerin
istismarlarına da yol açacağından Anayasanın 41 inci maddesindeki, Devletin
her türlü istismara karşı çocukları koruyucu önlemleri alacağı kuralıyla da
bağdaşmamaktadır.
Anayasanın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42 nci
maddesinin üçüncü fıkrasında “Eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve
inkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin
gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim
yerleri açılamaz” denildikten sonra 4. fıkrasında “Eğitim ve öğretim
hürriyeti Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz” kuralıyla
Başlangıçtaki ilkelere bağlılık pekiştirilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli
kararına göre; Eğitim ve öğretimde, dinsel inanca devlet gücünün özel bir
katkı vermesi düşünülemez. Lâiklik bir bütündür. Özellikle eğitim ve
öğretim alanında lâikliğe bağlılık ve saygı, ulusun geleceği açısından da
üzerinde önemle durulacak bir konudur. Siyasal alanda dinsel çabalar,
dinsel geleneklere uygunluğu aranan düzenlemeler, eylem ve işlemler ne
kadar geçersizce, öğretim ve eğitim alanında da din buyruklarıyla ilişki
kurulamaz. Demokrasinin güvencesini ve Cumhuriyetin özgün niteliğini
oluşturan bu ilkenin büyük bir duyarlık ve özenle korunması Anayasa
gereğidir.
Anayasanın 24 üncü maddesinin ilk fıkrasında herkesin, vicdan, dinî
inanç ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmiş, ikinci fıkrasında da
bu özgürlüğün doğal bir sonucu olarak özgürlüklerin kötüye kullanılmasını
yasaklayan 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla ibadetin dinî
ayin ve törenlerin serbest olduğu vurgulanmıştır. Üçüncü fıkrada, kimsenin,
ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamayacağı; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanamayacağı ve suçlanamayacağı ilkesine yer verilmiştir.
Bu kurallarla, anlam ve kapsamı belirlenen din ve vicdan özgürlüğü,
yalnız, kişilerin diledikleri inanç ve kanıya sahip olmalarını değil,
olmamalarını da güvenceye almaktadır. Anayasal sınırlar içinde, herkesin
dinini seçme ve inancını açıklama konusundaki özgürlüğü, demokratik, lâik
bir hukuk devletinde yasa koyucunun her türlü etkisinin dışındadır. Devlet,
her türlü din ve inanca aynı uzaklıktadır. Devletin dinlerden birini
seçmesi, ayrı dinlere bağlı yurttaşlar yönünden eşitlik ilkesine de aykırı
düşer. Bu nedenle, lâiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün en önemli
güvencesidir. Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin herhangi bir dinî veya
felsefî inancı olma veya olmama hakkını, dinî inanç sahibinin ise dininin
gereklerini öğrenme hakkını ifade eder. Bu bağlamda, herkesin, dinî ve
felsefî inançları doğrultusunda kısıtlama olmaksızın eğitim ve öğretim
görme hakkı bulunmaktadır. Yine ortaokullarda da hangi müfredatın
uygulanacağının belirsiz olması da Anayasanın 42 nci maddesinin ikinci
fıkrasındaki Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir”
hükmüne açıkça aykırıdır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, eğitimin kalitesini gelişmiş
ülkelerdeki gibi yükseltme gerekçesiyle ortaya konulan bu teklifte gözden
kaçırılan en önemli nokta, tüm ileri ülkelerde zorunlu temel eğitimin en az
10 yıl sürdüğüdür. Uluslararası eğitim standartları ve sınıflandırmasına
göre zaten ülkemizde kademeli eğitim yapılmaktaydı. İlköğretimin ilk 5 yılı
ile son 3 yılı zaten ISCED 1 ve ISCED 2 olarak Bakanlık tarafından
sınıflandırılıyordu. Bu durumda bu kanunun tek amacının zorunlu eğitimin
süresini uzatmaktan çok, sekiz yıllık zorunlu ilköğretimi bölerek din
esaslı eğitimi eğitim sisteminin temeli haline getirmek olduğu ortadır.
Açıklanan bu nedenlerle mevcut düzenleme Anayasanın 2 nci, 10 uncu,
14 üncü, 24 üncü, 41 inci ve 42 nci maddelerine aykırıdır.
3) 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 3 üncü maddesi ile değiştirilen 222 sayılı kanunun 9 uncu
maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi ile yine aynı kanunun 8 inci
maddesi ile değiştirilen 1739 sayılı Kanunun 24 üncü maddesinin son
cümlesinin Anayasaya aykırılığı
Anayasanın
2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun
olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini
bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da
bozamayacağı temel hukuk ilkelerine bağlı olan devlettir.
Hukuk
devleti ilkesi, yasaların kamu yararına dayanması ögesini içermenin yanında
yasama organı tarafından konulacak kurallarda adalet ve hakkaniyet
ölçülerinin göz önünde tutulmasının gerekliliği, yine bu ilkenin doğal bir
yansımasıdır. Anayasa Mahkemesinin E.1985/1, K.1986/4 sayılı Kararında
“Yasa koyucuya verilen düzenleme yetkisi, hiçbir şekilde kamu yararını
ortadan kaldıracak veya engelleyecek biçimde kullanılamaz” denilmektedir.
Yine
Anayasa Mahkemesi’nin E.2008/34, K.2008/153 sayılı kararında da “Hukuk devletinin tanımına giren
unsurlardan birisi de, kamu yararı düşüncesi olmadan herhangi bir yasanın
kabul edilmeyeceğidir. Tüm yasaların genel amacının kamu yararı olduğu
bilinen bir gerçektir. Haksız olan, yanlış olan, adil olmayan bir yasal
düzenlemenin amacı, kamu yararı olamaz. Hukuk devleti ilkesi gereğince,
yasama işlemlerinin kişisel yararı değil, kamu yararını gerçekleştirmek
amacıyla yapılması esastır. Bir kuralın Anayasaya aykırılık sorunu
çözümlenirken, ‘kamu yararı’ konusunda Anayasa Mahkemesi’nin yapacağı
inceleme de, yasanın kamu yararıyla yapılıp yapılmadığını araştırmaktır.
Anayasanın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasada
bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin kimi kararlarında da
belirtildiği gibi, kamu yararı, bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara
üstün olan toplumsal yarardır. Bu saptamanın doğal sonucu olarak da, kamu
yararı düşüncesi olmadan yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli
kişilerin yararına olarak yasa kuralı konulamaz. Böyle bir durumun açık bir
biçimde kesin olarak saptanması halinde, söz konusu yasa kuralı Anayasanın
2 nci maddesine aykırı düşer ve iptali gerekir”, denilerek yasaların
genel amacının kamu yararı olması gerektiği bir kez daha isabetli bir
şekilde ifade edilmiştir. Kamu yararı amacı göz ardı edilerek yasa kuralı
oluşturma davranışı, siyasi iktidar açısından bir alışkanlık haline
dönüştüğü takdirde, hukuk devletinden giderek uzaklaşılır.
Aynı
kararda “Anayasanın 2 nci
maddesinde yer alan ve çağdaş demokratik rejimlerin temel ilkelerinden birisi
olan ‘hukuk devleti’ ilkesinin ön koşullarında birisi de hukuk
güvenliğidir. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği,
kişilerin, hukuk düzenin koruması altındaki haklarını elde etmeleri için
gereken her türlü önlemin alınmasını ve bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde
bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar” ifadeleriyle,
hukuki güven ve istikrar ilkesinin hukuk devletinin ve dolayısıyla Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin bir niteliği olduğu, bu niteliğin korunması
gerektiği ve bunun hukuki anlamda bir zorunluluk olduğu da vurgulanmıştır.
Kanun teklifinin gerekçesindeyse isabetsiz olarak, sekiz yıllık
zorunlu temel eğitimin bölünerek ilkokul ve ortaokul olarak
kademelendirilmesinin en önemli sebeplerinden biri olarak “mevcut sekiz
yıllık kesintisiz eğitim sisteminde alt sınıflardaki öğrencilerin, üst
sınıflardaki öğrencilerin olumsuz davranışlarına maruz kaldıklarını ve yeni
sistemle bu yanlışlığın düzeltileceği” belirtilmiştir.
Kanun Teklifinin gerekçelerinden biri
de 8 yıllık kesintisiz ilköğretimin, mesleki eğitime darbe vurduğu iddiasıdır.
Türkiye’nin çok partili siyasal
yaşama geçtiği 1946 yılından bu yana Cumhuriyet’in hedefi olan ve
16.08.1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunla hayata geçirilen 8 yıl kesintisiz
ve zorunlu temel eğitim sistemi sona erdirilerek, 4+4 şeklinde iki kademeli
hale getirilerek eğitim görecekleri mekanlar farklılaştırılmakta ve daha
çocuklar somut işlem çağının ortasında ve 9-10 yaşlarında iken, zorunlu ve
farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip
ortaokullarına başlamaları öngörülerek 10 yaşındaki çocuklar, soyut
işlemlerle karşı karşıya bırakılmanın yanında meslek seçimine
zorlanmaktadırlar.
Dünya
uygulamasına bakıldığında ise, mesleki eğitim ile mesleki eğitime
yönlendirmede farklı uygulamaların olduğu gözlenmekle birlikte, genel
eğilim mesleki eğitimin zorunlu temel eğitimden sonra ve çocuğun 15-16
yaşlarında başlatılması şeklindedir.
Ortaokulların,
farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip
ortaokullarından oluşturulması ve ayrıca ortaokullar ile imam-hatip
ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek,
gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler konulması; mesleki
yönlendirmenin temel eğitimin ikinci evresinde, çocuğun 9-10 yaşlarında ve
somut işlem çağının ortasında başlatılması demektir.
Gelişim
psikolojisinin temel bulgusu, çocuğun sosyal ve duyusal gelişimi ile yeti,
beceri ve ilgilerinin ergenlik çağı olan 10-13 yaşları arasında büyük
değişimler gösterdiği, ergenlik dönemlerinin giderek daha ileri yaşlara
kaydığı, çocuğun ilgi, bilgi ve becerilerin 15 yaşlarında dahi kararlılık
göstermeyip, kaygan bir zeminde olduğu yönündedir.
Eğitim-öğretim literatürü ve Dünya
uygulaması, mesleki eğitimin, genel eğitim-öğretim sistemi bütününün bir
parçası olduğunu; soyut bilim eğitimi sürecinden daha çok yetenek ve
becerilerin uygulamaya dayalı olarak geliştirilmesine dayandığını;
çocuklarda 6-11 yaş aralığının somut işlem çağı, 12 yaş ve üstünün soyut
işlem çağı olduğunu; bu yanıyla mesleki eğitime yönlendirmenin çocuğun
soyut bilim eğitimi sürecindeki açık başarısızlığı yanında ilgi, yetenek ve
becerilerinin açığa çıkmasını gerektirdiğini; bunun da ancak çocuğun soyut
bilim eğitimi sürecini tamamlaması ile mümkün olabileceğini ve etkili bir
mesleki yönlendirmenin yeterli bir temel eğitime dayalı olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu bağlamda, mesleki eğitime yönlendirme, ancak çocuğun soyut
bilim eğitimi döneminin sonlarına doğru mümkün olabilir. 8 yıllık
kesintisiz temel eğitim bu bağlamda mesleki eğitime darbe vurmamış, tam
tersine mesleki eğitime yönlendirmeyi pedagojik bağlamda bilimsel ve
eğitsel bir tabana oturtmuştur. Nitekim bu durum, Anayasa Mahkemesinin E.1997/62, K.1998/52 sayılı Kararıyla
hukuksal olarak da tescillenmiştir.
Ayrıca, köylerde bulunan okulların
işlevsiz kalmasının nedeninin 8 yıllık kesintisiz eğitim olduğunun ileri sürülmesi
ise çarpıtmanın ötesinde tam anlamıyla bir bilgi kirliliğidir. Ülkemizin
kırsal kesimlerinde bulunan ilkokulların büyük bir çoğunluğunun, genç ve
doğurgan nüfusun şehirlere yerleşmesinden ve dolayısıyla köylerde bulunan
öğrenci sayısının azalmasından ötürü kesintisiz 8 yıllık eğitime geçilmeden
önce kapandığı; kapanmayanlarda da eğitimin ya birleştirilmiş sınıflar ya
da sabahçı ve öğlenci biçiminde ikili öğretim şeklinde sürdürüldüğü
yadsınamaz bir gerçektir. Bu bağlamda, taşımalı eğitim uygulamasına, 8
yıllık kesintisiz ilköğretimden önce ve ondan bağımsız olarak köylerde
bulunan ilköğretim çağındaki öğrenci sayısının azalması nedeniyle başlanmak
zorunda kalınmıştır.
Nitekim, Sayın Prof. Dr. Tansu Çiller’in
Başbakanlığındaki 50. Cumhuriyet Hükümetinin (24 Ekim 1993-05 Ekim 1995)
Milli Eğitim Bakanı Sayın Nevzat Ayaz tarafından sunulan Milli Eğitim
Bakanlığı 1994 Bütçe Raporunda, “Eğitimde
kalitenin artırılması, fırsat ve imkân eşitliğinin sağlanabilmesi için
nüfusu az ve dağınık yerleşim birimlerinde birleştirilmiş sınıf programı
uygulayan öğrencilerin müstakil sınıflı ilköğretim kurumlarına (İlkokul,
ortaokul, ilköğretim okulu) kavuşturulması amacıyla başlatılan Taşımalı
İlköğretim Uygulaması, 1993-1994 öğrenim yılında 57 ilimize
yaygınlaştırılmıştır. Bu illerimizde az sayıda öğrenci bulunan 4.346 köy
ilkokulundan toplam 83.749 öğrencinin, 1.624 merkeze günü birlik taşınması
yapılarak eğitim-öğrenimleri sürdürülmektedir.” denilmektedir. Bu
bağlamda, taşımalı eğitim, sekiz
yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretim yasasının çıkmasından çok önce
başlamış ve 1993-1994 eğitim-öğretim yılında 57 ili kapsayacak bir düzeye
getirilmiştir.
Kaldı ki, bırakınız 1993 yılını 2000 yılı nüfus
sayımı sonuçlarına göre nüfusun % 64,90’ı il ve ilçe merkezlerinde, %
35,10’u ise belde ve köylerde ikamet ederken; TÜİK tarafından 27.01.2012
tarihinde yayımlanan “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2011 Yılı
Sonuçları”na göre il ve ilçe merkezlerinde ikamet edenlerin oranı %76,8’e
çıkarken, belde ve köylerde ikamet edenlerin oranı ise %23,2’ye
gerilemiştir. Köylerde ilköğretim çağında bulunan çocuk, bırakınız dört
sınıfı, bir sınıf açacak (20-25 öğrenci) sayıda dahi değil ve dolayısıyla
köy okullarını tekrar canlandırarak her köy okuluna her sınıf için bir
sınıf öğretmeni atamak hiçbir şekilde mümkün değil iken, köy okulları
tekrar açılabilecekmiş gibi “küçük yaşlardaki öğrencilerin yatılı bölge
okullarında ya da taşımalı eğitim için tahsis edilen servislerin kat ettiği
uzun mesafelerde çektikleri eziyetlere” dikkat çekilerek kız çocuklarının
okula gönderilmemesi ile 8 yıllık kesintisiz eğitim arasında doğrusal bir
ilgi kurulmaya çalışılması hiçbir şekilde doğru değildir.
Diğer yandan, İlköğretimde Net
Okullaşma Oranı, 8 yıllık kesintisiz eğitimin başladığı 1997-1998
eğitim-öğretim yılında % 84,74 iken; 2008-2009 eğitim-öğretim yılında %
96,50’ye, 2010-2011 eğitim-öğretim yılında ise % 98,50’ye çıkmıştır. Bu
bağlamda, 8 yıllık kesintisiz ilköğretim, ilköğretimde okullaşma oranı
açısından başarılı, hatta çok başarılı olmuştur.
Önemli başarılar sağlanmış ve
geleceğe yönelik stratejik amaç ve hedefler konulmuş iken, 8 yıllık
kesintisiz zorunlu temel eğitimin 4+4 şeklinde iki kademeli hale getirilmesinin,
yoksul ailelerin erkek çocuklarının ikinci kademeye verilmeyerek
işyerlerine çırak olarak yerleştirilmesini; Türkiye’nin görece gelişmemiş
bölgelerinde ise temel sorun olan kız çocuklarının temel eğitimin ikinci
kademesine verilmemesini, verilenlerin ise alınmasını teşvik eder nitelikte
olduğu açıktır. Bu da ülkemizde zaten önemli bir sorun olan kızlarda erken
evlilik ve dolayısıyla çocuk ölümlerinin artmasına yol açacaktır. Bu durum,
Anayasanın 10 uncu maddesi ile 41 inci maddesine aykırıdır. İlkokul ile
ortaokul öğrencilerinin aynı binalarda eğitim görmeleri sorun olarak
görünüyor ise sorunun çözümü için
sadece mevcut kesintisiz sekiz yıllık eğitim sistemi içinde, ilköğretim ile
ortaöğretimin mekansal olarak ayrılması yeterli olabilecekken, köklü bir
eğitim reformuna kalkışılması, sistemin değiştirilmek istenmesindeki asıl
nedenin kamufle edilmek istendiğini bir kez daha teyit etmektedir. Zaten
kanunda, “Ancak imkan ve şartlara
göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabilir” hükmüne
yer verilmesi, yeni sistemin bu sorunu çözme niyetinde olmadığını da
göstermektedir.
Anayasanın 27 nci maddesinin ilk fıkrasında, herkesin, bilim ve
sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her
türlü araştırma hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Böyle köklü bir
eğitim reformu yapılarak zorunlu eğitim süresi 12 yıla çıkartılıyorsa bilim
ve sanata yönelmede daha sağlam bir alt yapı oluşturulması ve bunun tüm
mekansal ve mali kaynaklarının net olarak tespit edilmesi gerekirdi.
Anayasanın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42 nci
maddesinin üçüncü fıkrasında
Eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda çağdaş
bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında
yapılacağı düzenlemesinin öncelikle devlet ve devletin yasama
ve yürütme organları için konulduğu ve bağlayıcı olduğu göz ardı
edilmemelidir. Zira Anayasanın 2 nci maddesinde belirtildiği ve yukarıda
açıkladığımız şekilde, devletimiz bir hukuk devletidir. Devletin bütün
organları hukuk devletinin bir gereği olarak hukuk kurallarıyla, özellikle
Anayasa kurallarıyla bağlıdır. O halde, Devlet ve Yasama Organı “çağdaş
bilim ve eğitim esaslarına” aykırı yasa yapamaz. Görüldüğü gibi, eğitim
düzenlemeleri konusunda “ yasama yetkisi serbest alan olmaktan çıkarılmış,
çağdaş bilim esaslarına uygun olması” kaydına bağlanmıştır.
Anayasanın bu (42/III) maddesinde bir
değerlendirme ölçüsü olarak vazedilmiş olan “çağdaş bilim ve eğitim
esasları”nın bilimsel veriler ışığında açıklanması gerekir.
Çağdaş eğitim: Bireye, temel
becerilerin kazandırılması; toplumun değer yargılarının, bilgi ve beceri
birikiminin, onun bedeni ve ruhsal gelişimini dikkate alarak aktarılması;
ilgi, istek ve yeteneklerine göre, her alanda doğru ve yeterli bilgiler
verilmesidir.
Gelişim Psikolojisi ve Sosyolojisi
biliminin verilerine göre, çağdaş bilim ve eğitimin ilke ve esasları ise şunlardır:
a) Çocuğun bilişsel gelişimine
(bedensel büyümesi ile zihinsel ve ruhsal gelişimi) uygun olarak tüm
çocuklara duygu, zeka, heyecan, vicdan, irade ve gönül yönlerindeki
gelişimlerinden hiçbirini ihmal etmeden (yani geç kalmadan ya da erken
yönlendirmeden) eğitim ve öğretim yaparak, temel eğitime ilişkin beceriler
ile tutum ve davranışları kazandırmak ve kendilerini, ilgi, yeti ve
becerilerini tanımalarını sağlamak çağdaş eğitimin temel amacıdır.
b) Eğitim programları çocuğun 7-11
yaş somut işlem çağı, 12 yaş ve üzeri soyut işlem çağı şeklindeki bilişsel
gelişimine uygun yapılandırılmalı ve çocuk kendini tanımadan, ilgi, yeti ve
becerileri açığa çıkmadan yönlendirmeye tabi tutulmamalıdır.
c) Yetişmekte olan kuşakların
doğuştan getirdiği yeteneklerini geliştirmek, eğilimlerini yönlendirmek,
eğitimin bireysel amacını ifade eder. Buna çağdaş eğitimde self
actualisation (kendini gerçekleştirme) denilir. Çağdaş eğitim ve öğretim;
eğitimin, öğretmen ve müfredat merkezli olmaktan çıkarılmasını gerekli
kılar. Öğrenciyi dikkate alan bir anlayış esasına dayalıdır.
d) Yetişmekte olan kuşakların her
alandaki (fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi pozitif ilimler, resim,
musiki ve benzeri güzel sanatlar, felsefe ve din bilgisi) gelişmeleri, fert
ve toplum ihtiyacını dikkate alarak yetenek ve eğilimlerine göre takip
etmeleri, çağdaş eğitimde esastır. Bu esas, çağdaş demokrasinin ön koşulları
olan insan hakları ve çoğulculuğun (pluralisme’in) da zorunlu bir
gereğidir.Çağdaş eğitim; Anayasanın 5 inci, 27 nci ve 42 nci maddelerinde
belirtildiği gibi devletin temel amaç ve görevleri arasında yer alır.
Eğitim psikolojisi ve eğitim sosyolojisi gibi bilim dallarının
açıklamalarına göre, söz konusu çağdaş eğitim ve öğretim, bireyin toplumsal
ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarına, beklentilerine ve amaçlarına cevap
verir. Devlet, eğitimi bir kamu görevi olarak ele alırken, kişilerin,
ailelerin hak ve isteklerini her alanda olduğu gibi bu alanda da dikkatle
yerine getirmek zorundadır.
Bu ilkeler demokratik hukuk devleti
ilkelerinin ve genel hürriyet kuralının bu alana somut olarak yansımasıdır.
Çıkarılan 6287 sayılı Kanun’da bu ilkelere riayet edilmemiştir.
İptali istenen düzenlemelerde çağdaş
bilim ve eğitim esaslarına uyulmaması, daha önce de belirtildiği üzere
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, 10 uncu maddesindeki eşitlik
ilkelerine aykırı olmanın yanında, 41 inci maddesinin üçüncü fıkrasında
Devlete verilen her türlü istismara karşı çocukları koruyucu önlemleri alma
ve 42 nci maddesindeki eğitimi çağdaş bilim ve eğitim esaslarına dayandırma
görevleriyle de bağdaşmamaktadır.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2/III.
maddesinde, Türk Millî Eğitiminin amacı, “fertlerin ilgi, istidat ve kabiliyetlerini
geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme
alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların kendilerini
mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi
olmalarını sağlamak; böylece bir yandan... refah ve mutluluğunu artırmak;
öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde, iktisadi, sosyal ve kültürel
kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş
uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin ortağı yapmaktır.”şeklinde ifade
edilmiştir.
Anayasanın 17 nci maddesinin ilk fıkrasında, herkesin, yaşama,
maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmiş, 5 inci maddesinde de kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin
temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Devletin bu yükümlülüğünü
eşitlik ilkesini gözeterek hiçbir ayırım yapmadan herkes için geçerli
olacak biçimde yerine getirmesi gerektiğinde duraksamaya yer yoktur.
Açıklanan bu nedenlerle mevcut düzenleme Anayasanın 2 nci, 5 inci,
10 uncu, 17 nci, 27 nci, 41 inci ve 42 nci maddelerine aykırıdır.
4) 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 9 uncu maddesi ile değiştirilen 1739 sayılı Kanunun 25 inci
maddesinin mülga birinci fıkrasının Anayasaya aykırılığı
6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 9 uncu maddesiyle yeniden düzenlenen 1739 sayılı Kanunun 25 inci
maddesinin mülga birinci fıkrasıyla, ilköğretim kurumlarının, dört yıl
süreli ve zorunlu ilkokullar, dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar
arasında tercihe imkân veren ortaokullar ve imam-hatip ortaokullarından
oluşacağı; ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini
destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre
seçimlik dersler oluşturulacağı; ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve
Hz. Peygamberimizin hayatı derslerinin, isteğe bağlı seçmeli ders olarak
okutulacağı; bu okullarda okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip
ortaokulları ve diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçeneklerinin
Bakanlıkça belirleneceği bir eğitim sistemi getirilmektedir.
Bu
düzenlemeler, sekiz yıllık kesintisiz temel eğitimi ortadan kaldırarak,
ilköğretime başlama yaşını bir yıl öne çekip 4+4 şeklinde kademelendiren ve
çocukları daha 9-10 yaşlarında ve somut işlem çağının ortalarında iken ilköğretimin
ikinci kademesine atlatarak, farklı programlar arasında tercihe imkân veren
ortaokullar ile imam-hatip ortaokulları ve seçmeli dersler temelinde
ailelerinin istemlerine göre meslek seçimine zorlayan düzenlemelerin
amacını açığa çıkarmaktadır: O amaç, imam hatip liselerinin orta kısmını
yeniden açmak ve seçmeli hale getirilen Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberimizin Hayatı dersleri temelinde 9-10 yaşlarında ve somut işlem
çağının ortalarında olan çocuklara koşullandırma yoluyla analitik düşünme
biçimi yerine doğmatik düşünce biçimini dayatmaktır. Ayrıca bu derslerin
öğrenilmesi asgari düzeyde Arapça anlamayı gerektirmektedir ki, bu yaş
grubundaki bir çocuktan Arapça dilini bilmesi beklenemeyeceğinden ve
beklenmesi de üzerinde ağır bir baskı yaratacağından yasa, rasyonel eğitim
anlayışına ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi yoluyla, Anayasanın 90 ıncı
maddesine de aykırıdır.
Türkiye’nin
tam üye olma yolunda ilerlediği Avrupa Birliği ülkelerinde, mesleki
yönlendirme çocuğun gelişim evresine uygun yapılandırılır, OECD
Raporlarında ülkelere eğitimde eşitlik ve kalitenin desteklenmesi için
erken yönlendirmeden kaçınılması ve seçimin ortaöğretime ötelenmesi
önerilir ve bu öneriler hayata geçirilirken; Türkiye’nin 8 yıllık
kesintisiz temel eğitimi 4 yıl süreli zorunlu ilkokul ile dört yıl süreli
ve zorunlu ortaokul şeklinde iki kademeli yapması ve mesleki yönlendirmeyi
de 14-15 yaşlarından, 9-10 yaşlarına çekmesi, Anayasanın Başlangıcının
ikinci fıkrasındaki kuralla da bağdaşmamaktadır.
Temel
eğitime ilişkin temel beceriler ile tutum ve davranışları kazanamamış,
ilgi, beceri ve yetileri açığa çıkmamış, meslekler ile üst öğrenim
olanakları hakkında tutum alabilecek çağa gelmemiş, 9-10 yaşlarında ve
somut işlem çağının ortasında olan çocukların, farklı programlar arasında
tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokulları ve seçmeli
dersler temelindeki meslek seçimlerini, hiç kuşku yoktur ki çocuklar adına
ebeveynleri ya da okul yapacaktır. Erken dönemde ve böylesine bir
belirsizlik ortamında, ebeveynler veya okul tarafından yapılacak mesleki
yönlendirmenin, çocukların temel eğitim ile hedeflenen bütünsel gelişimini
engelleyeceği ve çocuğun istismarı ile sonuçlanacağı ise her türlü
tartışmanın dışında olgusal bir gerçektir.
Çünkü, daha
çocuğun ilgi, yeti ve becerileri ortaya çıkmadan mesleki yönlendirmeye tabi
tutulmalarındaki olağandışılığa bağlı Anayasaya aykırılık bir yana, farklı
programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip
ortaokulları ve seçmeli dersler temelindeki meslek seçimleri ebeveynleri
veya okul tarafından yapılan çocuklar, farklı programlara yönelik dersler
ile seçmeli derslerden dolayı, diğerlerine göre haftada daha az matematik,
daha az Türkçe, daha az fen bilgisi, daha az yabancı dil dersleri
alacaklar; buna karşın ilköğretimin ikinci veya aynı anlama gelmek üzere
ortaöğretimin birinci kademesini tamamladıklarında, diğerleriyle aynı
ortaöğretime geçiş sınavlarına gireceklerdir.
İlköğretimden
ortaöğretime geçiş, Ortaöğretim Kurumlarına Geçiş Yönergesi ile
düzenlenmiştir. Ağırlıklı olarak yabancı dillerde eğitim yapan Fen Lisesi,
Sosyal Bilimler Lisesi, Anadolu Lisesi, Anadolu Öğretmen Lisesi, Anadolu Güzel
Sanatlar Lisesi, Anadolu İmam Hatip Lisesi gibi okullar, merkezi sınav
sistemi ile öğrenci almakta; merkezi sınava dayanmadan öğrenci alanlar ise
düz lise ve çok programlı liseler ile meslek ve teknik liselerinden oluşmaktadır.
2010
yılında ÖSYS sınavlarına giren bütün öğrenciler içerisinde 4 yıllık lisans
programına yerleşenlerin oranı %24 iken; ticaret, turizm, sağlık, teknik
liseler ve endüstri meslek liseleri ile kız meslek liselerinde ise bu oran
sadece %3,8 olmuştur.
ÖSYM
tarafından 20 Nisan 2012 tarihinde yapılan 2012 YGS Sonuçları Raporuna
göre, 2012 YGS’de 180 ve üstü puan alan adayların okul türlerine göre sınav
başarı yüzdesi, Sosyal Bilimler Liseleri ile Askeri Liselerde % 100, Fen
Liselerinde %99,96, Anadolu Liselerinde %99,82 şeklinde sıralanırken; en az
başarı gösterenler ise, Kız Meslek Liseleri % 52,10, Ticaret Meslek
Liseleri %40,65, Endüstri Meslek Liseleri %33,27, Akşam Liseleri %27,91
şeklinde sıralanmıştır.
Dünya
Bankasına göre, 1999 yılında mesleki eğitime yönlendirme yaşını bir yıl
ileriye alan Polonya, PISA okuma puanlarını 20 puandan fazla yükseltmiştir.
1997’de
temel eğitimi 8 yıla çıkararak mesleki eğitimi üç sene erteleyen Türkiye
ise, TIMSS 1999’a göre 2007 matematik ve fen sonuçlarını sırasıyla 21 ve 17
puan yükseltirken; PISA 2003’e göre PISA 2009’da okuma yeterliliği puanını
441’den 23 puan artırarak 464 puana, matematik puanını 425’den 21 puan
artırarak 446 puana, fen bilimleri puanını 434’den 20 puan artırarak 454
puana çıkarmıştır. Ayrıca, PISA 2003’de matematikte 2 nci yeterlik
düzeyinin altında kalan öğrenci oranı %52 iken, PISA 2009’da %42’ye
düşmüştür. PISA 2006’ya göre, PISA 2009 da fen bilimlerinde Türkiye 30
puandan fazla bir artış göstermiş ve 2 nci yeterlik düzeyinin altında kalan
öğrenci oranı da %47’den %30’a düşmüştür.
PISA 2009
sonuçlarına göre; okuma becerileri alanında en yüksek başarı gösteren
öğrenciler fen liseleri (ortalama puanları 571), en düşük başarı
gösterenler ise ortalama puanı 423 olan meslek liseleri ile ortalama puanı
427 olan ve genel eğitim ile mesleki eğitimi bir arada veren çok programlı
liseler; matematik okuryazarlığında en yüksek performans gösteren
öğrenciler fen liseleri (ortalama puanları 614), en düşük başarı gösteren
liseler ise ortalama puanı 394 olan meslek liseleri ile ortalama puanı 399
olan çok programlı liseler; fen okuryazarlığında en yüksek başarı gösteren
öğrenciler ise fen liseleri (ortalama puanları 576), en düşük başarı
gösteren liseler ortalama puanı 415 olan meslek liseleri ile ortalama puanı
416 olan çok programlı liseler olmuşlardır.
Temel
eğitimin çocuğun bütünsel gelişimine uygun olarak kesintisiz 8 yıl sürdüğü
ve mesleki yönlendirmenin ortaöğretimin ikinci kademesinde başladığı bir
eğitim sisteminde yukarıdaki sonuçlar alınıyor ise, mesleki yönlendirmenin
ilköğretimin ikinci kademesine ve çocuğun 9-10 yaşları ve somut işlem
çağının ortasına alınması durumunda, ortaöğretimin ilk kademesinde
diğerlerine göre daha az matematik, daha az Türkçe, daha az yabancı dil,
daha az fen bilgisi dersi alarak merkezi düzeyde yapılan Seviye Belirleme
Sınavı (SBS) ile Ortaöğretim Yerleştirme Puanına (OYP) göre ortaöğretim
kurumlarına yerleştirilecek olan öğrencilerin, yabancı dille eğitim yapan
ortaöğretim kurumlarına girmeleri, daha başlangıçta engellenmiş
olacağından, sınavsız öğrenci olan düz lise ile meslek ve teknik liselere
devam etmek zorunda kalacaklar; matematik, Türkçe, fen bilgisi ve yabancı
dil derslerini temel eğitim düzeyinde dahi yeterince alamamış,
ortaöğretimde de daha az alacak olan meslek ve teknik lise mezunlarının bu
şartlar altında ÖSYM tarafından yapılan YGS sınavlarında başarılı olmaları
bütünüyle ortadan kalkacaktır.
Bu
bağlamda, çocuğun kendisini, ilgi, yeti ve becerilerini tanımadan ve söz
konusu özellikleri daha açığa çıkmadan, 9-10 yaşlarında ve somut işlem
çağının ortasında ebeveynlerinin veya okulun istemleri doğrultusunda
mesleki yönlendirmeye tabi tutulmaları, çocukların istismar edilerek
mesleki gelecekleri, eğitim kariyerleri ve yaşamlarının karartılması
sonucunu doğuracağından, iptali istenen düzenlemeler, Anayasanın 41 inci
maddesinin son fıkrasıyla Devlete verilmiş olan, her türlü istismara karşı
çocukları koruyucu önlemleri alma göreviyle bağdaşmamaktadır.
Anayasanın
10 uncu maddesinde, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce,
felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin
kanun önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamayacağı; Devlet organları ile idare makamlarının bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorunda oldukları kurallarına yer verilmiştir.
Bu madde
ile amaçlananın mutlak eşitlik değil, hukuksal eşitlik olduğu açıktır.
“Yasa önünde eşitlik” ilkesi, yasalar karşısında herkesin eşit olmasını,
ayırım yapılmamasını, kimseye ayrıcalık tanınmamasını gerektirir. Durumlarındaki
farklılıklar kimi kişi ve toplulukların değişik kurallara bağlı tutulmasına
neden olabilirse de, bunun Anayasal eşitlik ilkesine aykırı olmaması için
söz konusu değişik kuralların, kişi veya kişilerin farklılık ve
özelliklerine dayanması gerekeceğinde şüphe yoktur.
Oysa, 9-10
yaşlarında ve somut işlem çağının ortasında mesleki yönlendirmeye tabi
tutulan çocukların, ilgi, yeti ve becerilerine dayalı farklılık ve kişisel
özelliklerinin, mesleki yönlendirmeye tabi tutuldukları 9-10 yaşlarında
değil, en erken 15 yaş civarında ortaya çıktığı Gelişim Psikolojisi
alanında yapılan araştırma bulgularıyla ortaya konmuş bilimsel
gerçekliğinden şüphe duyulmayan sonuçlardır. Daha önce de açıklandığı
üzere, OECD’nin PISA sonuçlarına dayanarak eğitimde eşitlik ile eğitimin
kalitesi üzerinde belirleyici etkiye sahip olan okul özelliklerinin
değerlendirildiği 2005 yılı Raporunda, mesleki yönlendirmenin erken olduğu
ülkelerde ailenin sosyo-ekonomik statüsü ile öğrenci başarısı arasındaki
ilişkinin daha güçlü olduğu ve erken yönlendirmenin düşük gelir gruplu
ailelerin çocuklarının aleyhine işlediği ortaya konulmuş; 2012 yılı
Raporunda ise, okul seçiminde ailenin etkisinin artmasının eğitimde
eşitsizlikleri daha da arttıracağı belirtildikten sonra ülkelere eğitimde
eşitlik ve kalitenin desteklenmesi için erken yönlendirmeden kaçınılması ve
seçimin ortaöğretime ötelenmesi önerilmişken; çocukların farklılık ve
kişisel özelliklerinin ortaya çıkmadığı 9-10 yaşlarında ve somut işlem
çağının ortasında ebeveynlerin veya okulun talebi doğrultusunda mesleki
yönlendirmeye tabi tutulmalarının, düşük gelir gruplu ailelerin
çocuklarının aleyhine işleyeceği ve eğitimde eşitsizlikleri daha da
artıracağı bilimsel bir gerçeklik olduğundan, iptali istenen düzenlemeler
Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine de aykırıdır.
Anayasanın
5 inci maddesinde, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve
adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak suretle sınırlayan siyasal, ekonomik ve
sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi
için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak Devletin temel amaç ve görevleri
arasında sayılmış; Anayasanın 17 nci maddesinin birinci fıkrasında,
herkesin, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına
sahip olduğu kuralına yer verilmiş; 166 ncı maddesinde ise, ekonomik,
sosyal ve kültürel kalkınmayı, ülke kaynaklarının döküm ve
değerlendirmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak Devlete
görev olarak verilmiş; planda milli tasarrufu ve üretimi artırıcı, yatırım
ve istihdamı geliştirici önlemler öngörüleceği ve kaynakların verimli
olarak kullanılmasının hedef alınacağı belirtilmiştir.
Çocuğun
kendini, kişisel özellik, ilgi, beceri ve yetilerini tanıyamadan; bu
özelliklerinin açığa çıkacağı ve dolayısıyla öğretmen ve ebeveynleri
tarafından gözlenebileceği çağa girmeden; yaşamını sağlayacağı meslekler
ile devam edebileceği öğrenim kariyeri hakkında bırakınız tutarlı veya
tutarsız herhangi bir tutum almayı, bilgi dahi edinemeden ve edinebilecek
çağa da gelmeden 9-10 yaşlarında ve somut işlem çağının ortasında,
ilköğretimin ikinci kademesine atlatılarak ebeveynlerinin veya okulun
istemleri doğrultusunda mesleki yönlendirmeye tabi tutulmaları, Anayasanın
5 inci maddesiyle Devlete verilen kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak suretle sınırlayan siyasal, ekonomik
ve sosyal engelleri kaldırmak ve insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak görevleriyle bağdaşmadığı gibi,
çocuğun maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkını sınırladığından
Anayasanın 17 nci maddesine aykırılık oluşturmaktadır.
Öte yandan,
günümüzde ülkelerin kalkınmasında en önemli etmenin beşeri sermaye olduğu
konusunda görüş birliği vardır. Beşerin, nüfustan sermaye haline gelerek
önemli bir üretim faktörü olabilmesi, herkesin temel eğitimden geçirilerek
herkese temel eğitime ilişkin temel beceriler ile tutum ve davranışların
kazandırılması ve sonrasında da ilgi, yeti ve becerileri doğrultusunda
eğitilerek herkesin sevdiği işi yapacak hale getirilmesiyle mümkündür.
İşgücüne ilgi, yeti ve becerilerine uygun eğitim verilerek herkesin sevdiği
işi kaliteli yapar hale gelmesi sağlanmadan, ne beşeri sermayeden ne de
işgücünün verimli kullanılmasından söz edilebilir.
Bu bağlamda
iptali istenen ve günümüzde en önemli üretim faktörü olan beşeri sermayeyi
konu alan düzenlemeler, 2000-2006 dönemini kapsayan Sekizinci Kalkınma
Planı ile öngörülen hedefler doğrultusunda yasalaşan temel eğitim sistemini
bütünüyle ortadan kaldırmakta ve 2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma
Planı ile 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun 9 uncu
maddesine göre hazırlanan Milli Eğitim Bakanlığı 2010-2014 Stratejik
Planı’ndaki stratejik amaç ve hedeflerden sapma oluşturması yanında Devlete
verilen ülke kaynaklarından beşeri sermayenin verimli şekilde
kullanılmasını planlamak ve sağlamak ile üretimi artırıcı ve istihdamı geliştirici
önlemleri almak görevleriyle bağdaşmadığından, Anayasanın 166 ncı maddesine
aykırılık oluşturmaktadır.
Öte yandan, Anayasanın
166 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında, Kalkınma planlarının hazırlanmasına,
Türkiye Büyük Millet Meclisince onaylanmasına, uygulanmasına,
değiştirilmesine ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesine ilişkin
usul ve esasların kanunla düzenleneceği öngörülmüştür.
30.10.1984 tarihli ve
3067 sayılı Kalkınma Planlarının Yürürlüğe Konması ve Bütünlüğünün
Korunması Hakkında Kanunun 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Komisyonlarının kendilerine havale edilen kanun
tasarısı ve teklifleri ile bu tasarı ve teklifler üzerinde verilen
değişiklik önergelerini, Kalkınma Planına uygunluk bakımından da
inceleyecekleri ve uygun bulmadıkları takdirde reddedecekleri; (2) numaralı
fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının Kalkınma Planıyla
ilgili gördüğü tasarı ve teklifleri en son olarak Plan ve Bütçe Komisyonuna
havale edeceği; kanun tasarı ve tekliflerinin, Hükümetin veya Genel Kurulun
lüzum göstermesi halinde de, Plan ve Bütçe Komisyonuna havale olunacağı;
(3) numaralı fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe
Komisyonunun (1) ve (2) numaralı fıkralarda belirtilen kanun tasarı ve
tekliflerinden başka, kamu harcama veya gelirlerinde artış veya azalış
gerektiren kanun tasarı veya tekliflerini veyahut sadece belli maddeleri bu
niteliği taşıyan tasarı veya tekliflerini de inceleyeceği hüküm altına
alınmıştır.
İptali istenen düzenlemeler
köylerdeki harap duruma düşmüş ilkokulların, kapatılmış bulunan İmam-Hatip
Ortaokulları ile diğer meslek ortaokullarının yeniden açılmasını, 60 aylık
çocukların ilköğretime başlatılmasını ve 4 ncü sınıftan sonra 9-10
yaşlarında ortaokula başlatılmasını öngörmektedir. Düzenlemeler bu haliyle
2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda yer almamanın
yanında, kalkınma Planından sapma oluşturmakta ve ayrıca harap durumdaki
ilkokulların onarılması, ilköğretimde ek kapasite yaratılması, ilköğretim
okullarının ilköğretim ve ortaokul/imam hatip ortaokulu/mesleki ortaokula
dönüştürülmesi gibi nedenlerle kamu harcamaları ile kamu gelirlerinde ek
artışları gerektirmektedir. Bu nedenle de Anayasanın 166 ncı maddesinin
üçüncü fıkrası gereğince çıkarılan 3067 sayılı Kanunun 3 üncü maddesi
uyarınca Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmesi gerekmektedir. Anılan Kanun
Teklifinin, Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeden yasalaşması, Anayasanın
166 ncı maddesine bu açıdan da aykırıdır.
Bilimsel
araştırmalar çağ nüfusunu bilişsel gelişim açısından, 7-11 yaş somut
işlemler, 12 yaş ve üstünü ise soyut işlemler dönemi olarak belirlemiştir.
Dolayısıyla, 7-11 yaşlarındaki çocuklara verilecek eğitimde programlar,
dersler ve ders içerikleri, çocuğun bilişsel gelişimine uygun hazırlanır ve
bu dönem çocuklarına soyut bilgiler, örneğin matematik, fen bilgisi (fizik,
kimya, biyoloji) vb.’nin kuramları öğretilmez; öğretilemez. Sayıların,
abaküs, çubuk ya da fasulye taneleri ile öğretilmesi; “A,a” harfinin,
yanına “At” resmi çizilerek simgeleştirilmesi bu yüzdendir. Çünkü çocuk
ancak somut olan şeyleri öğrenebilecek bilişsel düzeydedir. Soyut kavram ve
kuramlar ise, çocuğun soyut işlem dönemine geçtiği 12 yaşından sonra eğitim
ve öğretime aşamalı bir şekilde konu oluşturur.
Soyut bilgi ve kuramların, 9-10
yaşlarında ve somut işlem çağının ortasında olan çocuklara nakledilmeye kalkışılması
durumunda, çocuğun öğrenmesi değil, koşullandırılması söz konusu olur.
Koşullandırmalı/şartlı öğrenme ise aklın ortadan kalkarak yerini reflekse
bırakması, öğrenmenin şartlı reflekse bağlanması demektir.
Dolayısıyla,
ilköğretime başlama yaşının bir yaş öne çekilmesi ve temel eğitimin 4+4
şeklinde kademelendirilerek imam hatip ortaokullarının açılması ve mesleki
seçmeli dersler yanında Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı
derslerinin konulduğu ilköğretimin ikinci kademesinin 9-10 yaşlarında
başlatılması çocukların öğrenmelerini değil, koşullandırılmalarını
sağlamayı amaçlamaktadır. Bu, öğrenme değil, dayatma sürecini amaçlayan
hüküm, ilköğretimin ikinci kademesinde imam-hatip ortaokulları açılması ile
Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı derslerinin ilköğretimin
ikinci kademesine seçmeli ders olarak konulması, Anayasanın 41 inci
maddesinin son fıkrasıyla devlete verilmiş olan, her türlü istismara karşı
çocukları koruyucu önlemleri alma göreviyle bağdaşmadığı gibi 42 nci
maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan, eğitim ve öğretimin, çağdaş bilim ve
eğitim esaslarına göre yapılacağı kuralına da aykırılık oluşturmaktadır. Bu
hüküm, Laik devletin tüm dinlere eşit mesafede bulunması gerektiği kuralına
da aykırıdır. Zira Türkiye Cumhuriyeti devleti laik bir devlet olup, ülkemizde farklı
dinlere mensup yurttaşların varolduğu unutulmamalıdır.
Anayasanın Başlangıcında,
laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve
politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; 2 nci maddesinde, Türkiye
Cumhuriyetinin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devleti olduğu; 14 üncü maddesinin birinci fıkrasında, Anayasada yer alan hak
ve hürriyetlerden hiç birinin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik
Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde
kullanılamayacağı; ikinci fıkrasında, Anayasa hükümlerinden hiç birinin,
Devlete ve kişilere Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok
edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak
şekilde yorumlanamayacağı, kurallarına yer verilmiş; 24 üncü maddesinin
birinci fıkrasında, herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip
olduğu kurala bağlandıktan sonra ikinci fıkrasında ise aynen, “Din ve ahlak
öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak
öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında
yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi
isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.”
denilmiştir.
Yine Anayasanın 24 üncü
maddesinin dördüncü fıkrasındaki, “Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi
ancak, kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin
talebine bağlıdır.” hükmü çerçevesinde, Anayasanın 136 ncı maddesine göre
kurulan ve 22.06.1965 tarihli ve 633 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle, “İslam
Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din
konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” görevleri
verilen Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürürlüğe konulan Diyanet
İşleri Başkanlığı Kur’an Eğitim ve Öğretimine Yönelik Kurslar ile Öğrenci
Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliği (R.G. 07.04.2012/28257)’nin 12 nci
maddesinde il, ilçe, belde ve köylerde ilgili müftülüğün talebi ve
Başkanlığın onayıyla Kur’an kursları açılacağı; 26 ncı maddesinin (1)
numaralı fıkrasında, Kur’an kursu bulunmayan veya bulunup da ihtiyaca cevap
vermeyen yerlerde veya arzu eden vatandaşlara Kur’an-ı Kerim ve meâli ile
gerekli dini bilgileri öğretmek üzere camilerde Kur’an öğretimi kursları
açılacağı belirtilmiş; 25 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise
aynen, “Okulların tatil
olduğu zamanlarda, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni
temsilcilerinin talebine bağlı olarak Kur’an-ı Kerim’i ve mealini öğrenmeleri,
dini bilgilerini geliştirmeleri, dini içerikli sosyal ve kültürel
etkinliklerden yararlanmaları amacıyla Kur’an kurslarında, camilerde ve müftülüklerce uygun görülecek yerlerde
mülki amirin onayı ile yaz Kur’an kursları açılır.” denilmiştir.
Aynı Yönetmeliğin 13 üncü maddesinde
ise, Kur’an kurslarında,
- Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun olarak yüzünden okumayı
öğretmek,
- Tecvid, tashih-i huruf ve
talim gibi Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun ve güzel okumayı
sağlayıcı bilgileri uygulamalı olarak öğretmek,
- İbadetler için gerekli sûre, âyet ve duâları ezberletmek
ve anlamlarını öğretmek,
- Hafızlık yaptırmak,
- Kur’an-ı
Kerim’in anlaşılmasını sağlamak,
- İslâm Dininin inanç, ibadet ve
ahlâk esasları ile Hz. Peygamberin hayatı ve örnek ahlâkı hakkında bilgiler
vermek,- Dini içerikli sosyal ve kültürel etkinlikler düzenlemek,
Faaliyetlerinin
yapılacağı belirtilmiştir.
Bu bağlamda, Kur’an ve
Hz. Muhammed’in Hayatı ile İslam dininin inanca, ibadetlere ve ahlaka
ilişkin kuralları, Ehli Sünnet öğretisine bağlı Hanefi Mezhebinin görüşleri
doğrultusunda Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim okullarında
zorunlu olarak öğretilmenin yanında, ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığına
bağlı Kur’an kurslarında kişilerin
kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olarak ayrıca öğretilmektedir.
Öte yandan, 430 sayılı Tevhid-i
Tedrisat Kanununun 4 üncü maddesi uyarınca dini bilgiler konusunda yüksek
uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitelerde İlahiyat Fakülteleri kurulmuş ve
imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli
memurların yetişmesi için ise İmam Hatip Liseleri açılmıştır. İmam Hatip
Lisesi programına Arapça, Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel
Dini Bilgiler dersleri yanında Hadis, Fıkıh, Tefsir, Kelam, İslam Tarihi,
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Hitabet ve Mesleki Uygulama dersleri
konularak İslam dininin kısmen de olsa bir bütünlük içinde eğitime konu
oluşturması hedeflenmiştir.
Bu bağlamda, Anayasanın 24 üncü
maddesinde devletin gözetim ve denetiminde yapılması öngörülen, ilk ve
ortaöğretimde zorunlu din kültürü ve ahlak öğretimi ile kişilerin kendi
isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlı din eğitim
ve öğretimi, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim okullarında
zorunlu; Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı Kur’an kurslarında ise isteğe
bağlı olarak eksiksiz bir şekilde yapılmaktadır.İslam dininin inanç, ibadet
ve ahlaka ilişkin kuralları ile abdest alma, namaz kılma ve namazda okunan
sureler ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu olan Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi dersi kapsamında tüm çocuklara, bu konulara ek olarak Arapça dili
ve alfabesi ile Kuran’ın yüzünden okunması ve meali Yaz Kur’an Kurslarında
isteyen çocuklara öğretildiğine; ortaokul ve liselere seçmeli ders olarak
konulan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı derslerinde, Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile Yaz Kur’an Kursları kapsamında eğitim ve
öğretimi yapılan konuların tekrarı da yapılamayacağına göre, geriye
kaynağını Kur’an ile Hz. Muhammed’in Hayatından alan, İslam’ın siyasal, hukuksal,
toplumsal, ekonomik ve sosyal alana ilişkin kuralları kalmaktadır.
Başka bir anlatımla,
ortaokul ve liselere seçmeli ders olarak konulan Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberimizin Hayatı derslerinde, ilk ve ortaöğretim okullarında zorunlu
olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile Kur’an Kurslarında
öğretimi yapılan konular olamayacağına yani zorunlu ve isteğe bağlı
programlarda yer alan aynı konular seçmeli derslerde tekrar edilemeyeceğine
göre, söz konusu seçmeli derslerde tarihteki İslam devletlerinde de farklı
uygulanan hukuksal, toplumsal, siyasal, ekonomik ve sosyal alana ilişkin
kurallarının öğretiminin yapılması kalmaktadır. Anayasa
Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında ayrıntılı
olarak açıklandığı üzere, çağdaş demokrasilerin ortak değeri olan laiklik
ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma döneminden
alır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan
siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik
ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını
gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Lâik bir
düzende, din siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır,
gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya
işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi,
çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Laikliğin bu işleviyle
tüm inanç grupları arasında toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir
değer olduğu açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve
sosyal bir kurum olan dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları
veya ulusal irade yerine siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet
temelini oluşturdukları anda toplumsal ve siyasal barışın korunması
olanaksızlaşır. Siyasal yapıya egemen olan dogmalar öncelikle özgürlükleri
ortadan kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mutlak hakikat
iddialarını reddeder, dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın
bilgisiyle açıklayabilecek toplumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve
devlet işlerini birbirinden ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim
aracı olmaktan çıkarır.
Yasa hükmü ile tartışmalı
kuralların tek yanlı ve koşullandırmalı bir şekilde ilk ve ortaöğretime
konu oluşturması, İslam dinini belli bir şekilde anlamayı, yorumlamayı,
dolayısıyla İslami bir devlette yaşamayı hedefleyen bireyler yetiştirmeyi
amaçlamaktadır.
Kutsal din duygularını
devlet işlerine ve politikaya karıştırmayı hedefleyen bu amaç, Anayasanın
Başlangıcına aykırı olmanın yanında, toplumsal huzuru ve milli dayanışmayı
hedef aldığından Anayasanın 2 nci maddesiyle de bağdaşmamakta ve Anayasada
yer alan temel hak ve hürriyetler ile insan haklarına dayanan demokratik ve
laik Cumhuriyetin gerekleriyle bağdaşmadığı için de Anayasanın 14 üncü
maddesine aykırılık oluşturmaktadır.
İlk ve ortaöğretim
kurumlarında Anayasanın 24 üncü maddesinin dördüncü fıkrasındaki Din
kültürü ve ahlak öğretimi hariç okutulacak zorunlu ve seçmeli bütün
dersler, Talim ve Terbiye Kurulunun yetkisinde iken, 6287 sayılı Kanunla,
seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı dersleri yasama organı
tarafından yasayla belirlenmesi de manidardır. Ayrıca, yasa koyucunun,
Anayasanın gösterdiği amacın veya kamu yararının dışında kişisel, siyasal
ya da saklı amaç güttüğü; bir başka amaca ulaşmak için idarenin yetkisinde
olan bir konuyu kanunla düzenlediği durumlarda, ‘yetki saptırması’ adı
verilen durum ortaya çıkar. Bu durum Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk
devleti ilkesi ile bağdaşmaz.
Anayasanın 24 üncü
maddesinin dördüncü fıkrası gereğince, İslam dininin inanca, itikada,
ibadetlere ve ahlaka ilişkin kuralları ilk ve ortaöğretim kurumlarında
zorunlu; bunlara ek olarak Arapça dili ve alfabesi ile Kuran’ın yüzünden
okunması ve meali Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Yaz Kur’an
Kurslarında kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin
talebine bağlı olarak ayrıca öğretilirken, tarihteki İslam devletlerinde de
farklı uygulanan hukuksal, toplumsal, siyasal, ekonomik ve sosyal alana
ilişkin kurallarının Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı isimli
seçmeli dersler temelinde öğretiminin yapılmasına yönelik düzenleme, tek
yanlı, nesnellikten uzak ve koşullandırmalı bir eğitimle Sayın Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “dindar nesil yetiştirme” ve tek yanlı
ve koşullandırmalı eğitim yoluyla oluşturulan “dindar nesil(!)” eliyle
Devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuki düzenini kısmen de olsa din
kurallarına dayandırma veya yetiştirilmesi hedeflenen dindar nesil
üzerinden siyasal ya da kişisel çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla dini veya
din duygularını yahut dince kutsal sayılan değerleri istismar etme amacı
taşıdığından, Anayasanın 24 üncü maddesinin son fıkrasına da aykırıdır.
Anayasanın 2 nci
maddesinde laiklik ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmış
ve bu ilkeye Anayasal düzeyde değiştirilemezlik ve değiştirilmesi teklif
dahi edilememezlik atfedilmiştir. Laikliğin özü, devletin resmi dininin
olmaması ve tüm din, mezhep ve felsefi inançlara karşı tam anlamıyla yansız
ve tarafsız olması, kayıtsız kalması ve hatta körleşmesidir. Ülke nüfusunun
tamamı Müslüman dahi olsa resmi bir dini olmayan laik bir Anayasal
Cumhuriyette, yasama organının “Hz. Peygamberimizin Hayatı” ismiyle yasa
yaparak İslam dini ile devlet arasında bir aidiyetlik ilişkisi kurması
Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır.
Laiklik ilkesi gereği
dinler, mezhepler ve felsefi inançlar karşısında tam bir tarafsızlık içinde
olması gereken laik Devletin, herhangi bir dinin veya mezhebin ya da
felsefi inancın misyonerliğine soyunması ve ilk ve ortaöğretim kurumlarını
“dindar nesil yetiştirmek” amacı doğrultusunda kullanılmayı amaçlanması,
Anayasanın 2 nci maddesindeki laiklik ilkesine bu açıdan da aykırıdır.
Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberimizin Hayatı dersleri seçmeli ders olarak konuluyor ise bunun
alternatifi Drama dersi olamayacağına göre diğer ilahi kitaplar ile
Peygamberlerin hayatına ilişkin derslerin de seçmeli ders olarak konulması
demokratik çoğulculuk ile eşitlik ilkelerinin gereği olduğuna göre, aksine
düzenleme Anayasanın 2 nci maddesindeki demokratik devlet ilkesi ile 10
uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır.
Öte yandan, iptali
istenen maddede “isteğe bağlı seçmeli ders” ifadesi kullanılarak Anayasanın
24 üncü maddesinde yazılı “kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni
temsilcilerinin talebine bağlıdır” ifadesiyle ilgi kurulmaya çalışılmıştır.
Oysa “isteğe bağlı” ile “seçmeli” farklı kavramlardır. Anayasada ifadesini
bulan isteğe bağlı din eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
verilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı Kur’an Kurslarına
isteyen kişiler katılmakta, küçükler de kanuni temsilcilerinin talebiyle
gitmektedirler. Seçmeli ise, birbirinin muadili olanlar arasından tercihte
bulunmayı gerektirir ki Anayasada seçmeli din eğitimi şeklinde bir ifade
geçmediğinden söz konusu düzenleme, Anayasanın 24 üncü maddesine bu açıdan
da aykırıdır. Başka hiçbir seçmeli ders
kanunla düzenlenmezken bu Eğitim Kanununa yapılan değişiklikle Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Muhammed’in hayatı gibi konuların isteğe bağlı seçmeli ders
olarak kanunda yer alması, ne Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan laik,
demokratik ve sosyal hukuk devleti ilkesine ne Anayasının din ve vicdan
hürriyeti başlıklı 24 üncü maddesine ne de “eğitim ve öğrenim hakkı”
başlıklı 42 nci maddesine uygun düşer. Bu düzenleme tamamen Anayasaya
aykırıdır.
Anayasaya tamamen aykırı bu düzenlemenin toplumdaki huzursuzluğu
arttırarak, eğitim sistemimizde bir kaos yaratacağı ve toplumdaki siyasi
kutuplaşmayı daha da derinleştirerek, ülkenin geleceğini karanlığa
götüreceği açıkça ortadadır.
Anayasa Mahkemesinin 21.10.1971 günlü 53/76 sayılı; 3.7.1980 günlü,
19/48 sayılı; 25.10.1983 günlü, 2/2 sayılı ve 4.11.1986 günlü 11/26 sayılı
kararlarında da lâikliğin hukuksal, sosyal, siyasal tanımları yanında
ulusal ve hukuksal değeri de geniş bir biçimde belirtilmiş, özenle
korunması gereken anayasal ilke niteliği vurgulanmış, Türk Ulusunun
yücelmesi bakımından Anayasada öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan
bir neden, Anayasada benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce
olduğu yinelenerek ortaya konulmuştur.
Bu kararların kimisi 1982 tarihli Anayasanın yürürlüğe girmesinden
önce verilmiş oldukları halde, 1982 Anayasasının 153 üncü maddesi 1982
Anayasasına 174 üncü madde olarak olduğu gibi alındığı ve lâiklik ilkesi
1982 Anayasasında da gerekçeleri gösterilerek 1961 Anayasasındaki anlayışla
değerlendirildiği için, bugün de geçerliliklerini korumaktadır. Bu
kararlara göre;
- Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması esasını
benimseme,
- Dinin, bireyin manevî yaşamına ilişkin olan dinî inanç bölümünde,
aralarında ayırım gözetmeksizin, dini Anayasa güvencesi altına alma,
- Dinin, bireyin manevî yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkileyen
eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini, güvenliğini ve
yararını korumak amacıyla sınırlamalar kabul etme ve dinin kötüye
kullanılmasını ve sömürülmesini yasaklama,
- Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, devlete dinsel
hak ve özgürlükler üzerinde denetim yetkisi tanıma, lâiklik ilkesinin
gereği olarak anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli
kararında; Anayasa Mahkemesi, devlet, demokrasi, hukuk, din ve vicdan özgürlüğü,
eğitim ve öğretim hakkı ile lâiklik arasındaki ilişkileri de şöyle tanımlamaktadır.
“Modern devlette din, kimi haklara sahip olmanın şartı değildir.
Günümüzde devlet, vicdan hürriyetine olabildiğince saygılı, bünyesinde
çeşitli din ve mezheplere inananlara ve bunlara ait teşekküllere yer veren
bir kurumdur. Lâik devlette herkes dinini seçmekte ve inançlarını açığa
vurabilmekte, tanınmış olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içerisinde
serbesttir. Hiçbir dine itikadı olmayanlar için de durum aynıdır. Lâik bir
toplumda herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir. Bu husus yasa
koyucunun her türlü etki ve müdahalesinin dışındadır. Gerçek vicdan
hürriyetinden ancak lâik olan ülkelerde söz edilebilir. Dinlerden birini
devlet olarak tercih fikri, ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde
eşitlik ilkesine aykırı düşer. Lâik devlet, din konusunda, inancına
bakmaksızın, yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir.
Anayasamızın
din ve vicdan hürriyetini düzenleyen 24 üncü maddesinde;“Herkes vicdan dini
inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı
olmamak, şartıyla ibadet dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dini ayin ve
törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini
inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlak eğitim ve öğretimi
devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi
ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.
Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine
küçüklerin de kanuni temsilcilerin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik,
siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma
veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle
olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri
istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
denilmektedir.
Tarafı bulunduğumuz 1948 tarihli
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nin 18 inci maddesi, “Herkesin
düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inanç
değiştirmek özgürlüğünü, dinini veya inancını tek başına veya topluca, açık
ya da özel olarak öğretim, uygulama, ibadet ve törenlerle açığa vurmak
özgürlüğünü içerir.”1975 Tarihli Helsinki Nihai Senedinde :
Katılan devletlerden... “Herbiri
insan kişiliğinin niteliğindeki onurdan doğan ve bu kişiliğin özgür ve tam
gelişmesi için temel olan kişisel, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve
öteki hakların etkin biçimde kullanılmasını özendirir. Bu çerçeve içinde
katılan devletler, bireyin tek başına veya başkaları ile birlikte, kendi
vicdanı uyarınca din ve inancını açıklama ve uygulama özgürlüğünü tanır ve
ona saygı gösterir.”
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
açıklık getiren 1966 tarihli Kişisel ve Siyasi Haklara İlişkin Milletlerarası
Andlaşmanın 18 inci maddesinde de ‘Herkesin
düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olacağı, bu hakkın, herkesin
istediği dine ya da inanca sahip olması ya da bunları benimsemesi
özgürlüğünü ve herkesin aleni veya özel olarak bireysel ya da başkaları ile
birlikte toplu olarak, kendi din ya da inancını ibadet, icra, bunun
icaplarını yerine getirme ya da öğretme bakımından ortaya koyma özgürlüğünü
de içerdiği’ ifade edilmiştir. Bu anlaşmaya taraf devletler,
çocuklarının dini ve ahlaki terbiyesini ananın, babanın ve bunlar
olmadığında kanuni vasilerinin de kendi inançlarına uygun olarak yaptırmak
hürriyetine saygılı olmaya söz verir.
1952 tarihli İnsan Haklarını ve Ana
Hürriyetlerini Korumaya dair Sözleşmeye (AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ)
Ek 1 numaralı Protokolün 2 nci maddesinde, hiç kimsenin eğitim hakkından,
yoksun bırakılamayacağı; Devlet de eğitim ve öğretim sahasında deruhde
edeceği vazifelerin ifasında, ebeveynin bu eğitim ve öğretimi kendi dini ve
felsefi akidelerine göre temin etmek hakkına riayet edeceği...” ifade
edilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine
açıklık getiren; 1960 Tarihli Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme’nin 5
inci maddesinin (b) bendinde, Ebeveynlerin
ve uygulandığı yerlerde vasilerin, ilk olarak, çocukları için yetkili makamlarca belirlenebilecek ya da onaylanabilecek asgari eğitim
standartlarına uymakla birlikte kamu
makamlarınca yönetilenlerden başka kurumları seçme özgürlüğüne saygı göstermek ve ikinci olarak, devlette yasaların uygulanmasında
izlenen usullerle tutarlı olmak
koşuluyla çocuklarının kendilerinin [ebeveynlerin ve vasilerin] inançlarına uygun şekilde din ve ahlâk eğitimi almalarını güvence
altına almak ve hiç kimsenin ya da kişi
grubunun kendi inancıyla bağdaşmayan din eğitimi görmeye mecbur bırakılmaması temel ilkedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine
açıklık getiren; 1981 Tarihli Dine ya da İnanca Dayalı Müsamahasızlığın ve
Ayrımcılığın Bütün Şekilleri ile Ortadan Kaldırılması Hakkındaki Bildiride,
“Ebeveynler veya ... kanuni temsilcileri, ... din veya inançlarına uygun,
şekilde ve kendi fikirlerine göre çocuğun yetiştirilmesi için gerekli olan
ahlaki eğitimi... düzenleme hakkına sahiptirler. Her çocuk, din ve inanç
konusunda ebeveyninin veya... kanuni temsilcilerinin isteklerine uygun bir
şekilde eğitimden yararlanma hakkına sahiptir ve... isteklerine aykırı bir
şekilde din veya inanç konusunda eğitim almaya mecbur edilmeyecektir; bu
hususta yönlendirici prensip çocuğun menfaatleridir.” şeklinde taraf devletleri
bağlayıcı düzenlemeler yer almaktadır.
Anayasanın 24 üncü maddesinin l.
fıkrası ile; vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetleri tanınmış ve güvence
altına alınmıştır. AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ’nin 9 uncu maddesinde
“herkes düşünce vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir.” demekte, 1966 tarihli
Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 18 inci maddesinin 1. bendi de
“Herkesin düşünce vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır.” hükmünü sevk
etmektedir. Bunun gibi Evrensel İnsan Hakları Bildirisinin 18 inci maddesi
de “Herkesin düşünce vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır.” şeklinde aynı
hükmü sevk etmiştir.
Bu düzenlemeler; düşünce, vicdan ve
din hürriyetlerinin kesinlikle aynı mahiyet ve nitelikte olduklarını, biri
diğerinin olmazsa olmaz koşulu olarak karşımıza çıktıklarını
göstermektedir. Şu halde demokratik bir hukuk devletinde düşünce ve ifade
hürriyetinden vazgeçilemeyeceği gibi; vicdan ve din hürriyetlerinden
bunların açıklama ve uygulama biçimlerinden de vazgeçilemez.
Vicdan hürriyeti; herhangi bir dini
veya felsefi inanç ve kanaat sahibi olma veya olmama hakkını ifade etmektedir.
Başka bir ifade ile ve özellikle “herhangi bir dine inanıp inanmamakta
kişinin hür ve serbest olmasıdır.” Bunun sonucu olarak hiç kimse bir dini
inanç sahibi olmak zorunda olmadığı gibi dini felsefi inanç ve kanaatlerini
açıklamak zorunda da değildir. Din hürriyeti, kişilerin herhangi bir dine
veya dini inanca sahip olmak, dininin gereklerini öğrenmek ve yaşayabilmek
hakkıdır.
Din ve vicdan hürriyeti; yukarıda
açıklandığı gibi, sağladığı diğer hakların yanında “dini düşünceyi açıklama
ve yayma, görüşünü benimsetmek, bu amaçla öğrenmek ve öğretmek haklarını”da
sağlamış ve bu haklar güvence altına alınmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9
uncu maddesinin l. fıkrası “Her şahıs düşünme, din ve vicdan hürriyetine
sahiptir. Bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini ve alenen veya
hususi tarzda ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına
veya toplu olarak dinini veya kanaatini açıklamak hürriyetini tazammum
eder” demek suretiyle, yukarıda sayılan hakların uluslararası düzeyde
tanındığını ve güvence altına alındığını beyan etmektedir. Evrensel İnsan
Hakları Bildirisinin 18 inci maddesi ile 1966 tarihli Kişisel ve Siyasal
Haklar Sözleşmesinin 18 inci maddesi aynı hakları tanımışlardır. Din ve
vicdan hürriyetinin hangi hakları verdiği ayrıca bilimsel kaynaklarda da
açıklanmıştır. Bu haklar arasında özellikle eğitim, öğretim ve uygulama
hakları zikredilmektedir. Bu haklar keza Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve
Divanı kararlarında da uygulama konusu olmuştur.Bu veriler ışığında değerlendirildiğinde,
iptali istenilen 6287 sayılı Kanun Anayasanın 24 üncü maddesini açıkça
ihlal etmektedir.
Keza AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ
Ek 1. Protokolün 2 nci maddesinde: “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun
bırakılamaz. Devlet Eğitim ve öğretim alanın yükleneceği görevlerin yerine
getirilmesinde ana babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi
inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.” denilmiştir.
Doktrinde bu madde:
“Totaliter devletlerin, çocukları ana
babalarının etkisinden çıkararak onlara sistematik şekilde belirli bir
dogmatik görüşü aşılamak suretiyle eğitmeleri, bu hükmün şerh edilmesinin
başlıca nedenidir. Hazırlık çalışmalarında, ana babanın sadece dini görüşün
mü yoksa dünya görüşünün de mi gözönüne alınması gerektiği konusu üzerinde
uzun tartışmalar yapılmış ve sonuçta eğitimin her ikisini de kapsaması
konusunda uzlaşma sağlanmıştır” şeklinde yorumlanmaktadır.
Bu üst normatif düzenlemelerin ortaya
koyduğu sonuç; herkesin dini ve felsefi inançları doğrultusunda kısıtlamasız
eğitim ve öğrenim haklarının varlığıdır. Devlet, inançlara saygıyı, yani bu
özgürlüğün gerçekten ve fiilen kullanılmasını sağlamak için gerekli tedbir
ve güvenceleri sağlamakla yükümlüdür.
Devlet, kişilerin her alanda eğitim
ve öğretimlerini, maddi ve manevi gelişmelerini sağlamak görevini üstlenmiş
olduğu gibi, kişilerin yukarıda sayılan haklarına saygı göstermek
yükümlülüğü altındadır. Hukuk devleti, bu yükümlülüklere ve haklara bağlı
kalmayı zorunlu kılar.
Aynı zamanda bu kanun, Devletin
“çocukların eğitiminde ana babanın dini ve dünyevi görüşlerine saygı göstermek
yükümlülüğünü” de ihlal etmektedir. Kanun bu düzenlemesi ile, totaliter
devletlerde olduğu gibi; eğitimde öngörülen program uygulaması suretiyle
“çocukları ana babanın etkisinden çıkararak onları sistematik şekilde
belirli bir doğmatik görüş” doğrultusunda eğitmek yoluna girmiştir.
Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin Hasan ve Eylem Zengin-Türkiye (1448/04 Başvuru No ve 09 Ekim
2007 tarihli) Kararının 76 ncı paragrafında, “AİHM, muafiyet usulünün uygun
bir yöntem olmadığı ve din derslerinde öğretilenin çocukların üzerinde okul
ile kendi değerleri arasında bağlılık çatışmasına yol açabileceğini haklı
olarak düşünebilecek ebeveynlere yeterince koruma sağlamadığı sonucuna
varır. Bu durum özellikle Sünni İslam’dan farklı din veya felsefi
inanışlara sahip ebeveynlerin çocukları için uygun bir seçim yapma
imkanının öngörülmediği koşullarda geçerlidir. Din dersinden muafiyet
işlemi, farklı dini veya felsefi inanışlara sahip aileleri ağır bir yük
altına sokabilmekte ve onları, çocuklarının din dersinden muaf tutulmaları
için dini ya da felsefi inanışlarını ifşa etmeye mecbur kılmaktadır.”
denilerek, AİHS’ne Ek 1 No’lu Protokol’ün 2 nci maddesinin ikinci cümlesi
çerçevesinde başvuranın haklarının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Dini ya da felsefi
inanışı ifşa etmeye zorlanmak açısından, bir okulda din dersinden muafiyet
ile din dersinin seçmeli hale getirilmesi arasında hiçbir fark yoktur. Bir
sınıfta bulunan 30 öğrenci arasından örneğin on tanesinin Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi dersinden muafiyet talebinde bulunması ile Kur’an-ı Kerim ve
Hazreti Peygamberimizin Hayatı derslerini seçmemesi veya Alevilik dersi ya
da Hıristiyanlık dersi var ise onlardan birini tercih etmesi veyahut da
bunlardan hiç birini tercih etmemesi arasında dini veya felsefi inanışın
ifşası açısından hiçbir fark yoktur.
Bu nedenlerle, açıkça,
seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin Hayatı dersleri yoluyla
kişileri dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlayan düzenlemeler
Anayasanın 24 üncü maddesinin üçüncü fıkrasına ve ayrıca AİHS’ne Ek 1 No’lu
Protokol’ün 2 nci maddesinin ikinci cümlesi ile bağdaşmaması nedeniyle
Anayasanın 90 ıncı maddesine aykırı olmanın yanında, Anayasanın 174 üncü
maddesi ile koruma altına alınan 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu ile
bağdaşmadığından, Anayasanın 174 üncü maddesine de aykırılık
oluşturmaktadır.
Eğitim ve öğretimde, dinsel inanca devlet gücünün özel bir katkı vermesi
düşünülemez. Lâiklik bir bütündür. Özellikle eğitim ve öğretim alanında
lâikliğe bağlılık ve saygı, ulusun geleceği açısından da üzerinde önemle
durulacak bir konudur. Siyasal alanda dinsel çabalar, dinsel geleneklere
uygunluğu aranan düzenlemeler, eylem ve işlemler ne kadar geçersizce,
öğretim ve eğitim alanında da din buyruklarıyla ilişki kurulamaz.
Demokrasinin güvencesini ve Cumhuriyetin özgün niteliğini oluşturan bu
ilkenin büyük bir duyarlık ve özenle korunması Anayasa gereğidir.
“Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42 nci maddesinin
üçüncü fıkrasında “Eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve inkılâpları
doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri
açılamaz” denildikten sonra dördüncü fıkrasında “Eğitim ve öğretim
hürriyeti Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz” kuralıyla
Başlangıçtaki ilkelere bağlılık pekiştirilmiştir.
Anayasanın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42 nci
maddesinin ilk fıkrasında, “Kimse, eğitim ve öğrenim haklarından yoksun
bırakılamaz” denilerek eğitim ve öğretim hakkının genelliği ilkesi
benimsenmiş, ikinci fıkrada öğrenim hakkının kapsamının yasayla saptanacağı
ve düzenleneceği belirtilmiştir Anayasanın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve
ödevi” başlıklı 42 nci maddesinin ilk fıkrasında, “Kimse, eğitim ve öğrenim
haklarından yoksun bırakılamaz” denilerek eğitim ve öğretim hakkının
genelliği ilkesi benimsenmiştir Anayasadaki bu düzenlemeyle, Atatürk
ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılması öngörülen eğitim ve
öğretimin, zorunlu olması esası benimsenmiştir.
Anayasanın 24 üncü maddesinin ilk fıkrasında herkesin, vicdan, dinî
inanç ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmiş, ikinci fıkrasında da
bu özgürlüğün doğal bir sonucu olarak özgürlüklerin kötüye kullanılmasını
yasaklayan 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla ibadetin dinî
ayin ve törenlerin serbest olduğu vurgulanmıştır. Üçüncü fıkrada, kimsenin,
ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamayacağı; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanamayacağı ve suçlanamayacağı ilkesine yer verilmiştir.
Bu kurallarla, anlam ve kapsamı belirlenen din ve vicdan özgürlüğü,
yalnız, kişilerin diledikleri inanç ve kanıya sahip olmalarını değil,
olmamalarını da güvenceye almaktadır. Anayasal sınırlar içinde, herkesin
dinini seçme ve inancını açıklama konusundaki özgürlüğü, demokratik, lâik bir
hukuk devletinde yasa koyucunun her türlü etkisinin dışındadır. Devlet, her
türlü din ve inanca aynı uzaklıktadır. Devletin dinlerden birini seçmesi,
ayrı dinlere bağlı yurttaşlar yönünden eşitlik ilkesine de aykırı düşer. Bu
nedenle, lâiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün en önemli güvencesidir
Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin herhangi bir dinî veya felsefî inancı olma
veya olmama hakkını, dinî inanç sahibinin ise dininin gereklerini öğrenme
hakkını ifade eder. Bu bağlamda, herkesin, dinî ve felsefî inançları
doğrultusunda kısıtlama olmaksızın eğitim ve öğretim görme hakkı
bulunmaktadır.
Lâik devletin, doğası gereği resmî bir dininin bulunmaması, belli
bir dine üstünlük tanımamasını, onun gereklerini yasalar ve diğer idarî
işlemlerle geçerli kılmaya çalışmamasını gerektirir. Bu bağlamda, lâik bir
devlette belli bir dinin, eğitim ve öğretimi zorunlu hale getirilemez.
Din ve ahlâk eğitim ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi
altında yapılmasının nedeni, bu konudaki eğitim ve öğretim özgürlüğünün kötüye
kullanılmasını engellemektir. Dinler hakkında yansız ve tanıtıcı bilgiler
vermek ve ahlâki değerleri benimsetmek amacıyla din kültürü ve ahlâk
öğretimi dersleri ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler
arasına alınmıştır. Din eğitimi yerine “din kültürü” dersinden söz edilmesi
de bu amacı açıkça ortaya koymaktadır. Bunun dışındaki din eğitimi ve
öğretimi, ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî
temsilcisinin iznine bağlı tutulmuştur.
Anayasanın 27 nci maddesinin ilk fıkrasında, herkesin, bilim ve
sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her
türlü araştırma hakkına sahip olduğu belirtilmektedir.
Anayasanın “Plânlama” başlıklı 166 ncı maddesinde, ekonomik, sosyal
ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayiin ve tarımın yurt düzeyinde
dengeli ve uyumlu biçimde, hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve
değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını plânlamanın, bu
amaçla gerekli teşkilâtı kurmanın devletin görevi olduğu, plânda, millî tasarrufu
ve üretimi artırıcı, fiyatlarda istikrar ve dış ödemelerde dengeyi
sağlayıcı, yatırım ve istihdam geliştirici tedbirler öngörüleceği;
yatırımlarda toplum yararları ve gereklerinin gözetileceği, kaynakların
verimli şekilde kullanılmasının hedef alınacağı; kalkınma girişimlerinin,
bu plâna göre gerçekleştirileceği; kalkınma plânlarının hazırlanmasına,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce onaylanmasına, uygulanmasına, değiştirilmesine
ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesine ilişkin usul ve esasların
yasayla düzenleneceği belirtilmiştir. Böylece, sosyal devlet ilkesini
gerçekleştirmek amacıyla devletin sosyal ve ekonomik yaşama müdahalesinin
bir plân çerçevesinde yapılması öngörülmüştür.
Anayasanın 10 uncu maddesine göre, herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.Devlet organları ve idare makamları bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar. Bu madde ile amaçlanan mutlak değil hukuksal eşitliktir.
“Yasa önünde eşitlik” ilkesi yasalar karşısında herkesin eşit olmasını,
ayırım yapılmamasını, kimseye ayrıcalık tanınmamasını gerektirir. Durumlarındaki
farklılıklar kimi kişi ve toplulukların değişik kurallara bağlı tutulmasına
neden olabilirse de farklılık ve özelliklere dayandığı için bu tür
düzenlemeler eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz.
Anayasanın 17 nci maddesinin ilk fıkrasında, herkesin, yaşama,
maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmiş, 5 inci maddesinde de kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin
temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Devletin bu yükümlülüğünü
eşitlik ilkesini gözeterek hiçbir ayırım yapmadan herkes için geçerli
olacak biçimde yerine getirmesi gerektiğinde duraksamaya yer yoktur.
Anayasanın 65 inci maddesine göre, Devlet, sosyal ve ekonomik
alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini ekonomik istikrarın
korunmasını gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine
getirir. Bu hüküm gözardı edilemez.. Kaliteli ve çağdaş bir eğitimi
hedeflemesi gereken reform niteliğindeki bir yasanın gereklerinin yerine
getirilmesi için sistem, program ve öğretmen yanında bina, derslik ve ders
araç ve gereçleri gibi fiziki şartların varlığı da söz konusudur. Bu
gereksinmelerin karşılanması için yalnız malî kaynak sağlanması yeterli
değildir. Uzun bir süre de gerekmektedir.
Öte yandan, kanunda bütçenin sayısal olarak bir değere bağlanmamış
olması Anayasanın 163 üncü maddesinin son fıkrasına da aykırı düşmektedir.
Açıklanan bu nedenlerle mevcut düzenleme Anayasanın Başlangıcı ile
2 nci, 10 uncu, 14 üncü, 17 nci,
24 üncü, 27 nci, 41 inci, 42 nci, 65 inci, 90 ıncı, 153 üncü, 163 üncü, 166
ncı ve 174 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptalleri gerekir.
5) 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 12 nci maddesi ile değiştirilen 5/6/1986 tarihli ve 3308 sayılı
Mesleki Eğitim Kanununun 18 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan ‘yüzde onundan fazla’ ibaresinin
madde metninden çıkarılmasının Anayasaya aykırılığı,Çocuk
Hakları Sözleşmesi’nin 1 inci maddesinde, bu sözleşme uyarınca çocuğa
uygulanabilecek olan yasaya göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç,
18 yaşına kadar her insanın çocuk sayılacağı belirtilmiş, 28 inci
maddesinde de çocuğun eğitim hakkı kabul edilerek bu çerçevede
“ilköğretimi, herkes için zorunlu ve parasız hale getirmek” taraf
devletlerin yükümlülükleri arasında sayılmıştır. Sanayi İşyerlerine
Alınacak Çocukların Asgari Yaş Sınırını Belirleyen 59 Sayılı Uluslararası
Çalışma Sözleşmesi’nin 2 nci maddesinde de, onbeş yaşın altındaki çocukların,
kamu ve özel sektör sanayi işletmelerinde veya bunların alt birimlerinde
çalıştırılamayacağı kabul edilmiştir. Bu bağlamda, Mesleki Eğitim Kanunu’nun 18 inci maddesinde yapılmak
istenen değişiklikte işletmelerde çalıştırılabilecek çırak oranı konusunda
% 10 tavan sınırlamasının kaldırılması da çocukların asıl işgücüne
dönüşmesine yol açabilecektir. Başka bir deyişle işletmeler bu durumda,
ciddi bir çocuk emeği sömürüsüne gidebilirler.
Fırsat eşitliğine tamamen aykırı bu kanun değişikliği ile
işletmelerdeki üst sınır kaldırılmış ancak buna karşın alt sınır
getirilmiştir.
Çocukların işe değil okula gitmesi için çağdaş devletler bütün
güçlerini seferber etmişken, çocukların gelişmesini engelleyecek ve
sömürülmesine yol açacak bu değişikliğin ülkemize hiçbir faydası
olmayacaktır
Artık gelişen sanayi, dar bir alanda uzmanlaşmış elemanlardan
ziyade daha çok problem çözme yeteneği gelişmiş, yaratıcı, iletişimi güçlü,
temel eğitim almış kişileri talep etmektedir.
Ayrıca bu değişikliklerle, ülkemizin de taraf olduğu Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nin eğitim ve çalışma ile ilgili pek çok maddesi ihlal
edildiğinden Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasına aykırı olduğu gibi
Anayasanın 5 inci, 10 uncu, 17 nci, 42 nci ve 65 inci maddelerine de
aykırılık söz konusudur.
6) 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 13 üncü maddesi ile değiştirilen 16/8/1997 tarihli ve 4306 sayılı
kanunun geçici 1 inci maddesinin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinin (c)
alt bendinde yer alan “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresinin
“ilköğretim ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmesinin ve maddede yer alan
“sekiz yıllık kesintisiz” ibarelerinin madde metninden çıkartılmasına
ilişkin hükmün, Anayasaya aykırılığı
Sekiz yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitim sürecini dörder yıllık üç
aşamayla 12 yıla çıkartan ve her bir kademenin ayrı kurum ve programlarla
gerçekleştirilmesini öneren kanun teklifinin genel gerekçesi
incelendiğinde; sorunun kesintili ve kesintisiz eğitime yüklenen anlamda
yoğunlaştığı görülmektedir.
İlköğretimin süresi ile kesintili ya
da kesintisiz olması konularında Anayasanın verdiği yetki doğrultusunda
kanun koyucu, daha önceki düzenlemede seçimini sekiz yıllık kesintisiz
zorunlu temel eğitim olarak yapmış ve dava konusu 1 inci ve 5 inci
maddelerle, İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun 9., Millî Eğitim Temel
Kanunu’nun 24 üncü maddesinde yer alan “İlköğretim okulları, beş yıllık
ilkokullar ile üç yıllık ortaokullardan meydana gelir. İlkokulun son sınıfı
bitirildiğinde ilkokul diploması; ortaokulun son sınıfı bitirildiğinde
ortaokul diploması verilir” biçimindeki kuralı değiştirerek “İlköğretim
kurumları sekiz yıllık okullardan oluşur. Bu okullarda kesintisiz eğitim
yapılır ve bitirenlere ilköğretim diploması verilir” kuralını getirmiştir.
Yasa’nın gerekçesinde bu düzenlemenin
amacı ve nedeni şöyle açıklanmıştır: “Çocuklarımızın ilgi, istidat ve
kabiliyet yönünden yetişerek hayata ve üst öğrenime hazırlanması 5 yıllık
zorunlu ilköğretimle mümkün olamamaktadır.
Avrupa Birliği ülkelerinde asgarî
süre olan 9 yıllık zorunlu eğitimin, bu aşamada ülkemizin tüm bölgelerinde,
Öğretim Birliği Yasası çerçevesinde 8 yıllık zorunlu ilköğretim olarak
uygulamaya geçilmesi Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı ile de
öngörülmüştür. Bu ilke, XV inci Millî Eğitim Şurası kararlarıyla da
benimsenmiştir.
Toplumumuz, ülkemizin gerçekleri ve
ihtiyaçları doğrultusunda gelişen ve değişen dünya şartlarına uygun çağdaş
ve demokratik bir eğitim ortamı içinde çocuklarımızın yetiştirilmesini
beklemektedir. Bu beklentinin 5 yıllık zorunlu eğitimle gerçekleşmesi
mümkün değildir. Bu nedenledir ki, zorunlu eğitimin kesintisiz 8 yıla
çıkarılması kaçınılmaz hale gelmiştir. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu
ilköğretim uygulamasıyla, beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımından
dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, özgür ve
bilimsel düşünme gücüne sahip, sorgulayan, insan haklarına saygılı, topluma
karşı sorumluluk duyan yapıcı ve verimli bir neslin yetiştirilmesine büyük
ölçüde katkı sağlanacaktır. Ayrıca çağımız, insanı ön plâna çıkaran, bilgi
toplumlarının oluşturduğu yeni bir dünya düzenine açılmaktadır. Bilgiye
erişimi ve erişilen bilgiyi kullanımı hedeflemeyen toplumlar gelecek yüzyıl
uygarlığının önde gelen ülkeleri arasında yer alamayacaklardır. Buna
karşılık bilgi toplumu olma yolunda ipi önde göğüsleyerek 21’inci yüzyılı
karşılayanları, bugünkünden çok daha parlak bir gelecek beklemektedir.
İlköğretimin kesintisiz sekiz yıla çıkarılmasıyla, bu konuda çok ciddî bir
adım atılmış olacaktır. 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile 222
sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nda yapılacak değişiklikle, uygar
ülkeler ile her alanda bütünleşmeyi hedef alan ülkemizin, eğitim alanında
ihtiyaç duyduğu yeni düzenlemeler gerçekleştirilecek ve uygulamaya
konulması sağlanacaktır”.
Çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre devletin gözetim ve denetimi altında herkes için eğitim ve öğretim hakkını
öngören ve ilköğretimin kız ve erkek tüm vatandaşlar için zorunlu ve devlet
okullarında parasız olması ilkesini benimseyen Anayasanın 42 nci maddesinin
amacı, kuşkusuz, daha kapsamlı ve nitelikli öğretim programlarıyla çağdaş
uygarlık düzeyine ulaşmaktır.
Devlet, eğitim ve öğretim hakkının en
üst düzeyde yaşama geçirilebilmesi için malî kaynaklarının yeterliliği
ölçüsünde gerekli önlemleri almak, öncelikleri saptamak ve yasal
düzenlemeleri yapmakla yükümlüdür. Bu bağlamda kanun koyucu, temel eğitime
verdiği öneme göre, sekiz yıl veya daha uzun bir ilköğretim süresi
saptayabilir.
Dava konusu kurallarla, ilköğretimin
kesintisiz ve zorunlu sekiz yıl olması öngörülerek Anayasa ile devlete verilen
görev yine Anayasadaki ilkeler doğrultusunda ve olanaklar ölçüsünde
uygulamaya geçirilmiştir.
Nitekim 6287 sayılı Kanundan önceki
düzenleme Anayasa Mahkemesince de Anayasaya aykırı görülmemiş ve dönemin
Ana muhalefet (Refah) Partisi tarafından 4306 sayılı Kanunun iptaline
yönelik iptal davası reddolunmuştur. (Anayasa Mahkemesi’nin 16.9.1998 gün
ve 1997/62 Esas, 1998/52 Karar sayılı Kararı, Anayasa Mahkemesi Kararlar
Dergisi, Sayı:36, 1.Cilt, Ankara-2001, sh.198 vd.).
Temel
eğitimin kesintisiz 8 yıla çıkarıldığı 16.8.1997 tarihli ve 4306 sayılı
Kanunun Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 11 inci, 12 nci,
13 üncü, 17 nci, 24 üncü, 27 nci, 42 nci, 65 inci, 73 üncü, 88 inci, 95
inci, 160 ıncı, 161 inci, 166 ncı ve 174 üncü maddelerine, İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi’nin 9 uncu ve 10 uncu maddeleri ile Ek: 1. Protokol’ün 2
nci maddesine aykırılığı savıyla Anayasa Mahkemesine açılan, biçim ve esas
yönünden iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemli davada, Anayasa
Mahkemesi 16.09.1998 günlü ve E.1997/62, K.1998/52 sayılı Kararında,
Anayasaya aykırılık iddialarını yerinde bulmayarak istemin reddine karar
vermiştir.
4306 sayılı
Kanunun 1 inci ve 5 inci maddelerinin Anayasanın 5 inci, 10 uncu ve 17 inci
maddesine aykırılığına ilişkin iddiaya ilişkin olarak E.1997/62, K.1998/52
sayılı Kararında Anayasa Mahkemesi;
“Dava
konusu Yasa’nın gerekçesinde, çocukların ilgi, istidat ve kabiliyetleri
yönünden yetişerek hayata ve üst öğrenime hazırlanmasının, beş yıllık
zorunlu ilköğretimle mümkün olamadığı, onların ülkenin gerçekleri ve
ihtiyaçları doğrultusunda gelişen ve değişen dünya şartlarına uygun çağdaş
ve demokratik bir eğitim ortamı içinde yetiştirilmesi yolundaki toplumsal
beklentilerin gerçekleştirilmesi için zorunlu eğitimin sekiz yıla
çıkarılmasının kaçınılmaz hale geldiği belirtilmiştir. Ayrıca, bu düzenleme
ile öğrencilerin ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve doğrultusunda
yetiştirilmelerini sağlamak bakımından, ortaöğretimde izlenecek
programların hangi mesleklerin yolunu açabileceği ve bu mesleklerin
kendilerine neler kazandıracağı konusunda, ilköğretimin son ders yılının
ikinci yarısında etkin bir rehberlikle bilgilendirilmeleri, böylece meslek
seçimlerini etki altında kalmaksızın kendi özgür iradeleri ile bilinçli
olarak yapabilmelerinin güvence altına alınmasının amaçlandığı
vurgulanmıştır. Bu amacın, Anayasanın 17 nci maddesinde belirtilen maddî ve
manevî varlığı koruma ve geliştirme hakkıyla, 5 inci maddesinde açıklanan,
devletin temel amaç ve görevlerinin uygulamaya geçirilmesine yönelik olduğu
açıktır.
6-14 yaş
grubu arasındaki tüm çocukları sekiz yıllık temel öğretimden eşit olarak
yararlandırarak onlara yalnız hukuksal eşitlik değil, fırsat eşitliği
sağlamayı da amaçladığı anlaşılan dava konusu 1 inci ve 5 inci maddelerin,
Anayasanın 5 inci, 10 uncu ve 17 nci maddelerine aykırı olmadığı sonucuna
varılmıştır.” demiş; temel eğitimin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve
mesleki yönlendirmenin çocuğun 14-15 yaşlarında başlamasını, Anayasanın 5
inci, 10 uncu ve 17 nci maddesi hükümlerinin gereği ve uygulamaya
geçirilmesi olduğunu oybirliği ile hukuksal olarak tescillemiştir.
Anayasanın
153 üncü maddesinin son fıkrasında ise, Anayasa Mahkemesi kararlarının
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel
kişileri bağladığı kuralına yer verilmiştir.
Yasa
koyucunun bir alanı düzenler ve kural koyarken, Anayasa Mahkemesi kararları
ile bu kararların gerekçelerini gözetmesi gerekeceği Anayasa normudur. Yasa
koyucunun 4306 sayılı Kanunla getirilen 8 yıllık kesintisiz temel eğitimi
ortadan kaldırarak 4+4 şeklinde iki kademeli hale getiren, eğitim
yaptıkları ortamı ilkokul ve ortaokul şeklinde yapılandırarak temel eğitim
çağındaki öğrencileri birbirinden fiilen yalıtan ve 9-10 yaşlarındaki
çocukları mesleki yönlendirmeye tabi tutan iptali istenen düzenlemeleri
yaparken, Anayasa Mahkemesinin E.1997/62, K.1998/52 sayılı Kararında yer
alan gerekçeleri gözetmemesi Anayasanın 153 üncü maddesine aykırıdır.
Kesintisiz temel eğitim, aynı yaştaki çocukların temel eğitim
boyunca farklı program ve okul türlerine ayrılmaması demektir. O halde bu
durumda, kademeli eğitim de kesintisiz olabilir.
Zira kanun teklifinin gerekçesinde örnek gösterilen ABD, İngiltere
ve Fransa’daki eğitim sistemi kademeli olmasına rağmen, kesintisizdir.
Kanun teklifinin genel gerekçesinde bahsedilen ABD, İngiltere, ve
Fransa’daki eğitim sistemlerinin ortak özelliği; bu ülkelerde temel eğitim,
ilkokul ve ortaokul gibi farklı kademelerde görülse de, öğrencilere en
azından üst orta öğretime yani liseye kadar, ülkemizde de şimdiye kadar
olduğu gibi, sadece bir öğretim programı ile eğitim hizmetinin sunuluyor
olmasıdır. Öğrenciler bu üç ülkede de 16 yaşına kadar temel eğitimin
dışında bir öğretim programı ile karşılaşmamakta ve mesleki eğitim
programlarına yönlendirilmemektedir. Öğrencilerin farklı yetenekleri aynı
program içinde, seçmeli dersler ve ders dışı etkinliklerle
geliştirilmektedir.
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, eğitimin kalitesini gelişmiş
ülkelerdeki gibi yükseltme gerekçesiyle ortaya konulan bu teklifte gözden kaçırılan
en önemli nokta, tüm ileri ülkelerde zorunlu temel eğitimin en az 10 yıl
sürdüğü ve mesleki eğitimin ise bundan sonra başladığı gerçeğidir.
Teklifin bir diğer gerekçesinde “Mesleki eğitimden arzu edilen
düzeyde yararlanılabilmesi için, öğrencinin ilgi ve beceri alanlarının
küçük yaşlardan itibaren tespit edilerek, gerekli yöneltme ve
yönlendirmelerin yapılmasının şart olduğu” belirtilmiştir.
Dünyada pek çok gelişmiş ülkede öğrencilere en azından liseye
kadar, tek bir öğretim programı uygulanarak, aynı program içinde ilgi ve
yeteneklerine göre seçmeli dersler sunulmaktadır. Avrupa ülkeleri arasında
sadece Almanya ve Avusturya’da öğrenciler, 10 yaşından itibaren farklı
programlar seçebilmekte ancak onlarda dahi seçim, mesleki eğitim hakkında
değil, akademik potansiyel çerçevesinde yapılmaktadır. Ayrıca bu
ülkelerdeki mesleki eğitimde, 10 yıllık zorunlu temel eğitimden sonra
başlamaktadır. Yapılan bilimsel araştırmalar, seçim neticesinde akademik
olarak düşük seviyedeki öğrencilerin toplandığı eğitim gruplarının hem
öğrencilerin hem de öğretmenlerin beklentilerini ve gayretlerini düşürdüğü
ve eğitimde eşitsizlik yarattığını göstermiştir. Bu nedenle artık bu
ülkeler dahi, öğrencilerin farklı öğretim programlarına
yönlendirilmelerinin geciktirilmesi eğilimindedir. Artık sanayi
toplumlarında dar bir alanda uzmanlaşmış çalışanlar yerine, problem çözme
yeteneği gelişmiş, yaratıcı, iletişimi güçlü olanlar tercih edilmektedir.
Kesintisiz temel eğitim ilk planda topluma ve ülkesine faydalı iyi
bir vatandaş yetiştirme süreci olduğundan, eğitimin kesintili olması ülke
menfaatleri açısından da uygun değildir. Bu nedenle belli bir süre tüm
bireyler için ortak olması kamu yararı açısından son derece gerekli ve
önemidir.
Anayasanın “eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42 nci
maddesinin ilk fıkrasında, “Kimse, eğitim ve öğrenim haklarından yoksun
bırakılamaz” denilerek eğitim ve öğretim hakkının genelliği ilkesi
benimsenmiş, ikinci fıkrada öğrenim hakkının kapsamının yasayla saptanacağı
ve düzenleneceği belirtilmiştir Anayasanın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve
ödevi” başlıklı 42 nci maddesinin ilk fıkrasında, “Kimse, eğitim ve öğrenim
haklarından yoksun bırakılamaz” denilerek eğitim ve öğretim hakkının
genelliği ilkesi benimsenmiştir Anayasadaki bu düzenlemeyle, Atatürk
ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılması öngörülen eğitim ve
öğretimin, zorunlu olması esası benimsenmiştir.
Anayasanın 24 üncü maddesinin ilk fıkrasında herkesin, vicdan, dinî
inanç ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmiş, ikinci fıkrasında da
bu özgürlüğün doğal bir sonucu olarak özgürlüklerin kötüye kullanılmasını
yasaklayan 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla ibadetin dinî
ayin ve törenlerin serbest olduğu vurgulanmıştır. Üçüncü fıkrada, kimsenin,
ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamayacağı; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanamayacağı ve suçlanamayacağı ilkesine yer verilmiştir
Anayasanın 27 nci maddesinin ilk fıkrasında, herkesin, bilim ve
sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her
türlü araştırma hakkına sahip olduğu belirtilmiş olmasına rağmen, yasa
seçmeli ders adı altında dayatma yaratmıştır.
Anayasanın 10 uncu maddesine göre, herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar. Bu madde ile amaçlanan mutlak değil hukuksal eşitliktir.
“Yasa önünde eşitlik” ilkesi yasalar karşısında herkesin eşit olmasını,
ayırım yapılmamasını, kimseye ayrıcalık tanınmamasını gerektirir. Durumlarındaki
farklılıklar kimi kişi ve toplulukların değişik kurallara bağlı tutulmasına
neden olabilirse de farklılık ve özelliklere dayandığı için bu tür
düzenlemeler eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Anayasanın 17 nci
maddesinin ilk fıkrasında, herkesin, yaşama, maddî ve manevî varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmiş, 5. maddesinde de
kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevi varlığının gelişmesi için
gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri
arasında sayılmıştır. Devletin bu yükümlülüğünü eşitlik ilkesini gözeterek
hiçbir ayırım yapmadan herkes için geçerli olacak biçimde yerine getirmesi
gerektiğinde duraksamaya yer yoktur.
Anayasanın 65 inci maddesine göre, devlet, sosyal ve ekonomik
alanlarda anayasa ile belirlenen görevlerini ekonomik istikrarın
korunmasını gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine
getirir. Bu hüküm göz ardı edilemez. Kaliteli ve çağdaş bir eğitimi
hedeflemesi gereken reform niteliğindeki bir yasanın gereklerinin yerine
getirilmesi için sistem, program ve öğretmen yanında bina, derslik ve ders
araç ve gereçleri gibi fiziki şartların varlığı da söz konusudur. Bu
gereksinmelerin karşılanması için yalnız malî kaynak sağlanması yeterli
değildir. Uzun bir süre de gerekmektedir.
Öte yandan, bu konuda bütçenin sayısal olarak bir değere
bağlanmamış olması Anayasanın 163 üncü maddesinin son fıkrasına da aykırı
düşmektedir.
Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan
arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın
sürdürülmesinin bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle
korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur.
Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve
özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin
hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol
açacağından şüphe yoktur.
Açıklanan bu nedenlerle mevcut düzenleme Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 14 üncü, 17 nci, 24 üncü, 27 nci, 42 nci,
65 inci ve 163 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptalleri gerekir.
7) 6287
sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un 14 üncü maddesiyle değiştirilen, 2547 sayılı
Yükseköğretim Yasası’nın 45 inci maddesinin (a), (b), (c), (d), (e)
bentleri ile (f) bendindeki “… ile ortaöğretimin tamamını yurtdışında yurt
dışında tamamlayan öğrencilerin …” ibaresinin ve 16 ncı maddesi ile 2547 sayılı Kanuna eklenen geçici 65 inci
maddesinin Anayasaya aykırılığı:
6287 sayılı “İlköğretim ve Eğitim
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 14 üncü
maddesiyle, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın 45 inci maddesi tümüyle
değiştirilmiştir. Değiştirilen 45 inci maddenin (a), (b), (c), (d), (e)
bentleri şu şekilde düzenlenmiştir.
(a) Yükseköğretim kurumlarına giriş ve
yerleştirmenin, imkan ve fırsat eşitliğini sağlayacak önlemlerin alınması
koşuluyla, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslara göre
yapılması, ve Yükseköğretim
kurumlarına, esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenecek merkezi
sınavla girilmesi, yerleştirme puanlarının hesaplanmasında, adayların
ortaöğretim başarılarının dikkate alınması, öngörülmüştür.
(b) Yükseköğretim kurumlarına esasları
Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen merkezî sınavlarla girilir. Yerleştirme
puanlarının hesaplanmasında adayların ortaöğretim başarıları dikkate
alınır. Ortaöğretim bitirme başarı notları en küçüğü ikiyüzelli, en büyüğü
beşyüz olmak üzere ortaöğretim başarı puanına dönüştürülür. Ortaöğretim
başarı puanının yüzde onikisi yerleştirme puanı hesaplanırken merkezî
sınavdan alınan puana eklenir, şeklinde düzenleme yapılmıştır.
(c) Ortaöğretim kurumlarını
birincilik ile bitiren adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra
Yükseköğretim Kurulu kararı ile ayrı kontenjanlar belirlenebilir.
d) Mesleki ve teknik
ortaöğretim kurumlarından mezun olan öğrenciler, istedikleri takdirde
bitirdikleri programın devamı niteliğinde veya bunlara en yakın olan
mesleki ve teknik ön lisans yükseköğretim programlarına sınavsız olarak
yerleştirilebilir. Bu öğrencilerin yerleştirilmesine ilişkin usul ve
esaslar Milli Eğitim Bakanlığının görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu
tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
(e) Ön lisans mezunları
için, ilişkili lisans programlarında belirlenmiş kontenjanın yüzde onunu
geçmeyecek şekilde Yükseköğretim Kurulu kararı ile her yıl dikey geçiş
kontenjanı ayrılabilir.
(f) Yabancı uyruklu öğrenciler ile
ortaöğretimin tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim
kurumlarına kabul usul ve esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından
belirlenir. Uluslararası andlaşmalar gereği Türkiye’deki yükseköğretim
kurumlarında burslu olarak öğrenim görecek yabancı uyruklu öğrencilerin yerleştirme
işlemleri Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılır.
Anayasamızın Başlangıç bölümünde,
“laiklik ilkesi gereği, kutsal din duygularının devlet işlerine ve
politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” vurgulanmış; Anayasanın 2 nci
maddesinde, laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez nitelikleri
arasında sayılmış ve Cumhuriyet’in başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayandığı belirtilmiştir. Anayasamızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu
İradesine uygun olarak, laiklik ve laik eğitim ilkeleri kabul edilmiş ve
laiklik tanımlanarak, eğitim sisteminin yolu ve yönü belirlenmiştir.
Anayasanın 24 üncü maddesinde, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve
hukuksal temel düzeni kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamayacağı,
din, din duyguları ya da dince kutsal sayılan değerler, bireysel ve siyasal
çıkar sağlamak amacıyla sömürülemeyecek ve kötüye kullanılamayacağı,
düzenlenmiştir.Eğitim konusunda da, Anayasada yaşam bulan Kurucu İradenin
laiklik anlayışının eğitime de yansıtıldığı ve Türk Eğitim Sistemi’nin bu
ilkeye göre programlandığı görülmektedir. Nitekim bu anlayış, Anayasanın 42
nci maddesinde; Eğitim ve
öğretimin, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim
esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, bu esaslara
aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamayacağı, eğitim ve öğretim
özgürlüğünün, anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmayacağı, Türkçe’ den
başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında ana dil olarak
okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği, belirtilerek ifadesini bulmuştur.
Yine, Anayasanın 130 uncu maddesinde
de, üniversitelerin bilimsel
özerkliğe sahip çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanacağı, kurala
bağlanmıştır.
1982 Anayasası’nın 174 üncü
maddesinde de, Devrim Yasalarına tek tek sayılarak yer verilmiş; bu
yasaların, “Türk toplumunu çağdaş
uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma” ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma” amacı
güttüğü açıkça anlatılmış ve Devrim Yasaları anayasal korumaya alınarak,
bunlara, bir çeşit anayasal norm niteliği kazandırılmıştır. Anayasa
Mahkemesi’nin E.2008/16, K.2008/116 sayılı kararıyla “174 üncü madde ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacı güden devrim yasalarının iptal
edilemeyeceğinin öngörüldüğü” belirtilerek maddenin önemi ortaya
konulmuştur.
Tevhid-i
Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki tüm okullar Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlanmış, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile vakıflarca yönetilen
medreseler ve dini eğitim veren okullar kapatılmış, Yüksek diyanet
uzmanları yetiştirmek üzere bir ilahiyat fakültesi kurulması; imam ve
hatiplik gibi din hizmetlerinin yerine getirilmesi göreviyle yükümlü
memurların yetiştirilmesi amacı ile de ayrı okullar açılması öngörülmüştür. Aynı yasa, bir
istisna dışında tüm eğitim-öğretim “laik eğitim” şemsiyesi altına almıştır.
Akademik eğitim, mesleki ve teknik eğitim ayrımı, evrensel çağdaş eğitim
sisteminin gereğidir. Laik eğitimin tek istisnası ise, dini eğitimdir; yani
imam hatip ve ilahiyat eğitimidir. Kurucu İrade bu Yasa’da, istisnai olarak
imam hatip okulları ve ilahiyat fakültesi kurulmasına olur verirken,
bunların kuruluş amacını da belirlemiş ve işlevlerini sınırlandırmıştır.
Anayasa Mahkemesi, kesintisiz sekiz
yıllık temel eğitimin Anayasaya aykırı olduğu yolundaki başvuru üzerine
konuyu değerlendirmiş ve 16.09.1998 günlü, E.1997/62, K.1998/52 sayılı
kararıyla, imam hatip liselerinin işlevini çağdaş din adamı yetiştirmek
olduğunu; imam hatip liselerinin, öğrencilerini, “imamlık, hatiplik, Kuran
kursu öğreticiliği gibi dini hizmetleri yerine getirmek amacıyla”
yükseköğretime hazırlayacaklarını, imam hatip lisesini bitirenler için
yükseköğretimin yalnızca “din adamı yetiştirme” programı ile sınırlı olması
gerektiğini kabul etmiştir.Anayasa Mahkemesi, 30.07.2008 günlü,
E.2008/1(SPK), K.2008/2 sayılı kararında, imam hatip lisesini bitirenlerin
yükseköğretimin tüm programlarında öğrenim görebilmeleri için ısrarla
düzenleme yapma çabasını, AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı
sayılmasının nedenlerinden biri olarak değerlendirerek, bu kararda da, imam
hatip lisesini bitirenlerin yükseköğretimin tüm programlarında öğrenim
görmelerinin laik eğitimin özü ve ruhuyla bağdaşmadığını belirtmiştir.
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü ve 16
ncı maddelerinin tümü incelendiğinde ise, Türk Milli Eğitim Sistemi’nde
yaptığı değişikliklerin getirilen yeni sistemle, tüm ortaöğretim
kurumlarının siyasi iktidarın ideolojisini yansıtan, laik eksenli eğitimden
din eksenli eğitime geçildiği, görülmektedir. Kamu yararı gözetilmeksizin
hazırlanmış olan bu yasa, içinde saklı bir amaç barındırdığı gibi, aynı
zamanda tamamen siyasi iktidarın ideolojisini yansıtmaktadır.
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü
maddesiyle, “Yükseköğretime giriş ve yerleştirme” şekli yeniden
düzenlenerek, bu düzenlemeyle eski sistemde uygulanan ortaöğretim başarı
puanın hesaplanmasında, mezun olunan okulun ağırlık puanı hesaba dahil
edilirken, yeni sistemde bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Yaklaşık 1 milyon
100 bin öğrencinin girmiş olduğu Seviye Belirleme Sınavında (SBS) başarı
göstererek Anadolu, Fen ve Sosyal Bilimler Liselerini kazanarak
yükseköğretime girişte ek puan almaya hak kazanan öğrencilerin bu
düzenlemeyle hakları ellerinden alınmıştır.
Bu uygulamanın yürürlükten
kaldırılmasıyla yüksek not alması son derece zor koşullara bağlı, müfredatı
da son derece ağır olan, özellikle bu yıl üniversiteye giriş sınavında,
daha esnek kurallara bağlı okulların öğrencileriyle eşitlenmişlerdir. Bu
liselere girdikleri tarihte öngöremedikleri değişiklikler nedeniyle
kazanılmış hakları gasp edilen bu öğrencilerin, devlete ve eğitim sistemine
duydukları güven zedelenmiş, hukuk devletinin dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir niteliği olan hukuki
güvenlik ilkesi ihlal edilmiştir.
2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın,
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü maddesiyle değiştirilen 45 inci maddesinin (a)
bendiyle, yüksek öğretimin tüm programlarına, ortaöğretim kurumlarının
nitelikleri göz önüne alınmaksızın, genel liseyi bitirenlerle aynı
koşullarda giriş olanağı sağlanması “eşitlik” ilkesiyle bağdaşmadığı gibi, imkan ve fırsat eşitliğini sağlayacak
önlemlerin alınması koşulu getirilerek ne tür önlemlerin alınacağı,
orta öğretim programları arasındaki nitelik farkının gözetilip
gözetilmeyeceği konusu ise tamamen belirsizdir.
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü
maddesiyle değiştirilen 45 inci maddesinin (b) bendiyle Ortaöğretim bitirme başarı notları en
küçüğü ikiyüzelli, en büyüğü beşyüz olmak üzere ortaöğretim başarı puanına
dönüştürülür. Ortaöğretim
başarı puanının yüzde onikisi yerleştirme puanı hesaplanırken merkezî
sınavdan alınan puana eklenir şeklinde düzenleme yapılarak, yasa
ile, ortaöğretim başarı notunun giriş sınav puanına yansıtılacak bölümünün
hesaplanma yöntemini belirleme yetkisi Yükseköğretim Kurulu’ndan
alınmıştır. Bu bağlamda katsayıya da doğrudan yasada yer verilmek
suretiyle, Yükseköğretim Kurulu’nun orta öğretim programlarının nitelik
farkını esas alarak, farklı katsayı saptama yetkisi
kaldırılmıştır.Anayasanın 130 uncu maddesinin dokuzuncu fıkrasında,
“yükseköğretime giriş kanunla düzenlenir” denilerek, yükseköğretime nasıl girileceğini
düzenleme yetkisi TBMM’ne verilmiştir. Ancak, Anayasanın 11 inci
maddesinde, anayasal kuralların başta yasama organı olmak üzere herkesi
bağlayan temel hukuk kuralları belirtilmiş, yasaların Anayasaya aykırı
olamayacağı açıkça vurgulanmıştır. Bu durumda, Anayasanın 130 uncu maddesiyle
TBMM’ne verilen “yükseköğretime girişi düzenleme” yetkisi sınırsız bir
yetki olmayıp, “anayasal ilke ve kurallarla bağlı bir yetki” olduğu bilinen
bir hukuk gerçeğidir.
Nitekim Anayasanın 131 inci
maddesinde, yükseköğretimi “planlamak, düzenlemek, yönetmek ve denetlemek”
görev ve yetkisi Yükseköğretim Kurulu’na verilmiştir. Bu geniş yetki,
kısaca belirtmek gerekirse, yükseköğretime ilişkin tüm konuları
kapsamaktadır. Bunun nedeni, Anayasa Koyucunun, yükseköğretim gibi çok
önemli ve devlet politikası olması gereken bir konuyu, siyasal tercih ve
değerlendirmelerin dışında tutma isteğidir. Bu nedenle yükseköğretim
konuları, özerk ve bir anayasal kurum olan Yükseköğretim Kurulu’na
bırakılmıştır.
Böylesine geniş bir yetki ve
belirtilen amaç göz önüne alındığında, yükseköğretime giriş konusunun
Yükseköğretim Kurulu’nun yetki alanında olduğu sonucuna varmak zor
değildir. Bu bağlamda, merkezi sınav notunu etkileyecek ortaöğretim başarı
notunun hesaplama yöntemini belirleme yetkisinin Yükseköğretim Kurulu’na
bırakılması Anayasanın 11 inci, 130 uncu ve 131 inci maddelerinde öngörülen
bir zorunluluktur. Bu nedenlerle, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın,
6287 sayılı Yasa’yla değiştirilen 45 inci maddesinin (b) fıkrası, Anayasanın
11 inci, 130 uncu ve 131 inci maddelerine aykırı yeni bir düzenleme
öngörmüştür.
2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın,
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü maddesiyle değişik 45 inci maddesinin (a) ve
(b) fıkralarında, genel lise mezunları ile meslek ve teknik lise mezunları
arasında, yükseköğretimin tüm programlarında okuma yönünden bir fark
öngörülmemişken, maddenin (d) ve (e) fıkralarında, mesleki ve teknik
ortaöğretim kurumlarını bitirenlerin kendi alanlarında ya da buna en yakın
bir mesleki ya da teknik ön lisans yükseköğretim programını tercih etmeleri
durumunda sınavsız yerleştirilecekleri; ön lisansı bitirenlerin de yine
kendi alanlarındaki lisans programlarına, belli kontenjanla sınırlı da olsa
dikey geçiş yapabilecekleri kurala bağlanmıştır. Böylece, meslek liseliler
için, genel liselerde bulunmayan bir ayrıcalıklı durum yaratılmıştır. Öte
yandan, meslek lisesini ya da teknik liseyi bitirenlerin, kendi alanlarında
önce sınavsız ön lisans, sonra dikey geçiş yoluyla lisans eğitimi
almalarına olanak sağlanması, aynı lisans eğitimine tüm öğrencilerle
yarışarak girebilme olanağı yakalayabilen genel lise mezunları yönünden
adil olmayan eşitsiz bir durum yaratmaktadır. 2547 sayılı Yasa’nın, 6287
sayılı Yasa’yla değiştirilen 45 inci maddesinin (b) fıkrası, Anayasanın 10
uncu maddesine de bu nedenlerle uygun düşmemektedir.6287 sayılı Yasa’nın 14
üncü maddesiyle değiştirilen 45 inci maddesinin (d) bendiyle mesleki ve
teknik ortaöğretim kurumlarından mezun olan öğrencilere, kendi branşları
ile ilgili bir yükseköğretim kurumunu tercih etmeleri halinde verilen
katsayı uygulamasına da son verilmiştir. Yani tüm öğrencilerin okul başarı
puanının hesaplanmasında, okul durumu gözetilmeksizin bireysel başvuruları
esas alınmıştır.
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü
maddesiyle değiştirilen 45 inci maddesinin (e) bendiyle de mesleki ve
teknik ortaöğretim kurumlarını bitirenlerin kendi alanlarında ya da buna en
yakın bir mesleki ya da teknik ön lisans yükseköğretim programını tercih
etmeleri durumunda sınavsız yerleştirilecekleri; ön lisansı bitirenlerin de
yine kendi alanlarındaki lisans programlarına, belli kontenjanla sınırlı da
olsa dikey geçiş yapabilecekleri kurala bağlanmıştır. Böylece, meslek
liseliler için, genel liselerde bulunmayan bir ayrıcalıklı durum
yaratılmıştır. Meslek lisesini ya da teknik liseyi bitirenlerin, kendi
alanlarında önce sınavsız ön lisans, sonra dikey geçiş yoluyla lisans
eğitimi almalarına olanak sağlanması; aynı lisans eğitimine tüm
öğrencilerle yarışarak girebilme olanağı yakalayabilen genel lise mezunları
yönünden adil olmayan eşitsiz bir durum yaratmaktadır.
6287 sayılı Yasa’nın 14 üncü
maddesiyle değiştirilen 2547 sayılı Kanunun 45 inci maddesinin (c)
bendiyle, ortaöğretim kurumlarını birincilikle bitiren adaylar için mevcut
kontenjanların yanı sıra Yükseköğretim Kurulu kararı ile ayrı kontenjanlar
belirlenebileceği kuralına yer verilirken; (f) bendiyle ise,
ortaöğretimlerinin tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin
yükseköğretim kurumlarına kabul usul ve esaslarının Yükseköğretim Kurulu
tarafından belirlenmesi öngörülmektedir.
Anayasanın 10 uncu maddesinde yasa
önünde eşitlik ilkesine yer verilmiş; 130 uncu maddesinin dokuzuncu
fıkrasında yükseköğretime girişin kanunla düzenleneceği kurala bağlanmış;
131 inci maddesinin üçüncü fıkrasında ise Yükseköğretim Kurulunun teşkilat,
görev, yetki, sorumluluk ve çalışma esaslarının kanunla düzenleneceği hüküm
altına alınmıştır.
6287 sayılı Yasayla ise ilk defa
ortaöğretimlerinin tamamını yurt dışında tamamlayanlar için genel kuraldan
ayrık ayrıcalıklı bir düzenleme getirilmektedir. Ortaöğretimlerinin
tamamını yurt dışında tamamlayan öğrenciler, tamamını yurt içinde veya
örneğin lisenin ilk üç yılını yurtdışında, son yılını yurtiçinde ya da ilk
yılını yurt içinde son üç yılını yurtdışında tamamlayan öğrencilerle aynı
kurallara tabi tutulmayacaklar; yükseköğretim kurumlarına kabul açısından
onlara özgü ayrık kurallar uygulanacak ve bu ayrık kuralları Yükseköğretim
Kurulu belirleyecektir.Ortaöğretimin tamamını yurtdışında tamamlayan
öğrencilerin yükseköğretime girişte genel, kapsayıcı ve herkes için
uygulanan genel kuraldan ayrık tutulmaları, Anayasanın 10 uncu maddesindeki
eşitlik ilkesiyle uyuşmaz. Her ne kadar söz konusu öğrencilerin farklı
özellikleri olduğu ileri sürülebilirse de aynı farklı özelliğin lise eğitiminin
ilk üç yılını yurtdışında, son yılını yurtiçinde veya tersi durumda olanlar
için de geçerli olabileceğinde kuşku yoktur. Bu bağlamda iptali istenen
ibare Anayasanın 10 uncu maddesine aykırıdır.
Aynı şekilde, ortaöğretim kurumlarını
birincilikle bitiren adaylar için ek kontenjan belirlenmesi ve bu kontenjanların
sayısal miktarının takdire bırakılması, aynı sınava girecek tüm
öğrencilerin kontenjanında eksilmeye yol açacağından aleyhlerine sonuç
doğuracaktır. Bu durum Anayasanın 10 ncu maddesindeki eşitlik ilkesiyle
bağdaşmamaktadır.
Ayrıca, mevcut düzenlemede “ayrılacak
kontenjanlara tercih ve puanları göz önünde tutularak yerleştirilir.”
şeklindeki sınırlayıcı hüküm, yeni düzenlemede yer almamıştır. Anayasanın
7 nci maddesinde yer alan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi ile 130
uncu ve 131 inci maddelerde yer alan yasayla düzenleme kuralı, düzenlenen
konudan yalnız kavram, ad, grup, kurum olarak söz edilmesi değil, bunların
yasa metninde kurallaştırılmasıdır. Kurallaştırma ise, düzenlenen alanda
temel ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder.
Ancak, bu koşullar sağlandıktan sonra teknik ayrıntıların belirlenmesi
yetkisi yürütme organının yetkisine bırakılabilir. Bu itibarla, hiçbir ilke
getirilmeden, çerçeve çizilmeden ve kurallar öngörülmeden ortaöğretimlerinin
tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına
kabul usul ve esaslarını belirleme yetkisi ile hiçbir ölçü getirilmeden,
ilkeye yer verilmeden, çerçeve çizilmeden okul birincilerinin tercih ve
puanlarını göz önünde bulundurma gibi kıstas da belirlenmeden ek kontenjan
belirleme ve yerleştirme yetkisinin Yükseköğretim Kuruluna bırakılması,
Anayasanın 7 nci ve 87 nci maddelerine aykırıdır.
6287 sayılı Yasa’nın 16 ncı maddesi
ile 2547 sayılı Kanuna
aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 61- Bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarih itibariyle bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim
kurumlarında öğrenim görmekte olan öğrenciler bakımından, bu kurumların
mezunlarının Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen aynı meslek dalında
yer alan yükseköğretim programlarına yerleşmelerinde merkezî sınavlardan
almış olduğu puanlara ilave edilecek ortaöğretim başarı puanı
hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki mevzuat hükümleri
uygulanır.
Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan ve çağdaş demokratik rejimlerin
temel ilkelerinden birisi olan ‘hukuk devleti’ ilkesinin ön koşullarında
birisi de hukuk güvenliğidir. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu
hukuk güvenliği, kişilerin, hukuk düzenin koruması altındaki haklarını elde
etmeleri için gereken her türlü önlemin alınmasını ve bireylerin tüm eylem
ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar. Yasama organı tarafından konulacak kurallarda adalet ve
hakkaniyet ölçülerinin göz önünde tutulmasının gerekliliği, hukuk devleti
ilkesinin doğal bir yansımasıdır. Anayasamızın 10 uncu maddesinde
devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik
ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğu belirtilmiştir. Buna
rağmen yapılmış olan bu düzenlemeyle ne hukuk devleti ilkesine ne de kanun
önünde eşitlik ilkesine riayet edilmemiştir.
6287 sayılı Yasa’nın 16 ncı maddesi
ile 2547 sayılı Kanuna eklenen geçici 61 inci madde ile halen meslek ve
teknik liselerde okuyan öğrenciler, kendi branşlarında bir yükseköğretim
kurumunu tercih etmeleri halinde eski kanun hükmü uygulanmaya devam
edecektir. Bu durumda, halen bu okulların 1, 2 ve 3 üncü sınıflarında
okuyan öğrenciler için katsayı uygulaması devam etmekte ve kazanılmış
hakları korunmaktadır.
Meslek ve teknik lise öğrencilerinin
kazanılmış hakları korunurken zorlu bir sınavdan geçerek Anadolu, Fen ve
Sosyal Liselerin halen 1, 2 ve 3’üncü sınıflarında öğrenim gören
öğrencilerin hakları maalesef korunamamıştır.
Bu düzenleme, kazanılmış hakları
korumadığı gibi, Anayasamızın 2 nci maddesinde yer alan hukukun temel ilkesi
olan hukuk devleti ilkesine ve Anayasanın 10 uncu maddesi ile teminat
altına alınan eşitlik ilkesine de tamamen aykırıdır.
Açıklanan bu nedenlerle, 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 14 üncü maddesi ile değiştirilen, 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanununun 45 inci maddesinin (a), (b), (d), (e) bentleri Anayasanın
başlangıcı ile, 2 nci, 10 uncu, 11 inci, 24 üncü, 42 nci, 130 uncu, 131
inci ve 174 üncü maddelerine; (c) bendi ile (f) bendindeki “… ile ortaöğretimin tamamını yurtdışında yurt dışında
tamamlayan öğrencilerin …” ibaresi, Anayasanın 7 nci, 10 uncu ve 87 nci
maddelerine; 16 ncı maddesi ile 2547 sayılı
Kanuna eklenen geçici 65 inci maddesi de Anayasanın 2 nci ve 10 uncu
maddelerine aykırı olduklarından iptalleri gerekir.
8) 30.03.2012 Tarihli ve
6287 Sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanunun 24 üncü Maddesiyle 4734 Sayılı Kamu İhale Kanununa
Eklenen Geçici 13 üncü Maddesinin Anayasaya Aykırılığı
6287 Sayılı İlköğretim ve
Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 24
üncü maddesiyle 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa eklenen geçici 13 üncü
madde ile yurt içi üretimin ve katma değerin artırılması, teknoloji
kazanımının sağlanması, daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan ürünlerin
üretilebilmesi, yeni teknoloji ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme
faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçiş hedefleriyle, Millî
Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim
kademelerindeki okulların dersliklerine bilişim teknolojisi donanımı,
yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının sağlanması, dersler
için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik temin edilmesi ve
e-içerik altyapısının oluşturulması, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
okullarda görev yapan öğretmenlere ve örgün eğitim gören öğrencilere
e-kitap, tablet bilgisayar ve benzeri ihtiyaçların sağlanması amaçlarıyla
Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH)
Projesi kapsamında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve
hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri
hariç, Kamu İhale Kanunun hükümlerine tabi olmadığı; bu madde uyarınca
yapılacak alımlara ilişkin usul ve esasların Maliye Bakanlığı ve Kamu İhale
Kurumunun görüşü alınarak Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik
ve Haberleşme Bakanlığı tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle,
rekabete açık olacak şekilde düzenleneceği hükmü getirilmektedir.
Maddede, Millî Eğitim
Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kademelerindeki
okulların dersliklerine bilişim teknolojisi donanımı, yazılımı, ağ
altyapısı ve internet erişim imkânının sağlanması, dersler için çevrim içi
ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik temin edilmesi ve e-içerik altyapısının
oluşturulması ile Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda görev yapan
öğretmenlere ve örgün eğitim gören öğrencilere e-kitap, tablet bilgisayar
ve benzeri ihtiyaçların sağlanması işlerinin 4734 sayılı Kamu İhale
Kanunundan istisna edilmesinin gerekçesi, yine aynı maddede yurt içi
üretimin ve katma değerin artırılması, teknoloji kazanımının sağlanması,
daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan ürünlerin üretilebilmesi, yeni
teknoloji ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme faaliyetlerinin
sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçilmesi hedefleriyle açıklanmıştır.
Daha açık bir deyişle
maddede geçen mal ve hizmet alımlarının 4734 sayılı Kamu İhale Kanunundan
istisna edilmesinin gerekçesi, ithalatın yerli üretimle ikame edilmesini
sağlamak olarak açıklanmaktadır.
İktisat politikasında
ithal ikameci politikaların belli başlı iki yolu vardır. Bunlardan
birincisi, en katı haliyle ithal yasakları ile yüksek gümrük tarifeleri;
ikincisi ise yerli üretimin mali ve diğer teşviklerle desteklenmesidir.
Kamu alımları yoluyla
yerli üretimin mali teşviklerle desteklenmesi uygun bir iktisat politikası
seçeneğidir. Yeni iş olanakları yaratılır, istihdam artar ve yaratılan
katma değer ile teknoloji yayılma etkisi göstererek büyümeyi ve teknolojik
yeniliği besler. Ancak, üretimde kullanılan bileşenlerin ithal edilerek
ürüne son halinin içeride verilmesiyle sınırlı kalan bir teşvik modeli,
ithalatı ikame eden cılız bir sanayileşme politikası olarak kalmaya
mahkumdur. Ek katma değer üretilebilmesi ve katma değerin içeride
kalabilmesi için ayrıca araştırma-geliştirme faaliyetlerinin desteklenerek
sanayileşme politikasının bilim ve teknoloji politikasıyla
zenginleştirilmesi gerekir. Bunun için de satın alma garantisi verilecek
firmalara bilişim sektöründe araştırma-geliştirme faaliyetleri yapma
zorunluluğu getirilerek yeniliklerin desteklenmesi elzemdir. Ancak, yasada
buna yönelik bir düzenleme bulunmamaktadır.
Amacı kamu kaynağı
kullanan kamu kurum ve kuruluşlarının yapacakları ihalelerde uygulanacak
esas ve usulleri düzenlemek olan (4734/1) ve ihalelerde saydamlığın,
rekabetin, eşit muamelenin, güvenirliğin, gizliliğin, kamuoyu denetiminin,
ihtiyaçların zamanında ve uygun şartlarla karşılanmasının ve kaynakların
verimli kullanılmasının sağlanması ilkeleri (4734/5) üzerine bina edilen
4734 sayılı Kamu İhale Kanununda ise, kamu alımları yoluyla yerli üretimin
desteklenmesine yönelik düzenlemeler bulunmaktadır.
Gerçekten de 4734 sayılı
Kanunun “Yerli istekliler ile ilgili düzenlemeler” başlıklı 63 üncü
maddesinde, “Hizmet alımı ve yapım işi ihalelerinde yerli istekliler
lehine, mal alımı ihalelerinde ise Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ile diğer
ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak Kurum tarafından yerli malı
olarak belirlenen malları teklif eden istekliler lehine, % 15 oranına kadar
fiyat avantajı sağlanması; yaklaşık maliyeti eşik değerlerin altında kalan
ihalelere ise sadece yerli isteklilerin katılması hususlarında ihale
dokümanına hüküm konulabilir. Ortak girişimlerin yerli istekli
sayılabilmesi için bütün ortaklarının yerli istekli olması gereklidir.”
hükmüne yer verilmiş; “Eşik değerler” başlıklı 8 inci maddesinde ise 63
üncü maddenin uygulanmasında yaklaşık maliyet dikkate alınarak kullanılacak
eşik değerlerin (2012 yılı için) (a) bendinde, genel bütçeye dahil daireler
ile katma bütçeli idarelerin mal ve hizmet alımlarında 792.482,00 TL, (c)
bendinde ise yapım işlerinde 29.057.835,00 TL olduğu hüküm altına
alınmıştır.
Yasanın gerekçesini
oluşturan Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH)
Projesi kapsamında diğerleri bir yana sadece dağıtımı öngörülen 20 milyon
tablet bilgisayarın yaklaşık maliyeti 8 milyar TL’ye yaklaşmaktadır.
Bu bağlamda, hizmet
alımları ile yapım işlerinin ihalelerinde yerli istekliler lehine, mal
alımlarında ise yerli malı teklif eden istekliler lehine %15 oranına kadar
fiyat avantajı (örneğin ithal mal teklif eden istekli 100,00 TL, yerli mal
teklif eden istekli 115,00 TL teklif etmiş ise ihale yerli mal teklif
edenin üzerine yapılması) sağlanması; eşik değerin altında kalan ihalelere
ise sadece yerli isteklilerin katılması doğrultusunda ihale dokümanlarına
hüküm konulabilmektedir.
İptali istenen madde
metninde iddia edildiği üzere siyasal iktidarın, bilişim teknolojileri alanında
yurt içi üretimin ve katma değerin artırılması, teknoloji kazanımının
sağlanması, daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan ürünlerin
üretilebilmesi, yeni teknoloji ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme
faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçilmesi gibi bir hedefi
var ve bu hedefe ulaşmak için 4734 sayılı Kanunun 63 ncü maddesinde yer
alan %15 oranı yetersiz kalıyor ise, yasa koyucunun söz konusu alımları
Kanun kapsamı dışına çıkarması değil, bu oranı yeterli gelecek seviyeye
çekecek yasal düzenlemeyi yapması gerekir.
Çünkü; birincisi, bilişim
teknolojileri bir sektördür ve tek kullanıcısı da Millî Eğitim Bakanlığına
bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim okulları değil, tüm kamu
sektörüdür. Dolayısıyla, istisna kapsamına alınacak ise sadece Milli Eğitim
Bakanlığının değil, 4734 sayılı Kanuna tabi tüm kamu kurumlarının bilişim
teknolojisi mal ve hizmet ihtiyaçlarının istisna kapsamına alınması
gerekir. İkincisi, iptali istenen madde metninde, Maliye Bakanlığı ve Kamu
İhale Kurumunun görüşü alınarak Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından müştereken hazırlanacak
yönetmeliğin, rekabete açık olacak şekilde düzenleneceği hüküm altına
alınmıştır. Yönetmelik rekabete açık olacak şekilde düzenlenecek ise,
Gümrük Birliği Anlaşmasının yürürlükte olduğu bir ülkede rekabeti esas alan
bir yönetmelik çerçevesinde yapılacak milyar Dolarları aşan kamu alımları
için yerli üretime 4734 sayılı Kanunun 63 üncü maddesindeki gibi belli bir
oranda fiyat avantajı sağlama dışında kamu alımları yoluyla
kullanılabilecek başka bir teşvik alternatifi yoktur. Ar-Ge faaliyetlerinin
desteklenmesi, kamu alımlarına konu oluşturmaz; sadece alım garantisi
verilen firmalara yükümlülük yüklenebilir.
Türkiye-AB Ortaklık
Konseyi’nin 06.03.1995 tarihli toplantısında kabul edilen 1/95 sayılı
Ortaklık Konseyi Kararıyla Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği Anlaşması
imzalanmış ve 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren Gümrük Birliği uygulamaya
girmiştir. Böylece, kendi aralarında serbest bir ticaret alanı oluşturmak
için sanayi ürünleri ile işlenmiş tarım ürünlerinde gümrükleri kaldırarak
ortak dış gümrük tarifesi uygulanmaya başlamışlardır.
Gümrük Birliği, AB ve
Türkiye pazarının entegrasyonunun tam anlamıyla sağlanabilmesi ve haksız
rekabetin önlenebilmesi için, ticaret politikası dışında kalan alanlarda da
ortak politikalar öngörmüştür. Bu kapsamda, Türkiye rekabetin ve
tüketicinin korunması ile ilgili kanunlar ile patent, telif hakları, ticari
markalar, endüstriyel tasarımlar ve ithalatta haksız rekabetin engellenmesi
ile ilgili KHK’ler çıkarmıştır.
Öte yandan, Türkiye ile
AB arasında sürdürülen katılım müzakerelerinde 5 Nolu “Kamu Alımları” faslı
AB Konseyi’nde onaylanmış ve açılış kriterleri belirlenmiştir.
Kamu alımları ile ilgili
AB müktesabatı; şeffaflık, serbest rekabet, ayrımcılık yasağı ve eşit
muamele yapılmasına ilişkin temel ilkelere ek olarak AB ölçeğinde kamu
kuruluşlarının yaptığı belirli eşik değerlerin üzerindeki mal ve hizmet
alımları ile yapım işlerinin ihalelerinde ortak usul ve esaslar üzerine
kurulu ihale mevzuatının uygulanmasını ve ihalelere yönelik şikayetleri
inceleyecek bağımsız kurulların oluşturulmasına dayanmaktadır.
AB’nin kamu alımları
konusundaki temel ihale mevzuatı 2004/18-AT sayılı Direktiftir. Buna ek
olarak su, enerji, ulaştırma ve posta sektörlerinde faaliyet gösteren
yapacakları ihalelere ilişkin 2004/17-AT sayılı Direktif ile her iki
direktif kapsamında yapılan ihalelere ilişkin şikayetlerin incelenmesine
ilişkin olarak da 89/665-AET ve 92/13-AET sayılı direktifler yürürlüktedir.
04.01.2002 tarihli ve
4734 sayılı Kamu İhale Kanunu 2004/18-AT ve 89/665-AET sayılı direktifler
esas alınarak hazırlanmıştır.
Öte yandan, AB ile
yürütülen 5 No’lu Kamu Alımları faslında 07.11.2005 tarihinde “Tanıtıcı
Tarama Toplantısı”, 28.11.2005 tarihinde ise “Ayrıntılı Arama Toplantısı”
gerçekleştirilmiştir. Kamu Alımları faslına ilişkin 3 adet açılış kriteri
AB Dönem Başkanlığı tarafından bir mektupla 17.05.2006 tarihinde Türkiye’ye
bildirilmiş ve Türkiye kriterleri yerine getirmeye başlamıştır.
Bu bağlamda, AB ile
Gümrük Birliği Anlaşması içinde olan Türkiye’nin bilişim teknolojisi
donanımı, yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının sağlanması,
dersler için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik temin edilmesi
ve e-içerik altyapısının oluşturulması ile Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
okullarda görev yapan öğretmenlere ve örgün eğitim gören öğrencilere
e-kitap, tablet bilgisayar ve benzeri hardware ve software ürünler ile
tasarımların ithaline yasak getirmesi veya AB Gümrük Tarifelerinden farklı
gümrük tarifeleri uygulaması hukuken mümkün olmadığı gibi kamu kurumları
tarafından açılacak ve yaklaşık maliyeti milyar dolarları aşan ihalelerde
ithal hardware ve software ürünlere yasak getirilmesi de Gümrük Birliği Anlaşması
çerçevesinde hukuken imkansızdır. Kaldı ki iç piyasada üretilen bilişim
teknolojisi ürünlerinin tamamı ithal girdilerin montajından oluşmaktadır.
Bu bağlamda, AB ile
Gümrük Birliği Anlaşmasının yürürlükte olduğu bir ortamda 4734 sayılı
Kanunun 63 üncü maddesindeki oranı değiştirme ile üretime ve
araştırma-geliştirme faaliyetlerine verilecek mali ve diğer teşvikler
dışında, ithal yasakları, yüksek gümrük tarifesi vb. yollarla -üstelik
çıkarılması öngörülen yönetmeliğin rekabetçi olması da öngörüldükten sonra-
4734 sayılı Kanundan ayrı usulleri öngören Yönetmeliğe göre yapılacak kamu
alımları yoluyla yurt içi üretimin ve katma değerin artırılması, teknoloji
kazanımının sağlanması, daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan ürünlerin
üretilebilmesi, yeni teknoloji ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme
faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçilmesi hedeflerinin
gerçekleştirilmesi hukuken mümkün değildir.
Bu durumda, Millî Eğitim
Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim okullarının bilişim
teknolojisine yönelik mal ve hizmet alımı ihtiyaçlarının 4734 sayılı Kanun
kapsamı dışına çıkarılmasının tek bir gerekçesi kalmaktadır: O gerekçe,
4734 sayılı Kanuna tabi olmama üzerinden, 4734 sayılı Kanuna göre yapılan
ihaleleri şikayet ve inceleme merci olan Kamu İhale Kurumu ve Kamu İhale
Kurumu üzerinden de yargı denetiminden kaçırmaktır.
4734 sayılı Kanunun 53
üncü maddesinin (b) fıkrasında, Kamu İhale Kurumunun görevleri, 4734 sayılı
Kanuna göre yapılacak ihalelerle sınırlandırılmış; 54 üncü maddesinin
birinci fıkrasında, ihale sürecindeki hukuka aykırı işlem veya eylemler
nedeniyle bir hak kaybına veya zarara uğradığını veya zarara uğramasının
muhtemel olduğunu iddia eden aday veya istekli ile istekli olabileceklerin,
4734 Kanunda belirtilen şekil ve usul kurallarına uygun olmak şartıyla
şikayet ve itirazen şikayet başvurusunda bulunabilecekleri belirtilmiş;
ikinci fıkrasında, şikayet ve itirazen şikayet başvurularının, dava
açılmadan önce tüketilmesi zorunlu idari başvuru yolları olduğu hüküm
altına alınmış; 57 nci maddesinde ise, “Şikâyetler ile ilgili Kurum
tarafından verilen nihai kararlar Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerinde dava
konusu edilebilir ve bu davalar öncelikle görülür.” denilmiştir.Millî
Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim okullarının
bilişim teknolojisine yönelik mal ve hizmet alımı ihtiyaçlarının 4734
sayılı Kanun kapsamı dışına çıkarılarak hazırlanacak Yönetmelik hükümlerine
göre temin edilmesi sayesinde, ihale sürecindeki hukuka aykırı işlem veya eylemler
nedeniyle bir hak kaybına veya zarara uğradığını veya zarara uğramasının
muhtemel olduğunu iddia eden aday veya istekli ile istekli olabilecekler,
Milli Eğitim Bakanlığına şikayet, Kamu İhale Kuruluna ise itirazen
şikayette bulunamayacak; şikayette bulunulamadığı için Kamu İhale Kurumu
inceleyip karar alamayacak ve dolayısıyla Kamu İhale Kurumu kararı
üzerinden yargı denetimi yapılamayacaktır. Böylece ihale-şikayet-itirazen
şikayet-kurum kararı-yargı şeklinde işleyen hukuk yolu kapatılmış olacaktır.
Oysa, idareye şikayet,
kamu İhale Kurumuna itirazen şikayet ve Kamu İhale Kurumu incelemesi ile
Kamu İhale Kurumu kararları üzerinden ihalelerin yargısal denetiminde, kamu
yararı bulunduğu; kamu ihalelerinde saydamlık, rekabet, eşit muamele,
güvenilirlik, kamuoyu denetimi, kamusal ihtiyaçların zamanında ve uygun
şartlarla karşılanması ve kamusal kaynakların verimli kullanılması ilkeleri
üzerine kurulan kamu ihale düzeninin korunması ile kamu ihalelerinde adalet
ve hakkaniyetin sağlanmasına güvence oluşturduğu için söz konusu sistem
4734 sayılı Kanunda yasalaştırılmıştır.
Anayasanın 2 nci
maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti olduğu belirtilmiştir.
Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına
dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa
koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğunun
bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin ögeleri arasında
yasaların kamu yararına dayanması, kuralların herkes için konulması, kamu
düzeninin kurulması ve korunması amacına yönelik kurallarda adalet ve
hakkaniyet ölçülerinin göz önünde tutulması gerekliliği bulunmaktadır.
Millî Eğitim Bakanlığına
bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim okullarının bilişim
teknolojisine yönelik mal ve hizmet alımı ihtiyaçlarının 4734 sayılı Kanun
kapsamı dışına çıkarılarak ihalelerin idareye şikayet, Kamu İhale Kurumuna
itirazen şikayet ve Kamu İhale Kurumu denetimine tabi olmadan yapılmasının
önünü açmayı ve ihalelerin Kamu İhale Kurulu kararları üzerinden yargısal
denetiminin önünün kapatılmasını amaçladığından, iptali istenen
düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle
bağdaşmamaktadır.
Öte yandan çağdaş
demokrasi, kamusal denetimi öngören demokrasidir. Kamusal denetimden
kaçmak, kamu kaynaklarının mevzuata uygun, etkin, verimli ve tasarruflu
kullanılmasından kaçmak; savurganlıklara, usulsüzlüklere ve yolsuzluklara
kapı aralamaktır.
4734 sayılı kanunda
öngörülen idareye şikayet, Kamu İhale Kurumuna itirazen şikayet ve Kamu
İhale Kurumu incelemesi ile Kamu İhale Kurumu kararları üzerinden
ihalelerin yargısal denetiminin ortadan kaldırılmasını amaçlayan iptali
istenen düzenlemelerde, kamu yararı bulunmadığı gibi saydamlık, rekabet,
eşit muamele, güvenilirlik, kamuoyu denetimi, kamusal ihtiyaçların
zamanında ve uygun şartlarla karşılanması ve kamusal kaynakların verimli
kullanılması ilkeleri üzerine kurulan kamu ihale düzeninin korunması
amacına da ters düşmekte ve ayrıca kamu ihalelerinde adalet ve hakkaniyetin
sağlanmasına ve yolsuzlukların önlenmesine güvence de oluşturmadığından
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine bu açılardan da
aykırılık oluşturmaktadır.
Anayasanın 10 uncu
maddesinde, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî
inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamayacağı; devlet organları ile idare makamlarının bütün işlemlerinde
kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları
kurallarına yer verilmiştir.
Bu madde ile amaçlananın
mutlak eşitlik değil, hukuksal eşitlik olduğu açıktır. “Yasa önünde
eşitlik” ilkesi, yasalar karşısında herkesin eşit olmasını, ayırım
yapılmamasını, kimseye ayrıcalık tanınmamasını gerektirir. Durumlarındaki
farklılıklar kimi kişi, kurum ve toplulukların değişik kurallara bağlı
tutulmasına neden olabilirse de, bunun Anayasal eşitlik ilkesine aykırı
olmaması için söz konusu değişik kuralların, kişi, kurum veya toplulukların
farklılık ve özelliklerine dayanması gerekeceğinde şüphe yoktur.İptali
istenen düzenlemelerle Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi,
ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarının bilişim teknolojisine ilişkin mal ve
hizmet alımları, 4734 sayılı Kanun kapsamından çıkarılmaktadır. Oysa
bilişim teknolojileri ekonomik bir sektördür ve tek kullanıcısı da Milli
Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kurumları
değil, tüm kamu sektörüdür. Bu bağlamda, kamu kurumlarının bilişim
teknolojisi ihtiyaçlarını karşılamaları, 4734 sayılı Kanundan istisna
tutulacak ise sadece Milli Eğitim Bakanlığının değil, 4734 sayılı Kanuna
tabi kamu kaynağı kullanan tüm kamu kurum ve kuruluşlarının istisna
tutulması gerekir. Aksine düzenleme, Anayasanın 10 uncu maddesindeki
eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
6287 sayılı İlköğretim ve
Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 24
üncü maddesiyle 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa eklenen geçici 13 üncü
maddesi, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı olduğundan iptali
gerekir. 9) 30.03.2012 Tarihli ve 6287 Sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 25 inci Maddesiyle
5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununa Eklenen Geçici 20 nci
Maddesinin Anayasaya Aykırılığı
6287 sayılı Kanunun 25 inci
maddesiyle 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununa eklenen
geçici 20 nci madde ile Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi
İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında, internet erişim hizmetleri
ve ağ altyapısının sağlanması için mal ve hizmet alımları ile yapım
işlerinde, 2012-2016 yılları arasındaki 4 yıl içinde Millî Eğitim Bakanlığı
ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca yapılacak ihalelerde
üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmeye
girişilmesi öngörülmektedir.
Anayasanın 161 inci maddesinin
birinci fıkrasında, Devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzelkişilerinin
harcamalarının yıllık bütçelerle yapılacağı kurala bağlandıktan sonra
üçüncü fıkrasında, Kanunun kalkınma planları ile ilgili yatırımlar veya bir
yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usuller koyabileceği
istisnasına yer verilmiştir.
Anayasanın 161 inci maddesinin üçüncü
fıkrasında sözü edilen Kanunun öngöreceği özel süre ve usuller ise, 5018
sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunun “Gelecek yıllara yaygın
yüklenmeler” başlıklı 28 inci maddesinde düzenlenmiştir.
5018 sayılı Kanunun 28 inci
maddesinin birinci fıkrasında merkezi yönetim kapsamındaki kamu
idarelerinin, bir mali yıl içinde tamamlanması mümkün olmayan yatırım
projeleri için gelecek yıllara yaygın yüklenmeye girişebileceği
belirtilerek temel kural ortaya konulmuş; 25.04.2007 tarihli ve 5628 sayılı
Kanunun 2 nci maddesiyle değişik ek dördüncü fıkrasında ise, “Yılı
bütçesinde ödeneği bulunması ve merkezî yönetim kapsamındaki idareler için
Maliye Bakanlığının uygun görüşünün alınması kaydıyla; satın alma suretiyle
edinilmesi ekonomik olmayan her türlü makine-teçhizat, cihazlar ve taşıtlar
ile hava ambulansı ve yangınla mücadele amacıyla hava ve deniz araçlarının
kiralanması veya finansal kiralama suretiyle temini; temizlik, yemek,
koruma ve güvenlik ile personel taşıma hizmetleri, 16/6/2005 tarihli ve
5369 sayılı Kanuna göre sağlanan sabit ve ankesörlü telefon hizmetleri ile
acil yardım çağrıları hizmetleri ve okullara sağlanan internet erişim
hizmetleri, harita, plan, proje, etüt ve müşavirlik hizmetleri, ulusal
araştırma geliştirme kurumlarının süreli ve süresiz yayın alımları, orman
ağaçlandırma ve amenajman işleri, kit karşılığı cihaz, aşı ve anti-serum
alımı için; süresi üç yılı geçmemek, finansal kiralama suretiyle temin
edileceklerde ise dört yıl olmak üzere üst yöneticinin onayıyla gelecek
yıllara yaygın yüklenmeye girişilebilir.” denilerek temel kuralın
istisnasına yer verilmiştir.
Devletin ve diğer kamu
tüzelkişilerinin yürütmekle yükümlü oldukları tüm kamu hizmetleri yıllık
değil, süreklidir; süreklilik taşır. Kaldı ki kamu hizmetleri Anayasanın
128 inci maddesinde de belirtildiği üzere tanımı itibariyle asli ve
süreklidir. Buna karşın, Anayasanın 161 inci maddesinde Devletin ve kamu
iktisadi teşebbüsleri hariç diğer kamu tüzelkişilerinin yürütmekle yükümlü
oldukları asli ve sürekli hizmetlerin gerektirdiği harcamaların sürekli
(yıllara yaygın) bir şekilde değil, yıllık bütçelerle mali yıl içinde
yapılması öngörülmüştür. Anayasa bunun istisnasını, kalkınma planları ile
ilgili yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetlerle
sınırlandırmıştır.
Bu bağlamda, Anayasada yıllara yaygın
yüklenmeye girişilebilmesi için, ihtiyacın kalkınma planında yer alan ve
bir mali yıl içinde tamamlanamayacak olan yatırım projeleri veya niteliği
itibariyle bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler olması gerektiği kuralı
getirilmiştir.
Bu bağlamda internet erişim
hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması sürekli bir kamu hizmeti olmakla
birlikte, internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için
yapılacak mal ve hizmet satınalması işleri, kalkınma planları ile ilgili
yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler kapsamında
olmadığından ve yapılacak iş mal ve hizmet satın alması olduğundan, tüm mal
ve hizmet satın alması işlerinde olduğu gibi ihtiyacın yıllara yaygın
değil, mali yıl içinde yıllık bütçelerle karşılanması gerekir.
İnternet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının sağlanması için yapılacak yapım işleri ise, niteliği
itibariyle yapım işi olduğundan yılı içinde tamamlanamayacak nitelikte
olması veya tamamlanamaması halinde yıllara yaygın hale gelir ve 5018
sayılı Kanunun 28 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında olduğundan
ayrıca ek yasal düzenlemeye ve dolayısıyla 5018 sayılı Kanuna geçici 20 nci
maddenin eklenmesine ihtiyaç bulunmamaktadır.
Öte yandan, yıllara yaygın olmanın
özellikle bilişim sektörü gibi gelişme ve yeniliklerin baş döndürücü bir hızla
ilerlediği bir sektörde yapımın makul bir süresinin olması gerekir. Yıllara
yaygınlığı 15 yıl süren bir internet ağ altyapısının yapımı işinde, daha ağ
altyapısı hizmete girmeden kullanılan malzemeler eskir, yıpranır, çürür
veya en azından kullanılan teknoloji demode olur. Dolayısıyla yapılan
yatırım işlevsiz kalır. Bu bağlamda yıllara yaygın yapım işlerinde, işin en
kısa sürede tamamlanarak hizmete açılması esastır ve yıllara yaygınlığa yasa
ile süre konulamaz. Süresi işin yapımının tamamlanmasının öngörüldüğü
tarihtir ve bu tarih yasal düzenlemeye konu oluşturmaz.
Bununla birlikte, 5018 sayılı Kanuna
22.12.2005 tarihli ve 5436 sayılı Kanunun 10 uncu maddesiyle eklenen ek
dördüncü fıkrasında 25.04.2007 tarihli ve 5628 sayılı Kanunun 2 nci
maddesiyle yapılan değişiklik sonucu, bazı kiralamalarla mal ve hizmet
satın alma işlerinin 3 yılı geçmemek üzere yıllara yaygın yapılabileceğine
ve bunlar arasında “okullara sağlanan internet erişim hizmetleri”nin de yer
aldığına ilişkin istisnai hüküm konulduğu iddiası ileri sürülebilir. Bu
doğrudur. Ancak, bunun doğru olması, 5018 sayılı Kanunun 28 inci maddesinin
ek dördüncü fıkrasındaki düzenlemelerin Anayasanın 161 inci maddesine uygun
olduğu anlamına gelmediği gibi, sözü edilen ek dördüncü fıkradaki gelecek
yıllara yaygın yüklenmeler, “yılı bütçesinde ödeneğinin bulunması”, “Maliye
Bakanlığından uygun görüş alınması” ve “süresinin üç yılı geçmemesi” gibi
Anayasal bütçe tekniği ve uygulaması ile ilgili üç temel koşula
bağlanmıştır. Oysa iptali istenen geçici 20 nci madde ile FATİH Projesi
kapsamında, hiç bir koşula bağlanmadan Millî Eğitim Bakanlığı ile
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığına, internet erişim hizmetleri
ve ağ altyapısının sağlanması için mal ve hizmet alımları ile yapım
işlerinde, 2012-2016 yılları arasındaki 4 yıl içinde yapılacak ihalelerde
üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmeye
girişilmesi yetkisi verilmektedir. Bu yetkinin Anayasanın 161 inci
maddesine aykırı olduğunda şüphe yoktur.
Anayasanın 10 uncu
maddesinde, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî
inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamayacağı; Devlet organları ile idare makamlarının bütün işlemlerinde
kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları
kurallarına yer verilmiştir.
Bu madde ile amaçlananın
mutlak eşitlik değil, hukuksal eşitlik olduğu açıktır. “Yasa önünde
eşitlik” ilkesi, yasalar karşısında herkesin eşit olmasını, ayırım
yapılmamasını, kimseye ayrıcalık tanınmamasını gerektirir. Durumlarındaki
farklılıklar kimi kişi, kurum ve toplulukların değişik kurallara bağlı
tutulmasına neden olabilirse de, bunun Anayasal eşitlik ilkesine aykırı
olmaması için söz konusu değişik kuralların, kişi, kurum veya toplulukların
farklılık ve özelliklerine dayanması gerekeceğinde şüphe yoktur.
İptali istenen
düzenlemelerle FATİH Projesi kapsamında Millî Eğitim Bakanlığı ile
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığına, internet erişim hizmetleri
ve ağ altyapısının sağlanması için mal ve hizmet alımları ile yapım
işlerinde, 2012-2016 yılları arasındaki 4 yıl içinde yapılacak ihalelerde
üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmeye
girişme yetkisi verilmektedir. Oysa, internet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının sağlanması için mal ve hizmet alımları ile yapım işleri,
interneti kamu hizmetlerinin etkin, verimli ve hızlı yürütülmesi amacıyla
kullanan Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden Nüfus İşleri Genel Müdürlüğüne,
İçişleri Bakanlığından Adalet Bakanlığına, Sayıştay Başkanlığından TÜİK
Başkanlığına kadar tüm kamu kurum ve kuruluşlarının ortak ihtiyacıdır. Bu bağlamda, kamu
kurumlarına bilişim teknolojisi ihtiyaçlarının karşılanmasında Anayasal bir
ayrıcalık takınacak ise, bunun sadece Milli Eğitim Bakanlığı ile Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığına yada sadece FATİH Projesine değil,
tamamına ve tüm projelere tanınması ve internet erişimi ve ağ altyapısı
kuran, yenileyen, modernize eden tüm kamu kurum ve kuruluşlarına 2012-2016
yılları arasındaki 4 yıl içinde yapacakları mal ve hizmet alımları ile
yapım işleri ihalelerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek
yıllara yaygın yüklenmeye girişme yetkisi verilmelidir. Aksine
düzenleme, Anayasanın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesiyle
bağdaşmamaktadır.
Öte yandan, Anayasanın
166 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında, Kalkınma planlarının hazırlanmasına,
Türkiye Büyük Millet meclisince onaylanmasına, uygulanmasına,
değiştirilmesine ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesine ilişkin
usul ve esasların kanunla düzenleneceği öngörülmüştür.
30.10.1984 tarihli ve
3067 sayılı Kalkınma Planlarının Yürüklüğe Konması ve Bütünlüğünün
Korunması Hakkında Kanunun 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Komisyonlarının kendilerine havale edilen kanun
tasarısı ve teklifleri ile bu tasarı ve teklifler üzerinde verilen
değişiklik önergelerini, Kalkınma Planına uygunluk bakımından da
inceleyecekleri ve uygun bulmadıkları takdirde reddedecekleri; (2) numaralı
fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının Kalkınma Planıyla
ilgili gördüğü tasarı ve teklifleri en son olarak Plan ve Bütçe Komisyonuna
havale edeceği; Kanun tasarı ve tekliflerinin, Hükümetin veya Genel Kurulun
lüzum göstermesi halinde de, Plan ve Bütçe Komisyonuna havale olunacağı;
(3) numaralı fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe
Komisyonunun (1) ve (2) numaralı fıkralarda belirtilen kanun tasarı ve
tekliflerinden başka, kamu harcama veya gelirlerinde artış veya azalış
gerektiren kanun tasarı veya tekliflerini veyahut sadece belli maddeleri bu
niteliği taşıyan tasarı veya tekliflerini de inceleyeceği hüküm altına
alınmıştır.
FATİH Projesi, 2007-2013 dönemini
kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda yer almamaktadır ve bu haliyle
kalkınma planında değişiklik öngörmenin yanında 6728 sayılı Kanunun
dayanağını oluşturan Kanun Teklifi kamu harcama ve gelirlerinde artışı
öngörmektedir. Bu nedenle de Anayasanın 166 ncı maddesinin üçüncü fıkrası
gereğince çıkarılan 3067 sayılı Kanunun 3 üncü maddesi gereğince Plan ve
Bütçe Komisyonunda görüşülmesi gerekmektedir. Anılan Kanun Teklifinin, Plan
ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeden yasalaşması, Anayasanın 166 ncı
maddesine aykırılık oluşturur.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 25 inci maddesiyle 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol
Kanununa eklenen geçici 20 nci maddesi, Anayasanın 10 uncu ve 161 inci ve
166 ncı maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN
GEREKÇESİ
İptali istenen kurallar, anayasa hükümlerine açıkça aykırı olduğu
gibi, kamu yararına dayanmayan, laik sosyal hukuk düzenini özünden
zedeleyecek, ayrıca din istismarına uygun zemin hazırlayarak, halkımızı
ayrıştırıp, kutuplaşmalara neden olacak düzenlemeler olduğundan,
uygulanmaları halinde sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve
zararlara yol açacağı açıktır.
Öte yanda, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı
kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya
aykırılığın sürdürülmesinin bir hukuk devletinde subjektif yararların
üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de
zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir
düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu
ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum
ve zararlara yol açacağından şüphe yoktur. Bu zarar ve durumların doğmasını
önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen kuralların,
iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek
Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
V. SONUÇ VE İSTEM
Yukarıda açıklanan gerekçelerle 30.03.2012 tarihli 6287 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun;
1. 1 inci maddesi ile değiştirilen 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü
maddesinin ve aynı Kanunun 7 nci maddesi ile değiştirilen 14/6/1973 tarihli
ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 22 nci maddesi Anayasanın 2
nci, 5 inci, 10 uncu, 17 nci, 24 üncü, 41 inci, 42 nci, 65 inci, 90 ıncı ve
166 ncı maddelerine;
2. 2 nci maddesi ile değiştirilen 222 sayılı Kanunun 7 nci maddesi
Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 14 üncü, 24 üncü, 41 inci ve 42 nci maddelerine;
3. 3 üncü maddesi ile değiştirilen 222 sayılı Kanunun 9 uncu
maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi ile yine aynı Kanunun 8 inci
maddesi ile değiştirilen 1739 sayılı Kanunun 24 üncü maddesinin son cümlesi
Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 17 nci, 27 nci, 41 inci ve 42 nci
maddelerine;
4. 9 uncu maddesi ile değiştirilen 1739 sayılı Kanunun 25 inci
maddesinin mülga birinci fıkrası Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 14 üncü, 17
nci, 24 üncü, 27 nci, 41 inci, 42 nci, 65 inci, 90 ıncı, 153 üncü, 163
üncü, 166 ncı ve 174 üncü maddelerine,
5. 12 nci maddesi ile değiştirilen 5/6/1986 tarihli ve 3308 sayılı
Mesleki Eğitim Kanununun 18 inci maddesinin birinci fıkrasından yüzde onundan fazla ibaresinin,
çıkarılmasına ilişkin hüküm, Anayasanın, 5 inci, 10 uncu, 17 nci, 42 nci,
65 inci ve 90 ıncı maddelerine,
6. 13 üncü maddesi ile değiştirilen 16/8/1997 tarihli ve 4306 sayılı
Kanunun geçici 1 inci maddesinin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinin (c)
alt bendinde yer alan “sekiz
yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresinin “ilköğretim ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmesinin ve
maddede yer alan “sekiz yıllık
kesintisiz” ibarelerinin madde metninden çıkartılmasına ilişkin
hüküm, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 17 nci, 24 üncü, 27 nci, 42 nci,
65 inci ve 163 üncü maddelerine,
7. 14 üncü
maddesiyle değiştirilen, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın 45 inci
maddesinin (a), (b), (d), (e) bendlerinin Anayasanın başlangıç, 2 nci, 10
uncu, 11 inci, 24 üncü, 42 nci, 130 uncu, 131 inci, 174 üncü, (c) bendi ile
(f) bendindeki “… ile ortaöğretimin
tamamını yurtdışında yurt dışında tamamlayan öğrencilerin …” ibaresi, Anayasanın
7 nci, 10 uncu ve 87 nci maddelerine; 16 ncı maddesi ile 2547 sayılı Kanuna eklenen geçici 65 inci maddesinin
Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine,
8. Kanunun 24
üncü maddesiyle 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa eklenen geçici 13 üncü
maddesi, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine,
9. Kanunun
25 inci maddesiyle 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununa
eklenen geçici 20 nci maddesi, Anayasanın 10 uncu, 161 inci ve 166 ncı
maddelerine
aykırı olduklarından iptallerine
ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar
doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin
durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”
II- YASA
METİNLERİ
A- İptali İstenen
Yasa Kuralları
1- 6287 sayılı Kanun ile değiştirilen, 5.1.1961
günlü, 222 sayılı İlköğretim ve
Eğitim Kanunu’nun dava konusu kuralları da içeren 3., 7. ve 9. maddeleri şöyledir:
“MADDE 3- Mecburi ilköğretim çağı 6-13
yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın
Eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim
yılı sonunda biter.
MADDE 7- İlköğretim; 1 inci maddede belirtilen
amacı gerçekleştirmek için kurulmuş dört yıl süreli ve zorunlu ilkokul ile
dört yıl süreli ve zorunlu ortaokuldan oluşan bir Millî Eğitim ve Öğretim
Kurumudur.
Madde
9- İlköğretim kurumlarının ilkokul ve
ortaokul olarak bağımsız okullar halinde kurulması esastır. Ancak imkân ve şartlara göre
ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabilir.
Nüfusun
az veya dağınık olduğu yerlerde; köyler gruplaştırılarak, merkezi durumda
olan veya durumu uygun bulunan köylerde ilköğretim bölge okulları ve
bunlara bağlı pansiyonlar, gruplaştırmanın mümkün olmadığı yerlerde ise
yatılı ilköğretim bölge okulları veya gezici okullar açılabilir. Gezici
okullarda gezici öğretmenler görevlendirilir.
Bu okullarda yetiştirici sınıflar ve
kurslar da açılabilir.
Şehir ve kasabalarda, ihtiyaca göre
yatılı veya pansiyonlu okullar kurulabilir.”
2- 6287 sayılı Kanun ile değiştirilen 14.6.1973
günlü, 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun dava konusu kuralları da
içeren 22., 24. ve 25. maddeleri şöyledir:
“MADDE 22- Mecburi ilköğretim çağı 6–13
yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın
Eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim
yılı sonunda biter.
MADDE 24-
İlköğretim kurumlarının ilkokul ve ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde
kurulması esastır. Ancak imkân ve
şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de
kurulabilir.
Madde 25- İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve
zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar
arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarından
oluşur. Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini
destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre
seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur. Bu
okullarda okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve
diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça
belirlenir.
Nüfusun az
ve dağınık olduğu yerlerde, köyler gruplaştırılarak, merkezi durumda olan
köylerde ilköğretim bölge okulları ve bunlara bağlı pansiyonlar,
gruplaştırmanın mümkün olmadığı yerlerde yatılı ilköğretim bölge okulları
kurulur.”
3- 6287 sayılı Kanun’un dava konusu kuralları içeren
12. ve 13. maddeleri şöyledir:
“MADDE 12- 5/6/1986 tarihli ve 3308
sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 18 inci maddesinin birinci fıkrasında yer
alan “yüzde onundan fazla” ibaresi madde metninden çıkarılmıştır.
MADDE 13- 16/8/1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunun
geçici 1 inci maddesinin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinin (c) alt
bendinde yer alan “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresi “ilköğretim
ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmiş ve maddede yer alan “sekiz yıllık
kesintisiz” ibareleri madde metninden çıkarılmıştır.”
4- 6287 sayılı Kanun ile değiştirilen, 4.11.1981
günlü, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun dava konusu kuralları da içeren
45. maddesi şöyledir:
“Madde 45- Yükseköğretime
giriş ve yerleştirme aşağıdaki şekilde yapılır:
a. Yükseköğretim kurumlarına giriş ve yerleştirme
işlemleri imkân ve fırsat eşitliğini sağlayacak tedbirleri almak kaydıyla,
Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usûl ve esaslara göre yapılır.
b. Yükseköğretim kurumlarına esasları Yükseköğretim
Kurulu tarafından belirlenen merkezî sınavlarla girilir. Yerleştirme
puanlarının hesaplanmasında adayların ortaöğretim başarıları dikkate
alınır. Ortaöğretim bitirme başarı notları en küçüğü ikiyüzelli, en büyüğü
beşyüz olmak üzere ortaöğretim başarı puanına dönüştürülür. Ortaöğretim
başarı puanının yüzde onikisi yerleştirme puanı hesaplanırken merkezî
sınavdan alınan puana eklenir. c. Ortaöğretim kurumlarını birincilik ile
bitiren adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra Yükseköğretim Kurulu
kararı ile ayrı kontenjanlar belirlenebilir. d. Meslekî ve teknik ortaöğretim
kurumlarından mezun olan öğrenciler, istedikleri takdirde bitirdikleri
programın devamı niteliğinde veya bunlara en yakın olan meslekî ve teknik
önlisans yükseköğretim programlarına sınavsız olarak yerleştirilebilir. Bu
öğrencilerin yerleştirilmesine ilişkin usûl ve esaslar Millî Eğitim
Bakanlığının görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından çıkarılacak
yönetmelikle belirlenir.
e. Önlisans mezunları için, ilişkili lisans
programlarında belirlenmiş kontenjanın yüzde onunu geçmeyecek şekilde Yükseköğretim
Kurulu kararı ile her yıl dikey geçiş kontenjanı ayrılabilir.
f. Yabancı
uyruklu öğrenciler ile ortaöğretimin
tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına
kabul usûl ve esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir.
Uluslararası andlaşmalar gereği Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarında
burslu olarak öğrenim görecek yabancı uyruklu öğrencilerin yerleştirme
işlemleri Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılır.
g.
Yükseköğretim Kurulunca belirlenecek usûl ve esaslara göre, belli sanat ve
spor dallarında üstün kabiliyetli olduğu tespit edilen öğrenciler ile
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumunca tespit edilen
uluslararası bilimsel yarışmalarda ödül kazanan öğrenciler, ilgili dallarda
eğitim yapmak kaydıyla yükseköğretim kurumlarına yerleştirilebilir.”
5- 6287 sayılı Kanun ile 2547 sayılı Kanun’a eklenen
ve dava konusu olan Geçici Madde 61 şöyledir:
“Geçici Madde 61- Bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarih itibariyle bir mesleğe yönelik program uygulayan
ortaöğretim kurumlarında öğrenim görmekte olan öğrenciler bakımından, bu
kurumların mezunlarının Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen aynı
meslek dalında yer alan yükseköğretim programlarına yerleşmelerinde merkezî
sınavlardan almış olduğu puanlara ilave edilecek ortaöğretim başarı puanı
hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki mevzuat
hükümleri uygulanır.”
6- 6287 sayılı Kanun ile 4.1.2002 günlü, 4734 sayılı
Kamu İhale Kanunu’na eklenen ve dava konusu kural olan Geçici Madde 13 şöyledir:
“Geçici Madde 13- Yurtiçi üretimin ve katma değerin artırılması,
teknoloji kazanımının sağlanması, daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan
ürünlerin üretilebilmesi, yeni teknoloji ve ürünlere yönelik
araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçiş
hedefleriyle, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve
ortaöğretim kademelerindeki okulların dersliklerine bilişim teknolojisi
donanımı, yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının sağlanması,
dersler için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik temin edilmesi
ve e-içerik altyapısının oluşturulması, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
okullarda görev yapan öğretmenlere ve örgün eğitim gören öğrencilere
e-kitap, tablet bilgisayar ve benzeri ihtiyaçların sağlanması amaçlarıyla
Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH)
Projesi kapsamında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve
hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri
hariç, bu Kanun hükümlerine tâbi değildir. Bu madde uyarınca yapılacak
alımlara ilişkin usûl ve esaslar Maliye Bakanlığı ve Kamu İhale Kurumunun
görüşü alınarak Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle,
rekabete açık olacak şekilde düzenlenir.”
7- 6287 sayılı Kanun ile 10.12.2003 günlü, 5018
sayılı Kanun’a eklenen ve dava konusu kural olan Geçici Madde 20 şöyledir:
“Geçici Madde
20- Eğitimde
Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında
Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal
ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla
kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilir.”
B- Dayanılan
Anayasa Kuralları
Dava dilekçesinde, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2.,
5., 7., 11., 14., 17., 24., 27., 41., 42., 65., 87., 90., 130., 131., 153.,
161., 163., 166. ve 174. maddelerine
dayanılmıştır.
III- İLK
İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 8.
maddesi uyarınca Haşim KILIÇ, Serruh
KALELİ, Alparslan ALTAN, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN,
Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal
TERCAN ve Muammer TOPAL’ın katılımlarıyla yapılan
ilk inceleme toplantısında;
1- Dosyada eksiklik
bulunmadığından işin esasının incelenmesine,2- Yürürlüğü durdurma isteminin
esas inceleme aşamasında karara bağlanmasına,
15.6.2012 gününde OYBİRLİĞİYLE karar
verilmiştir.
IV- ESASIN
İNCELENMESİ
Dava dilekçesi ve ekleri, Raportör Ayhan KILIÇ
tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, dava konusu Yasa
kuralları, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer
yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Kanun’un 1. Maddesiyle
Değiştirilen 222 Sayılı Kanun’un 3. Maddesi ile 7. Maddesiyle Değiştirilen
1739 Sayılı Kanun’un 22. Maddesinin İncelenmesi
1-
Kuralların Anlam ve Kapsamı
Dava konusu kurallarla, 6–14 olan ilköğretim çağı
yaş aralığı 6–13 şeklinde değiştirilmiştir. Düzenlemeyle, ilköğretim
çağının başlangıç yaşında değişiklik yapılmamış olup bitiş yaşı bir yıl
düşürülmüştür. İlköğretim çağının başlangıç yaşının 6 olduğu ve bu çağın,
çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın Eylül ayı sonunda başlayacağı hususu
önceki düzenlemede olduğu gibi aynen tekrarlanmıştır. Buna karşılık, 14
olan ilköğretim çağının bitiş yaşı 13 şeklinde değiştirilmiş ve bu çağın 13
yaşın bitirilip 14 yaşına girildiği yılın öğretim yılı sonunda dolacağı
belirtilmiştir.
Değişiklikten önce 6–14 yaş aralığını kapsayan
ilköğretim çağı, dokuz eğitim ve öğretim yılına tekabül etmektedir. Böylece
sekiz yıllık zorunlu eğitime fiilen başlama yaşını belirleme hususunda
yürütmeye belli ölçüde takdir yetkisi tanınmıştır. Dava konusu kurallarla
yapılan değişiklik sonucu hem ilköğretim çağı dokuz yıldan sekiz yıla
indirilerek sekiz yıllık zorunlu ilköğretim süresiyle uyumlu hale
getirilmiş hem de yürütme organının takdir yetkisi daraltılmıştır.
Yürütmenin takdir yetkisi, ilköğretimin başlangıç yılı olan altıncı yaşın kaçıncı
ayında eğitime başlanacağının tespitiyle sınırlandırılmıştır.
2-
Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
a- Anayasa’nın 42. Maddesi Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde, ailesinin veya herhangi bir yakınının yardımına
gerek duymaksızın günlük ihtiyaçlarını karşılayabilme becerisini henüz
edinmemiş, dil, beden ve zihin gelişimi yeterli düzeye ulaşmamış 5 yaş
çocuklarının ilköğretime başlatılmalarının çağdaş ve bilimsel eğitim
esaslarına uygun düşmediği belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 42.
maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın “Eğitim
ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. maddesinin ilk fıkrasında, “Kimse, eğitim ve öğrenim haklarından
yoksun bırakılamaz” denilerek eğitim ve öğretim hakkının genelliği
ilkesi benimsenmiş, ikinci fıkrasında da öğrenim hakkının kapsamının
kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Eğitim esaslarının belirlendiği üçüncü
fıkrada, “Eğitim ve öğretim Atatürk
ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı
eğitim ve öğretim yerleri açılamaz” kuralına yer verilmiştir. Dördüncü
fıkrada, eğitim ve öğretim hürriyetinin Anayasa’ya sadakat borcunu ortadan
kaldırmayacağı vurgulandıktan sonra, beşinci fıkrada, “İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve
devlet okullarında parasızdır” kuralıyla ilköğretimin zorunluluğu esası
getirilmiştir. Maddenin diğer fıkralarında ise özel ilk ve orta dereceli
okulların bağlı olduğu esaslara, maddi olanaktan yoksun öğrencilere
verilecek burs ve yardımlara, eğitim ve öğretim kurumlarındaki
faaliyetlerin niteliğine ve eğitim diline ilişkin düzenlemelere yer
verilmiştir.
Maddenin gerekçesinde de, öğrenim hakkının genel ve
sosyal bir hak olarak nitelendirildiği, bu hakkın temel gerçekleşme yerinin
ilköğretim olduğu, bu nedenle zorunlu kılındığı ve parasız eğitim ilkesinin
kabul edildiği, kız ve erkek vatandaşlar arasında fark gözetilmemesi
gereğine özellikle işaret edildiği, öğrenim ve öğretimin, fert bakımından
hak olarak tanınırken devlet bakımından “başta
gelen ödevlerden” sayıldığı, ilköğretim zorunluluğunun temel
hedeflerinden birinin, şahsın manevi ve ekonomik kişiliğini elverişli
koşullarla geliştirmesine yardım etmek olduğu, ilköğretim zorunluluğunun,
küçüklerin okula devamlarının sağlanmasını, bu amaçla küçüklerin yasal
temsilcilerinin zorlanabilmesini de ifade ettiği, devletin, ilköğretim
zorunluluğunun hangi yaştan hangi yaşa kadar devam edeceğini
saptayabileceği belirtilmiştir.
Anayasa’daki bu düzenlemeyle, Atatürk ilkeleri ve
inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin
gözetim ve denetimi altında yapılması öngörülen eğitim ve öğretimin,
zorunlu olması esası benimsenmiş ancak, hangi yaştan hangi yaşa kadar devam
edeceği, süresi ile kesintili ya da kesintisiz yapılmasına ilişkin takdir
yetkisi kanun koyucuya bırakılmıştır.
Kanun koyucu, Anayasa’nın verdiği bu yetkiye
dayanarak, 6–14 olan ilköğretim çağı yaş aralığının bitiş yaşını, dava
konusu kurallarla 14’ten 13’e indirmiştir. Düzenlemede ilköğretim çağının
başlangıç yaşı ile ilgili olarak herhangi bir yenilik söz konusu değildir.
Eğitim, doğumla başlayan bir süreç olup bireyin
yaşına ve fiziksel, bilişsel, psiko-sosyal ve ahlaki gelişim düzeyine göre
içeriği ve yöntemi değişebilmektedir.
Eğitimin çağdaş ve bilimsel olması, çocuğa verilecek eğitimin
içeriği ve yönteminin, çocuğun yaşı ve gelişim düzeyiyle uyumlu olmasını
gerektirmekte olup, içerik ve yönteminin çağdaş ve bilimsel esaslara uygun
olarak belirlenmesi koşuluyla Anayasa’nın 42. maddesinde öngörülen zorunlu
eğitimin hangi yaşta başlatılacağının takdiri kanun koyucuya aittir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar
Anayasa’nın 42. maddesine aykırı değildir.
b- Anayasa’nın 2., 7. ve 87. Maddeleri Yönünden
İnceleme
Dava dilekçesinde, dava konusu
kurallarda ilköğretim çağı 60 ay olarak belirlendiği halde, Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından yapılan idari düzenlemelerle ilköğretime başlamanın
66-72 aylık çocuklar yönünden zorunlu, 60-66 aylık çocuklar yönünden isteğe
bağlı kılınmasının dava konusu kuralların hukuki güvenliğin
temelinde yatan belirlilik ve öngörülebilirlik unsurlarını taşımadığını
ortaya koyduğu, öte yandan yürütme organına, çerçevesi çizilmeden, sınırları
belirsiz düzenleme yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği belirtilerek kuralların,
Anayasa’nın 2., 7. ve 87. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti,
eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık
olan devlettir.
Hukuk devletinin temel ilkelerinden
biri “belirlilik ilkesi”dir. Bu ilkeye
göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir
duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesi gerekir.
Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama
yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki
devredilemez.” denilmektedir. Öte yandan, Anayasa’nın 87.
maddesinde “kanun koyma” yetkisinin
Türkiye Büyük Millet Meclisine ait bir görev olduğu açıklığa
kavuşturulmuştur. Buna göre,
Anayasa’da kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına
genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı
değildir.
Farklı koşul ve durumlara göre sık sık değişik
önlemler alma, bunları kaldırma ve süratli biçimde hareket etme
zorunluluğunun bulunduğu alanlarda, yasama organının temel kuralları
saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye
bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamayacağı gibi yürütme
organının yasama organı tarafından çerçevesi çizilmiş alanda ve değişen
koşullara uyum sağlayabilecek esnekliğe sahip kriterlere uygun olarak,
genel nitelikte hukuksal tasarruflarda bulunması, hukuk devletinin belirlilik ilkesine aykırılık oluşturmaz.
Dava konusu kurallarda, ilköğretim çağının, 6–13
yaşlarını kapsadığı ve bu çağın, çocuğun 5 yaşını doldurduğu Eylül ayının
sonundan başlayacağı, 13 yaşını doldurup 14 yaşına girdiği yılın, öğretim
yılının sonunda dolacağı açıkça düzenlenmek suretiyle çocuğun hangi
yaşlarda zorunlu ilköğretime tabi tutulacağı belirlenmiştir. Zorunlu ilköğretim
çağının yaş aralığı kanunla belirlendikten sonra, 5 yaşını doldurarak
ilköğretim çağına giren bir çocuğun, 6. yaşın kaçıncı ayında fiilen
ilköğretime başlatılacağının Milli Eğitim Bakanlığınca saptanması,
belirlilik ilkesine aykırılık oluşturmadığı gibi, yasama yetkisinin devri
anlamına da gelmez.
Açıklanan
nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 7. ve 87. maddelerine aykırı değildir.
c- Anayasa’nın 166. Maddesi Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde,
ilköğretime başlama yaşının 60 aya düşürülmesini öngören düzenlemelerin 2007-2013
dönemini kapsayan Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yer almadığı gibi
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planıyla getirilen 8 yıllık kesintisiz temel
eğitimi de ortadan kaldırdığı, bu nedenle 3067 sayılı Kalkınma Planlarının
Yürürlüğe Konulması ve Bütünlüğünün Korunması Hakkında Kanun’un 3.
maddesine aykırı olarak Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeden
kanunlaşmasının, Anayasa’nın 166. maddesine aykırılık oluşturduğu ileri
sürülmüştür.
Anayasa’nın “Planlama;
Ekonomik ve Sosyal Konsey” başlıklı 166. maddesinde, ekonomik, sosyal
ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayi ve tarımın yurt düzeyinde dengeli
ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve
değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamanın ve
bu amaçla gerekli teşkilatı kurmanın devletin görevi olduğu, planda, milli
tasarrufu ve üretimi artırıcı, fiyatlarda istikrar ve dış ödemelerde
dengeyi sağlayıcı, yatırım ve istihdam geliştirici tedbirler öngörüleceği;
yatırımlarda toplum yararları ve gereklerinin gözetileceği, kaynakların
verimli şekilde kullanılmasının hedef alınacağı; kalkınma girişimlerinin,
bu plana göre gerçekleştirileceği; kalkınma planlarının hazırlanmasına,
Türkiye Büyük Millet Meclisince onaylanmasına, uygulanmasına,
değiştirilmesine ve bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesine ilişkin
usul ve esasların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Böylece, sosyal
devlet ilkesini gerçekleştirmek amacıyla devletin sosyal ve ekonomik yaşama
müdahalesinin bir plan çerçevesinde yapılması öngörülmüştür.
Türkiye Büyük Millet Meclisince onaylanmaları
nedeniyle hukuki bir güç kazandırılan kalkınma planlarının, ekonomik,
sosyal ve kültürel kalkınmayı ilgilendiren konularda kanun koyucuyu önceden
ilkeleri belirlenmiş bir doğrultuda düzenleme yapmaya zorladığı bir
gerçektir. Ancak bu durum, kanun koyucunun planın özüne bağlı kalarak
ortaya çıkan yeni gereksinmelere ve önceliklere göre düzenleme yapmasına
engel değildir. Bu itibarla herhangi bir kanun hükmünün
plan düzenlemeleriyle uyumlu olmaması, Anayasa’ya aykırılık oluşturmaz.
Kaldı ki, 1.7.2006 günlü, 26215 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Dokuzuncu
Beş Yıllık (2007-2013) Kalkınma Planında ilköğretime başlama yaşına yönelik
herhangi bir öneriye de yer verilmemiştir.
Öte yandan, ilköğretime
başlama yaşının düşürülmesini öngören kuralın Plan ve Bütçe Komisyonunda
görüşülmeden kanunlaşmasının Anayasa’ya aykırı olduğu iddiası, şekle
ilişkin olup Anayasa’nın 148. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca 6287
sayılı Kanun’un Resmî Gazete’de yayımlandığı 11.4.2012 gününden itibaren 10
günlük süre içerisinde dava konusu edilmesi gerekirken, 8.6.2012 gününde
açılan bu davada söz konusu iddianın incelenmesine olanak bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar
Anayasa’nın 166. maddesine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi
gerekir.
Kuralların, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 5., 10., 17., 24., 41.
ve 90. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
B- Kanun’un 2. Maddesiyle Değiştirilen 222 Sayılı
Kanun’un 7. Maddesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, ilköğretimin dört yıl zorunlu
ilkokul, dört yıl zorunlu ortaokul şeklinde kademelendirilmesinin pedagojik
ilkelere aykırı düştüğü, ilköğretime başlama yaşının da 5 yaşa düşürüldüğü
gözetildiğinde 9–10 yaşlarında, henüz somut işlemler döneminin ortasında
bulunan çocukların, soyut eğitim yapılan ortaokula başlamalarının çağdaş ve
bilimsel eğitim ilkesiyle bağdaşmadığı, ayrıca, ortaokullardaki
müfredatın belirsiz olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10., 14., 24., 41. ve 42.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, sekiz yıllık kesintisiz
ilköğretim, dört yıl süreli ve zorunlu ilkokul, dört yıl süreli ve zorunlu
ortaokul şeklinde iki kısma ayrılarak kademelendirilmiştir.
Kanun’un
genel gerekçesinde, ilköğretimin dört yıl ilkokul ve dört yıl ortaokul
şeklinde kademelendirilmesinin amacı, farklı yaş gruplarında bulunan
çocukların aynı ortamlarda eğitim görmelerinin yol açtığı olumsuzlukların
ortadan kaldırılması, sekiz yıllık kesintisiz eğitimle işlevsiz hale gelen
köy okullarının tekrar açılarak özellikle kız çocuklarını yatılı bölge
okullarına veya taşımalı eğitimle başka yerlere göndermekte çekingen
davranan velilerin endişelerinin giderilmesi ve meslek liselerinin yeniden
canlandırılması olarak açıklanmıştır.
Anayasanın 42. maddesiyle, Atatürk ilkeleri ve
inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin
gözetim ve denetimi altında yapılması öngörülen eğitim ve öğretimin zorunlu
olması esası benimsenmiş, ancak, süresi ve kesintili ya da kesintisiz
yapılmasına ilişkin seçim, kanun koyucunun takdirine bırakılmıştır.
Öte
yandan, eğitim hizmetlerinin değişkenliği dikkate alındığında, ortaokul müfredatının belirlenmesi idari ve teknik bir mesele
olup kanunla belirlenmesi zorunluluğu bulunmamaktadır.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 42. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin
reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 2., 10.,
14., 24. ve 41. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
C- Kanun’un 3.
Maddesiyle Değiştirilen 222 Sayılı Kanun’un 9. Maddesinin Birinci
Fıkrasının Son Cümlesi ile 8. Maddesiyle Değiştirilen 1739 Sayılı Kanun’un
24. Maddesinin Son Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, ilköğretimin 4+4 şeklinde iki kademeli olmasını,
ilköğretime başlama yaşının düşürülmesini, mesleki yönlendirmenin temel
eğitimin ikinci devresinde başlamasını öngören düzenlemenin bilimsel esaslara
uygun olmadığı belirtilerek kuralların,
Anayasa’nın 2., 5., 10., 17., 27., 41. ve 42. maddelerine aykırı olduğu öne
sürülmüştür.
6216 sayılı
Kanun’un 43.
maddesi uyarınca, ilgisi nedeniyle dava konusu kurallar Anayasa’nın 65.
maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kurallarla, ortaokulların, ilkokullar
veya liselerle birlikte aynı binada kurulabilmesine olanak tanınmıştır.
Kanun’un gerekçesinde konuyla ilgili olarak, istisnai durumların
oluşabileceği de göz önünde bulundurularak fiziki, coğrafi ve ekonomik
gerekçelerle ilköğretim birinci kademe ve ilköğretim ikinci kademenin
birlikte de kurulabilmesinin amaçlandığı belirtilmiştir.
Anayasa’nın 65. maddesinde, devletin, sosyal ve ekonomik alanlarda
Anayasa ile belirtilen görevlerini, ekonomik istikrarın korunmasını
gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği hükmü
bulunmaktadır. Anayasa’nın bu hükmü, sosyal ve ekonomik hakların
gerçekleştirilmesinin ölçüsü konusunda, yasama organına bir takdir yetkisi
vermektedir. Anayasa’da “sosyal ve
ekonomik hak” olarak düzenlenen eğitim hakkı kapsamında devlete
yüklenen pozitif yükümlülükler yerine getirilirken, devletin mali
kaynaklarının yeterliliğinin gözeteceği açıktır. Kamu kaynaklarının yetersizliğinin veya fiziki ve
coğrafi yapının özelliğinin gerektirdiği durumlarda ortaokulların
ilkokullar veya liselerle birlikte kurulabilmesine olanak tanınması,
devletin mali kaynaklarının yeterliliğinin gözetilmesinin bir sonucudur.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 65. maddesine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi
gerekir.
Kuralların, Anayasa’nın 2., 5., 10., 17.,
27., 4. ve 42. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
D- Kanun’un 9.
Maddesiyle Değiştirilen 1739 Sayılı Kanun’un 25. Maddesinin Mülga Birinci
Fıkrasının İncelenmesi
1- Fıkranın Üçüncü Cümlesinin
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz.
Peygamberimizin Hayatı” derslerinin, ortaokul ve liselerde isteğe bağlı
seçmeli ders olarak okutulmasını öngören kuralın, İslam dini ile devlet
arasında aidiyet ilişkisi kurduğu, devletin tüm dinler karşısında eşit
mesafede durmasını engelleyeceği, bu dersleri seçmeyecek öğrencileri
dolaylı da olsa inançlarını açıklamaya zorlayacağı ayrıca, ikili bir
eğitime yol açacağı, dolayısıyla kuralla, Anayasa’da korunan laiklik ve
eşitlik ilkeleri ile din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiği belirtilerek
kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 10., 14., 17., 24., 27.,
41., 42., 65., 90., 153., 163., 166. ve 174. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
Dava
konusu kuralla, “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin
Hayatı” derslerinin ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders
olarak okutulması öngörülmektedir.
Laiklik, 1937 yılından itibaren anayasalarımızda
yer alan temel ilkelerden biridir. Bu kavramı tanımlarken ve unsurlarını
ortaya koyarken, sistematik yorum yöntemi kullanmak suretiyle Anayasa’nın
konuya ilişkin tüm hükümlerini bütüncül bir yaklaşımla değerlendirmek
gerektiği açıktır. Laiklik kavramı, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 13.,
14., 68., 81., 103., 136. ve 174. maddelerinde yer almaktadır. Söz konusu
maddelerde laiklik, devletin dini inançlar karşısındaki konumunu belirleyen
siyasal bir ilke olarak düzenlenmiştir. Diğer bir ifadeyle, laiklik,
bireyin ya da toplumun değil, devletin bir niteliğidir.
Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din
olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak, kavramın iki farklı
yorumu ve uygulamasının bulunduğu görülmektedir. Bunlardan, katı laiklik
anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına
çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir
olgudur.
Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise
dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu
tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç
dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir
unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik
bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların
şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması
altındadır. Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün
güvencesidir.
Dinler ve inançlar, mensuplarının yaşam
biçimlerini, kimliklerini ve diğer insanlarla ilişkilerini etkiler. Din ve
inanç yönünden toplumların çeşitlilik arzettiği, toplumda farklı dinlerin,
inançların ya da inançsızlıkların bulunduğu da tarihsel ve sosyolojik bir
gerçekliktir. Bu nedenle, demokratik ve laik devletin temel amaçlarından
biri, toplumsal çeşitliliği koruyarak, bireylerin sahip oldukları
inançlarıyla barış içinde bir arada yaşabilecekleri siyasal düzenleri inşa
etmektir. Laiklik, devletin din ve inançlar karşısında tarafsızlığını
sağlayan, devletin din ve inançlar karşısındaki hukuki konumunu, görev ve
yetkileri ile sınırlarını belirleyen anayasal bir ilkedir. Laik devlet,
resmî bir dine sahip olmayan, din ve inançlar karşısında eşit mesafede
duran, bireylerin dini inançlarını barış içerisinde serbestçe öğrenebilecekleri
ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzeni tesis eden, din ve vicdan
hürriyetini güvence altına alan devlettir. Devletle dinin ayrılığı, din ve
vicdan hürriyetinin bir gereği olmanın yanında, dinin siyasi müdahalelerden
korunması ve bağımsızlığını sürdürmesi için de gereklidir.
Farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi
bir inanca sahip olmayanlar laik devletin koruması altındadır. Nitekim
Anayasa’nın 2. maddesinin gerekçesinde yapılan tanıma göre, “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen
lâiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini
yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir
muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.” Devlet, din ve vicdan
özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri
almak zorundadır.
Bu anlamda laiklik, devlete negatif ve pozitif
yükümlülükler yüklemektedir. Negatif yükümlülük, devletin bir dini ya da
inancı resmî olarak benimsememesini ve bireylerin din ve vicdan hürriyetine
zorunlu nedenler olmadıkça müdahale etmemesini gerektirmektedir. Pozitif
yükümlülük ise devletin, din ve vicdan hürriyetinin önündeki engelleri
kaldırması, kişilerin inandıkları gibi yaşayabileceği uygun bir ortamı ve
bunun için gerekli imkânları sağlaması ödevini beraberinde getirmektedir.
Laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğün
kaynağı, Anayasa’nın 5. ve 24. maddeleridir. Anayasa’nın 5. maddesine göre,
Devletin, temel amaç ve görevlerinden biri “kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve
adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve
sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi
için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
İnsan haklarına ilişkin milletlerarası
antlaşmalarda da korunan din ve vicdan hürriyeti, bireyin manevi gelişimine
hizmet eden temel hak ve hürriyetlerin başında gelmektedir. Din eğitimi ve
öğretimi, Anayasa’nın 24. maddesinde din ve vicdan hürriyetinin bir gereği
olarak kabul edilmiştir. Bu maddede, öncelikle din eğitimi ve öğretiminin
devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, din kültürü ve ahlak
öğretiminin ilk ve ortaöğretimde okutulan zorunlu dersler arasında olduğu,
bunun dışındaki din eğitim ve öğretiminin ise ancak kişilerin kendi
isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı olduğu
belirtilmektedir.
Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla
birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız
değildir. Laiklik ilkesi, doğup geliştiği Batı’da, dinin toplumsal ve
kamusal alandan tamamen dışlanması sonucunu doğurmamış, dini ihtiyaçların
karşılanmasına yönelik devlet politikalarını beraberinde getirmiştir.
Devlet okullarında ve özel okullarda öğrencilere din eğitim ve öğretiminin
verilmesi bu politikaların başında gelmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında
verdiği 9.10.2007 günlü kararında devlet okullarındaki din eğitimi
konusunda karşılaştırmalı hukuku da incelemiştir. AİHM’nin tespitlerine
göre, Avrupa Konseyine üye inceleme konusu 46 ülkeden 43’ü devlet
okullarında öğrencilere din dersleri sunmaktadır. 46 ülkeden 26’sında bu
eğitim zorunlu dersler arasındadır. Ancak, bu zorunluluğun biçim ve
derecesi ülkelere göre değişmektedir. Bazı ülkeler, din derslerini mutlak
olarak zorunlu tutarken, diğerleri ise bu derslerden muafiyetlere ve
alternatif derslerin alınmasına imkân tanımaktadır. (Hasan ve Eylem Zengin/TÜRKİYE, Başvuru No: 1448/04, K.T: 09.10.2007, par. 30–34).
Türkiye’de, 430
sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan süreçte din eğitimi veren
okulların devlet tarafından kurulması öngörülmüş ve bu alanda özel
okulların açılması yasaklanmıştır.
5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun 3.maddesi uyarınca,
”din eğitimi-öğretimi yapan
kurumların aynı veya benzeri özel öğretim kurumları açılamaz.”
Dolayısıyla, devlet bir taraftan din eğitimi-öğretimi yapan kurumların
açılması, diğer taraftan da okullardaki din eğitimi ve öğretimine ilişkin
zorunlu ve seçmeli dersleri belirleme konusunda tekel konumundadır.
Bireylerin devlet kurumları dışında din eğitim ve öğretimi alabilecekleri
kurumsal alternatiflerinin bulunmadığı gerçeği, laikliğin devlete yüklediği
pozitif yükümlülüğü daha anlaşılır ve önemli hale getirmektedir.
Buna göre, dava konusu kural, devletin din eğitimi
konusunda üstlendiği pozitif yükümlülüğün bir gereğidir. Kuralla getirilen isteğe
bağlı seçmeli derslerin, kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanuni
temsilcisinin talebi kapsamında sağlanacak olan din eğitim ve öğretiminin
gereği olduğu açıktır.
Öte yandan, kanun koyucunun “Hz. Peygamberimizin Hayatı” ismini tercih etmesi zorunlu
olarak İslam dini ile devlet arasında bir aidiyet ilişkisinin kurulması
sonucunu doğurmaz. Her şeyden önce, kuralla getirilen isteğe bağlı seçmeli
bir derstir. Dersin muhatabı da bu dersi seçecek olan öğrencilerdir.
Dolayısıyla, dersin isminin o dersi seçecekler dikkate alınarak
belirlendiği anlaşılmaktadır. İkincisi, diğer isteğe bağlı seçmeli ders
olan “Kur’an” dersinin yanına
yüceltme ifadesi olan “Kerim”
sıfatının eklenmesine benzer şekilde “Hz.
Peygamberimizin Hayatı” isminin kullanılmasının, aidiyetlik kurmaktan
ziyade, o dinin mensuplarının kutsallarına saygıyı ifade etmektedir.
Kaldı ki, bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’de
baştan beri laiklik ilkesinin anayasal düzeyde ve uygulamada Devlet ile
İslam dini arasındaki kurumsal ilişkiyi mutlak surette dışladığı da
söylenemez. Anayasa, resmî bir dine yer vermemekle birlikte, çoğunluk
dininin mensuplarının inanç, ibadet ve eğitim gibi ihtiyaçlarını
karşılamaya yönelik resmî mekanizmalar öngörmüştür. Anayasa’nın 136.
maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığını
“laiklik ilkesi doğrultusunda”
özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek üzere, genel idare
içinde yer alan bir anayasal kurum olarak tanımlamıştır. 1965 tarihli 633
sayılı Kanun’un 1. maddesi uyarınca, bu anayasal kurumun amacı, “İslam Dininin inançları, ibadet ve
ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu
aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak belirlenmiştir.
Benzer şekilde, Anayasa’nın 174. maddesinde “Türkiye Cumhuriyetinin laiklik
niteliğini koruma amacını güden” ve Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde
anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı güvence altına alınmış bulunan
inkılap kanunlarının başında “3 Mart
1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu” gelmektedir. Bu
Kanun’un 4. maddesine göre, “Maarif
Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir
İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası
vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat
edecektir.” Buradaki “imamet”
ve “hitabet” gibi kavramların
İslam dinine ait kavramlar olduğu, dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığına
tevdi edilen görevin, bu dinin mensuplarının dini hizmetlerini yerine
getirecek kişileri yetiştirecek eğitim kurumlarının açılması görevi olduğu
açıktır.
Sonuç olarak, Anayasa, dini hizmetleri toplumsal
bir ihtiyaç olarak görmekte ve devlete bu ihtiyaçların karşılanması yönünde
yükümlülükler yüklemektedir. Anayasa’nın 24. maddesinde din eğitimi ve
öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılmasına dair düzenleme
de bunu göstermektedir. Anayasa’da ifadesini bulan laiklik ilkesi, bir
yandan dinin devletin esaslarını belirlemesini engellemekte, diğer yandan
da din eğitim ve öğretimi dâhil dini hizmetlerin devlet eliyle verilmesine
imkân tanımaktadır. Bu nedenle, dava konusu kural, Anayasa’nın 2. ve 24.
maddeleriyle uyum içindedir.
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın sadece bir
dinin mensuplarının yararlanacağı isteğe bağlı seçmeli din dersine yer
vererek, diğer dinlerin mensuplarına yönelik seçmeli dersleri Bakanlığın
takdirine bırakmasının Anayasa’nın 10. maddesinde korunan “kanun önünde eşitlik” ilkesine de
aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
Anayasa’da
korunan eşitlik ilkesi, aynı durumda olanlara aynı, farklı konumda olanlara
da farklı kuralların uygulanmasını gerektirmektedir.
Dava konusu kuralla,
toplumun çoğunluğunun mensubu olduğu İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve
Peygamberinin hayatıyla ilgili bilgileri içeren derslerin isteğe bağlı
seçmeli ders olarak okutulmasının doğrudan kanunla öngörülmüş olması, diğer ilahi kitaplar ve
peygamberlerin hayatının seçmeli ders olarak okutulamayacağı anlamına
gelmemektedir. 1739 sayılı Kanun’un 25. maddesinin dava konusu kuralı da
içeren birinci fıkrasının son cümlesiyle, Bakanlığa, ortaokul ve liselerde
okutulacak diğer seçimlik dersleri belirleme yetkisi verilmektedir. Bu
yönde toplumsal bir ihtiyacın doğması halinde, Bakanlıkça diğer dinlerin
ilahi kitapları ile peygamberlerinin hayatının seçmeli ders olarak
okutulmasının önünde herhangi bir yasal engel bulunmamaktadır.
Diğer yandan, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
kuruluşu öncesine giden bazı toplumsal ve siyasal olayların azınlık
dinlerinin mensuplarına özgü hukuki düzenlemeleri beraberinde getirdiği de
bir gerçektir. Dolayısıyla, dava konusu kuralın diğer dinlerin mensupları
aleyhine bir eşitsizliğe neden olup olmadığını incelerken, sistematik yorum
gereği hukuk düzenini bir bütün olarak ele almak, konuyu mevzuattaki diğer
hükümlerle birlikte değerlendirmek gerekecektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu belgelerinden
olan Lozan Antlaşması, azınlıkların haklarını düzenleyen en önemli hukuki
metinlerden biridir. Antlaşmanın “Azınlıkların
Korunması” başlıklı üçüncü faslında (m.37-44), Türkiye’de yaşayan gayri
müslim azınlıkların hukuku düzenlenmektedir. Antlaşma’nın 37. maddesine
göre, “Türkiye, 38’den 44’e kadar
olan Maddelerde musarrah ahkâmın kavanini asliye şeklinde tanınmasını ve
hiç bir kanun, hiç bir nizam ve hiç bir muamelei resmiyenin bu ahkâma
münafi veya muarız olmamasını ve hiç bir kanun, hiç bir nizam ve hiç bir
muamelei resmiyenin ahkâmı mezkûreye ihrazı tefevvuk etmemesini taahhüt
eder.” Böylece, Türk hukukunun ayrıcalıklı bir parçası haline gelen
Lozan Antlaşması’nın Anayasa’nın 90. maddesi kapsamında kanun hükmünde
olduğu açıktır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, AİHM önündeki bir
davada yaptığı savunmada, Lozan Antlaşması gereğince, Musevi ve Hıristiyan
öğrencilerin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muaf
tutulduğunu bildirmiştir. (Hasan ve
Eylem Zengin/TÜRKİYE, par.44).
Lozan Antlaşması, Türkiye’nin tüm ahalisinin din
farkı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduklarını ve Türkiye tebaası
gayri müslim azınlıkların, müslümanların sahip oldukları aynı medeni ve
siyasi haklardan istifade edeceklerini belirtmiştir. Antlaşma’nın 39.
maddesine göre, “Gayri müslim
akalliyetlere mensup Türk tebaası, müslümanların istifade ettikleri ayni
hukuku medeniye ve siyasiyeden istifade edeceklerdir.” Azınlıklar, 40.
madde gereğince de, “hukuken ve
fiilen diğer Türk tebaaya tatbik edilen ayni teminattan müstefit olacaklar
ve bilhassa… her türlü mektep ve sair muessesatı talim ve terbiyeyi tesis,
idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve
ayini dinilerini serbestçe icra etmek hususlarında müsavi bir hakka malik
bulunacaklardır”.
Bunların dışında, Lozan Antlaşması, Müslüman
olmayan azınlıklara muamele konusunda da önemli ayrıcalıklar getirmiştir.
Antlaşma’nın 43. maddesine göre, “Gayri
Müslim akalliyetlere mensup Türk tebaası, ahkamı itikadiyelerine mugayir
veya dini ayinlerini herhangi bir muamelenin ifasına mecbur
tutulmayacakları gibi hafta tatilleri gününde mahkemelerde ispatı vücut
etmekten veya her hangi bir muamelei kanuniye icrasından istinkaf ettiklerinden
dolayı bunların hiç bir hakları sakıt olmayacaktır.”
Dava konusu kural, Lozan Antlaşması’nın
hükümleriyle birlikte değerlendirildiğinde din eğitimi ve öğretimi
konusunda diğer dinlerin mensuplarına ayrımcılık yapılmadığı
anlaşılmaktadır.
Kişilere din
ve vicdan özgürlüğü alanında seçenekler sunan, toplumu oluşturan bireylerin
bu alandaki yaygın ve müşterek ihtiyaçlarının karşılanmasını kolaylaştıran
tedbir ve uygulamalar laiklik ilkesine aykırı olarak görülemez. Nitekim
hemen her ülkenin din eğitim ve öğretimi, hâkim dine belli bir ağırlık
vermekte, diğer dinler karşısında çoğunluk dininin mensuplarına bazı
öncelikler tanımaktadır. AİHM de objektif ve gerekli olduğu takdirde bu
farklı muamelenin Sözleşme’ye aykırılık teşkil etmeyeceğini belirtmiştir.
AİHM’in Büyük Dairesi de, Lautsi/İTALYA (2011)
davasında, Hıristiyanlığın sembollerinden olan çarmıha gerilmiş İsa
figürünün sınıflarda asılı olmasının çoğunluk dini olan Hıristiyanlığın
okul ortamında baskın bir görünürlüğe sahip olması anlamına geldiğini kabul
etmiştir. Ancak, Mahkeme’ye göre, bu durum tek başına çoğulculuk ilkelerinden
uzaklaşma ve ideoloji aşılama (indoctrination) anlamına gelmemekte,
dolayısıyla din eğitimini güvenceye alan Sözleşme’nin 1 No’lu Protokolünün
2. maddesine aykırılık teşkil etmemektedir (Başvuru No: 30814/06, K.T: 18.03.2011, par. 71).
AİHM, Hasan ve Eylem Zengin/TÜRKİYE (2007) kararında da, devletin laik
niteliğine karşın İslam’ın Türkiye’de çoğunluk dini olduğu gerçeği
karşısında, “Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi Dersi” müfredatında diğer dinlere kıyasla İslam dinine daha
fazla yer ve öncelik verilmesinin, tek başına çoğulculuk ve objektiflik
ilkelerinden sapma anlamına gelmeyeceğini belirtmiştir (par. 63).
Bu açıklamalar ışığında, dava konusu kuralın diğer
dinlerin mensupları aleyhine bir düzenleme getirmediği, dolayısıyla
Anayasa’nın 10. maddesinde korunan eşitlik ilkesine aykırı olmadığı
anlaşılmaktadır.
Ayrıca, dava dilekçesinde Diyanet İşleri Başkanlığı
bünyesinde açılan Kur’an kurslarında gerekli dini bilgilerin verildiği
gerçeği karşısında, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda “Kur’an-ı Kerim” ve “Siyer” derslerinin verilmesinin
eğitimin birliği ilkesine, dolayısıyla 430 sayılı Tevhidi Tedrisat
Kanunu’nun korunduğu Anayasa’nın 174. maddesine aykırı olduğu ileri
sürülmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanunu
gereğince kendisine verilen görevleri yerine getirmek için açtığı
kursların, dava konusu kuralla yapılan düzenlemeden farklı olduğu açıktır.
Öncelikle, iki eğitim ve öğretim arasında nitelik farkı bulunmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kurslar, örgün eğitim değil yaygın
eğitim faaliyetidir. İkincisi, dava konusu kuralla öğrencilere ve kanuni
temsilcilerine din eğitimi ve öğretimi konusunda seçenek tanınmaktadır. En
önemlisi her iki kurum tarafından sağlanan din eğitimi ve öğretimi,
devletin gözetim ve denetimi altındadır.
Kaldı ki, 430 sayılı Kanun’un 1. maddesine göre, “Türkiye dahilindeki bütün müessesatı
ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.” Dava konusu kural da
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki okullarda verilecek isteğe bağlı
seçmeli dersleri düzenlemektedir. Bu yönüyle kuralda, Anayasa’nın 174.
maddesinde yer alan eğitimin birliği ilkesine bir aykırılık söz konusu
değildir.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 10., 24. ve
174. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Fulya KANTARCIOĞLU ve Mehmet ERTEN bu görüşe
katılmamışlardır.
Kuralın,
Anayasa’nın 14., 17., 27., 41., 42., 65., 90., 153., 163. ve
166. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
2- Fıkranın Kalan Bölümü
Dava
dilekçesinde, imam hatip ortaokullarının açılması ve mesleki seçmeli derslerin
konulduğu ilköğretimin ikinci kademesinin 9–10 yaşlarında başlatılmasının
çocukların öğrenmelerini değil, koşullandırılmalarını sağlamayı amaçladığı
ve bu durumun çağdaş bilim ve eğitim esaslarına aykırılık oluşturduğu gibi
devletin her türlü istismara karşı çocukları koruyucu önlemleri alma
göreviyle de bağdaşmadığı, temel eğitim sisteminin değiştirilmesini öngören
kuralın, 2007-2013
dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda yer alan hedeflerle uyumlu
olmadığı, öte yandan kuralın, Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeden
yasalaşmasının Anayasa’nın 166. maddesine aykırılık oluşturduğu, ayrıca Anayasa Mahkemesinin
16.9.1998 günlü, E.1997/62, K.1998/52 sayılı kararında yer alan gerekçelerin
gözetilmediği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2.,
10., 14., 17., 24., 27., 41., 42., 65., 90., 153., 163., 166. ve 174.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, ilköğretim kurumlarının, dört
yıl süreli ve zorunlu ilkokullar, dört yıl süreli ve zorunlu ortaokullar
şeklinde iki kademeden oluşacağı belirtilerek, Kanun’un 2. maddesiyle 222
sayılı Kanun’un 7. maddesinde yapılan değişiklikle paralellik sağlanmıştır.
Kuralda ayrıca, ilköğretimin ikinci kademesini oluşturan ortaokulların,
ortaokullar ve imam-hatip ortaokulları şeklinde iki kısma ayrılması ve
gerek ortaokulların gerekse imam-hatip ortaokullarının, farklı programlar
arasında tercihe imkân verecek şekilde oluşturulması öngörülmüştür. Bunun
yanında, ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini
destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre
seçimlik dersler oluşturulması kurala bağlanmıştır. Ortaokul ve liselerde
okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer
ortaokullar için oluşturulacak program seçeneklerinin belirlenmesi
hususunda Bakanlığa yetki verilmiştir.
Fıkranın üçüncü cümlesi için açıklanan gerekçelerle
kuralın, imam-hatip ortaokullarının açılmasını öngören bölümü Anayasa’nın Başlangıç’ı
ile 2., 10., 24. ve 174. maddelerine aykırı değildir.
Öte
yandan, 222 sayılı Kanun’un 3. maddesi
ve 1739 sayılı Kanun’un 22. maddesi için açıklanan gerekçelerle dava konusu
kural, Anayasa’nın 166. maddesine aykırı değildir. Anayasa’nın
42. maddesinin üçüncü fıkrasında, eğitim ve öğretimin, Atatürk
ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı; 41. maddesinin
dördüncü fıkrasında ise devletin, her türlü istismara ve şiddete karşı
çocukları koruyucu tedbirleri almakla yükümlü olduğu kurala bağlanmıştır.
6287 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde, mesleki eğitimden arzu
edilen düzeyde yararlanabilmek için, öğrencinin ilgi ve beceri alanlarının
küçük yaşlardan itibaren tespit edilerek gerekli yöneltme ve
yönlendirmelerin yapılmasının şart olduğu ancak, 14 yaşını bitirene kadar
henüz hiçbir meslek dalına yönelik temel ve hazırlayıcı eğitim almamış bir
öğrencinin, bu yaştan sonra yapılacak yöneltme ve yönlendirmeler sonucunda
alacağı mesleki eğitimin arzu edilen kaliteyi sağlamaktan uzak kalacağı,
böyle bir süreçte yapılacak tercihlerin de bilinçli ve doğru tercihler
olmasını beklemenin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Dava konusu kural,
genel gerekçedeki bu açıklamalarla birlikte değerlendirildiğinde, ortaokulların farklı programlar arasında tercihe
imkân verecek şekilde oluşturmasıyla kastedilen hususun, ortaokullarda
mesleki ve teknik eğitim verilmesi olmayıp, öğrencilere ilgi, yetenek ve
becerilerine göre seçimlik ders imkânlarının sunulmasından ibaret bulunduğu
ve amacın, yönlendirme sürecini daha erken yaşlarda başlatmak olduğu
anlaşılmaktadır.
Çağdaş ve bilimsel eğitimin temel hedeflerinden
biri, öğrencinin, ilgi, yetenek ve becerilerine uygun meslek seçimini yapmasını
sağlamaktır. Nitekim 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 6.
maddesinde “yöneltme”, millî
eğitimin temel ilkeleri arasında sayılmış ve fertlerin, eğitimleri
süresince, ilgi ve kabiliyetleri ölçüsünde ve doğrultusunda çeşitli
programlara veya okullara yöneltilerek yetiştirilecekleri, millî eğitim
sisteminin, her bakımdan, bu yöneltmeyi gerçekleştirecek biçimde
düzenleneceği kurala bağlanmıştır. Bu itibarla,
yönlendirme sürecinin bir parçası olarak ortaokullarda, öğrencilerin ilgi,
yetenek ve becerilerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmak amacıyla seçimlik
derslerden oluşan farklı programların oluşturulması, çağdaş bilim ve eğitim
esaslarına aykırı olmadığı gibi millî eğitimin temel hedeflerine de
uygundur.
Diğer taraftan, seçimlik
ders olanağı sunulmasından ibaret olan farklı program uygulamasının, çocuğu
fiziksel, ruhsal, cinsel ya da sosyal olarak zarara uğratması söz konusu
olmadığından bu uygulamanın, çocuğun istismarı olarak yorumlanması da
olanaksızdır.
Anayasa’nın 153.
maddesinin birinci fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin olduğu;
altıncı fıkrasında ise Anayasa
Mahkemesi kararlarının Resmî Gazete’de hemen yayımlanacağı ve yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri
bağlayacağı kurala bağlanmıştır.
Yasama organı, yasama yetkisinin genelliği ilkesi
uyarınca, Anayasa’ya aykırı olmamak kaydıyla, toplumsal ihtiyaçların
giderilmesine ilişkin mevcut çözüm yolları arasından birini tercih ederek
kanunlaştırmakta takdir yetkisine sahiptir. Anayasa Mahkemesinin, yasama
organının ürettiği çözümün Anayasa’ya uygun olduğunu saptamış olması,
kanunun değiştirilerek Anayasa’ya aykırı olmayan başka bir çözüm yolunun
benimsenmesine engel değildir. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesinin 4306 sayılı
Kanunla getirilen sekiz yıllık kesintisiz ilköğretimin Anayasa’ya uygun
olduğuna karar vermiş olması, yasama organının ilköğretimin kesintisiz
olmasından vazgeçerek kademelendirilmiş bir ilköğretim sistemini kurmasına
engel teşkil etmez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural
Anayasa’nın 2., 10., 24., 41., 42., 153., 166. ve 174. maddelerine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.Kuralın,
Anayasa’nın 17., 27., 65., 90. ve 163. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
E- Kanun’un 12.
Maddesiyle 5.6.1986 Günlü, 3308 sayılı Kanun’un 18. Maddesinin Birinci
Fıkrasında Yer Alan “yüzde onundan
fazla” İbaresinin Madde Metninden Çıkarılmasına İlişkin Hükmün
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 3308 sayılı Kanun’un 18. maddesinde yapılmak istenen
değişiklikte işletmelerde çalıştırılabilecek çırak oranı konusunda yüzde on
tavan sınırlamasının kaldırılmasının, çocukların asıl işgücüne dönüşmesine
yol açacağı, bu durumun, Çocuk Hakları Sözleşmesi ile
Sanayi İşyerlerine Alınacak Çocukların Asgari Yaş Sınırını Belirleyen 59
Sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesi’ne aykırı olduğu belirtilerek
kuralın, Anayasa’nın 5., 10., 17.,
42., 65. ve 90. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı
Kanun’un 43.
maddesi uyarınca, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 41.
maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralla değişiklik yapılan 3308 sayılı
Meslekî Eğitim Kanunu’nun 18. maddesi, işletmelerde meslek eğitimini
düzenlemektedir. Söz konusu maddenin birinci fıkrasıyla, on ve daha fazla
personel çalıştıran işletmelere, çalıştırdıkları personel sayısının yüzde
beşinden az, yüzde onundan da fazla olmamak üzere mesleki ve teknik eğitim
okul ve kurumu öğrencilerine beceri eğitimi yaptırmaları zorunluluğu
getirilmiştir. Kural, sözü edilen maddenin birinci fıkrasıyla işletmelerin
beceri eğitimi yaptırmak zorunda oldukları öğrenci sayısına getirilen yüzde
onluk üst sınırın kaldırılmasını öngörmektedir.
Anayasa’nın 41. maddesinin dördüncü
fıkrasında, devletin, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu
tedbirleri almakla yükümlü olduğu kurala bağlanmıştır. Öte yandan,
Anayasa’nın 42. maddesinin beşinci fıkrasında, ilköğretimin, kız ve erkek
bütün vatandaşlar için zorunlu ve devlet okullarında parasız olduğu hükmü
yer almaktadır.
9.12.1994 günlü, 4058
sayılı Kanunla onaylanan Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair
Sözleşme’nin 28. ve 32. maddelerinde, çocuğun eğitim hakkının varlığı kabul
edilmekte, taraf devletlere, ilköğretimin parasız ve zorunlu yapılması,
ortaöğretim sistemlerinin genel olduğu kadar mesleki nitelikte de olmak
üzere örgütlenmesi, eğitim ve meslek seçimine ilişkin bilgi ve rehberliği
bütün çocuklar için elde edilir hale getirme ve çocuğun ekonomik sömürüye
ve eğitimine zarar verecek nitelikte çalıştırılmasına karşı koruma
yükümlülüğü getirilmektedir.
26.11.1992 günlü, 3849
sayılı Kanunla onaylanan Sanayi İşyerlerine Alınacak Çocukların Asgari Yaş
Sınırını Belirleyen 59 Sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesi’nin 2.
maddesinde, on beş yaşın altındaki çocukların kamu ve özel sektör sanayi
işletmelerinde ya da bunların alt birimlerinde çalıştırılamayacağı kuralı
bulunmakta; 3. maddesinde ise bu kuralın kamu makamları tarafından
denetlenmek kaydıyla teknik okullarda çocuklar tarafından yapılan işlere
uygulanmayacağı belirtilmektedir.
Yine, 26.11.1992 günlü,
3850 sayılı Kanunla onaylanan İnsan Kaynaklarının Değerlendirilmesinde
Mesleki Eğitim ve Yönlendirmenin Yeri Hakkındaki 142 Sayılı Uluslararası
Çalışma Sözleşmesi’nin 1. maddesinde, her üyenin bu Sözleşme’de belirtilen
hedefleri dikkate alarak, resmî eğitim sistemi içinde veya bunun dışında
yer alacak şekilde, genel, teknik ve mesleki eğitime, eğitim ve mesleki
rehberliğe ve mesleki eğitime ilişkin açık, esnek ve tamamlayıcı sistemleri
oluşturup geliştireceği kuralı yer almaktadır.
Anayasa’nın 41. ve 42. maddelerinde benimsenen
ilkelerle öz yönünden bir farklılık içermeyen söz konusu uluslararası sözleşmelerde, çocuğun temel eğitim ve mesleki-teknik
eğitim hakkı kabul edilerek, taraf devletlere bu hakların gereğini yerine
getirme ve çocuk emeğinin sömürüsünü önleme ödevi yüklenmiştir.
Beceri eğitimi, mesleki ve
teknik okullarda okuyan öğrencilerin eğitimlerinin bir parçası olup,
okullarda öğrendikleri teorik bilgileri uygulamaya aktarabilmelerini
sağlamaktadır. On ve daha fazla işçi
çalıştıran işletmelerin beceri eğitimi yaptırmakla yükümlü kılındıkları
öğrenci sayısına getirilen yüzde on üst sınırının kaldırılmasıyla, beceri
eğitimi verilen ortamların artırılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu
itibarla değişikliğin, uluslararası sözleşmelerle çocuklara tanınan mesleki
ve teknik eğitim hakkının işlevselleştirilmesine yönelik olduğu sonucuna
ulaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava
konusu kural Anayasa’nın 41. ve 42. maddelerine aykırı değildir. İptal
isteminin reddi gerekir.
Fulya KANTARCIOĞLU, Serdar
ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ve Engin YILDIRIM bu görüşe
katılmamışlardır.
Kuralın, Anayasa’nın 5., 10., 17., 65. ve
90 maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
F-
Kanun’un 13. Maddesiyle 16.8.1997 Günlü, 4306 Sayılı Kanun’un
Geçici 1. Maddesinin (A) Fıkrasının (2) Numaralı Bendinin (c) Alt Bendinde
Yer Alan “sekiz yıllık kesintisiz
ilköğretim” İbaresinin “ilköğretim
ve ortaöğretim” Şeklinde Değiştirilmesi ve Maddede Yer Alan “sekiz yıllık kesintisiz”
İbarelerinin Madde Metninden Çıkarılmasına İlişkin Hükmün İncelenmesi
Dava dilekçesinde,
ilköğretimin kademelendirilmesini öngören 222 sayılı Kanun’un 7. maddesi
ile 1739 sayılı Kanun’un 25. maddesinin birinci fıkrasına ilişkin
Anayasa’ya aykırılık iddiaları bu kural yönünden de tekrarlanmış ve
kuralın, Anayasa’nın 2., 5., 10., 14., 17., 24., 27., 42., 65. ve
163. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür. Dava konusu kuralla değişiklik yapılan 4306 sayılı
Kanun’un geçici 1. maddesi, zorunlu ilköğretimin sekiz yıla çıkarılması
nedeniyle ihtiyaç duyulan ek giderlerin karşılanması amacıyla
ihdas edilen ve vergi benzeri mali yüküm niteliğinde olan eğitime katkı
payının tarhı, tahakkuku, tahsili ve harcanmasına ilişkin usul ve esasları
düzenlemektedir. Dava konusu kuralla, 4306 sayılı Kanun’un geçici 1.
maddesinin muhtelif yerlerinde geçen “sekiz
yıllık kesintisiz” ibareleri madde metninden çıkarılarak kuralın 222
sayılı Kanun ile 1739 sayılı Kanun’da yapılan diğer değişikliklerle uyumlu
hale gelmesi sağlanmıştır. Öte yandan değişiklikle, eğitime katkı payı
gelirlerinin sadece ilköğretim giderleri için değil, ortaöğretim giderleri
için de harcanabilmesi olanaklı hale getirilmiştir.
Dava konusu kural, sekiz yıllık kesintisiz ilköğretimin, dört yıl
süreli ve zorunlu ilkokul, dört yıl süreli ve zorunlu ortaokul şeklinde
kademelendirilmesini öngören kurallarla bütünlük sağlama amaçlı olarak
yapılan şekli düzenleme niteliği taşıdığından, 222 sayılı Kanun’un 7.
maddesi ve 1739 sayılı Kanun’un 25. maddesinin birinci fıkrası için
belirtilen gerekçeler bu kural yönünden de geçerlidir.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 42. maddesine aykırı değildir. İptal
isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 2., 5.,
10., 14., 17., 24., 27., 65. ve 163. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
G- Kanun’un 14. Maddesiyle Değiştirilen
2547 Sayılı Kanun’un 45. Maddesinin (a), (b), (c), (d) ve (e) Bentleri
İle (f) Bendinin Birinci Cümlesinde
Yer Alan “…ile ortaöğretimin tamamını
yurt dışında tamamlayan öğrencilerin…” İbaresinin İncelenmesi
1- (a) ve
(b) Bentlerinin İncelenmesi
a- Kuralların Anlam ve Kapsamı
2547 sayılı Kanun’un
45. maddesinin (a) bendiyle yükseköğretim kurumlarına giriş ve yerleştirme
işlemlerinin usul ve esaslarının belirlenmesi hususunda Yükseköğretim
Kuruluna (YÖK) yetki verilmiştir. YÖK, yükseköğretim kurumlarına giriş ve
yerleştirme işlemlerine ilişkin usul ve esasları belirlerken, imkân ve
fırsat eşitliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlü kılınmıştır. Maddenin (b) bendinin birinci cümlesiyle
yükseköğretim kurumlarına girişin merkezi sınavla olacağı kurala bağlanmış
ve uygulanacak sınavın esaslarını belirlemesi hususunda YÖK yetkili kılınmıştır.
Anılan bendin ikinci cümlesinde, yerleştirme puanlarının hesaplanmasında
adayların ortaöğretim başarılarının dikkate alınacağı belirtildikten sonra
üçüncü ve dördüncü cümlelerinde, ortaöğretim başarı puanının nasıl hesaplanacağı
açıklanmıştır. Buna göre, ortaöğretim bitirme başarı notlarının en küçüğü
ikiyüzelli, en büyüğü beşyüz olmak üzere ortaöğretim başarı puanına
dönüştürülmesi ve ortaöğretim başarı puanının yüzde onikisinin yerleştirme
puanı hesaplanırken merkezî sınavdan alınan puana eklenmesi
öngörülmüştür.2547 sayılı Kanun’un 45. maddesinin önceki şeklinde
yükseköğretime giriş için yapılacak sınava eklenecek ortaöğretim başarı
puanının hesaplama yönteminin YÖK tarafından belirlenmesi söz konusu iken
dava konusu kuralla ortaöğretim başarı puanının ne şekilde hesaplanacağı
doğrudan Kanunla düzenlenmek suretiyle YÖK’ün bu yetkisi kaldırılmıştır.
b- Anayasa’ya Aykırılık Sorununa- Anayasa’nın 131.
Maddesi Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde,
merkezî sınav notunu etkileyecek ortaöğretim başarı puanını hesaplama
yöntemini belirleme yetkisinin YÖK’e bırakılması anayasal bir zorunluluk
olduğu halde bu hususun doğrudan
kanunla düzenlendiği belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 131.
maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.Anayasa’nın 131. maddesinin
birinci fıkrasında, YÖK’ün görevleri;
yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek,
yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsel
araştırma faaliyetlerini yönlendirmek, bu kurumların kanunda belirtilen
amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve
üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını
sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak
şeklinde sayılmıştır.Anayasa’da yükseköğretim kurumlarına girişte
uygulanacak merkezî sınav notunu etkileyecek ortaöğretim başarı notunun
hesaplama yöntemini belirleme yetkisinin YÖK’e ait olduğu yolunda doğrudan
bir hüküm bulunmadığı gibi dolaylı olarak da bunu zorunlu kılan herhangi
bir düzenleme yer almamaktadır. Kanun koyucunun, yasama yetkisinin
genelliği ilkesi gereğince, yükseköğretim kurumlarına girişte uygulanacak
merkezî sınav notunu etkileyecek ortaöğretim başarı puanını hesaplama
yöntemini doğrudan kanunla belirlemesinde Anayasa’ya aykırı bir yön
bulunmamaktadır.Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 131.
maddesine aykırı değildir.
bb- Anayasa’nın 2. Maddesi Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde,
6287 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle, önceki sistemde uygulanan ortaöğretim
başarı puanının hesaplanmasında, mezun olunan okulun ağırlık puanı hesaba
dâhil edilirken, yeni sistemde bu uygulamadan vazgeçilmesinin, Seviye
Belirleme Sınavında (SBS) başarı göstererek Anadolu, Fen ve Sosyal Bilimler
Liselerini kazanarak yükseköğretime girişte ek puan almaya hak kazanan
öğrencilerin kazanılmış haklarının ihlali sonucunu doğurduğu, zor koşullara
bağlı, müfredatı da ağır olan bu lise öğrencileriyle daha esnek kurallara
bağlı okulların öğrencilerinin eşitlenmesinin, devlete ve eğitim sistemine
güveni zedelendiği ve bu yolla hukuki
güvenlik ilkesinin ihlal edildiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2.
maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın
2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun,
insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini
bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Kazanılmış
haklara saygı ilkesi, hukukun genel ilkelerinden birisini oluşturmaktadır.
Kazanılmış hak, özel hukuk ve kamu hukuku alanlarında genel olarak, bir hak
sağlamaya elverişli nesnel yasa kurallarının bireylere uygulanması ile
onlar için doğan öznel hakkın korunmasıdır. Kazanılmış bir haktan söz
edilebilmesi için bu hakkın, yeni yasadan önce yürürlükte olan kurallara
göre bütün sonuçlarıyla fiilen elde edilmiş olması gerekir. Kazanılmış hak,
kişinin bulunduğu statüden doğan, kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel
niteliğe dönüşmüş haktır.
Bir
statüye bağlı olarak ileriye dönük beklenen haklar, kazanılmış hak niteliği
taşımadığından, 6287 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce ortaöğretimde
okuyan kişilerin, yükseköğretime giriş sınavında dikkate alınması gereken
ortaöğretim başarı puanının hesaplama yöntemi yönünden kazanılmış
haklarından söz edilebilmesi olanaklı değildir.
Diğer taraftan,
hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan hukuk güvenliği ile
kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği
ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar.
Kanunların uzun
süreli uygulanmasına güvenerek hayatını yönlendiren, hukuki iş ve işlemlere
girişen bireyin, bu kanunların uygulanacağı yolunda oluşan beklentisinin
mümkün olduğunca korunması gerekmektedir. Ancak, hukuki güvenlik ilkesi,
her türlü beklentinin korunmasını zorunlu kılmaz. Bir beklentinin hukuken koruma
görebilmesi için, meşru (haklı) beklenti seviyesine ulaşması gerekmektedir.
Beklentinin meşru olup olmadığı tespit edilirken başvurulacak ölçüt, “hakkaniyet”tir. Hakkaniyet, Medeni
Kanun’da düzenlenmiş olup, hâkime takdir hakkı tanınan durumlarda, hâkimin
bu takdir hakkını somut olayın özelliklerine uygun olarak ve adalet
ilkelerini gözeterek kullanması anlamına gelmektedir. Her ne kadar
hakkaniyet kavramı daha çok medeni hukuk alanında işlense de aynı zamanda
hukukun genel bir ilkesi olduğundan, anayasa yargısında da dikkate
alınmalıdır. Kanun koyucu da tıpkı mahkemeler gibi takdir yetkisi
kullanırken hakkaniyeti gözetmekle yükümlüdür. Nitekim Anayasa Mahkemesi
birçok kararında hukuk devleti ilkesini tanımlarken “hakkaniyet ölçütünün gözetilmesini” hukuk devletinin unsuru
olarak saymaktadır.
Bu itibarla dava
konusu kuralın yürürlüğe girdiği tarihte lisede okuyanların, önceki sistemin
uygulanacağı yolundaki beklentilerini korumamış olmasının hakkaniyet
ölçütüyle bağdaşıp bağdaşmadığının tespiti gerekir.
6287 sayılı Kanun’un
gerekçesinde, katsayı uygulamasının alan dışı tercih yapmayı engellemesi,
ortaöğretim öğrencilerinin istikballerine ilişkin bir konuda tercihte
bulunamamaları veya önceki yıllardaki tercihlerini değiştirememeleri,
kişisel başarının yerini katsayı farklılaştırmaları ile türetilmiş ve
kurgulanmış bir başarının alması, hak edilen ve kazanılan puanların yok
sayılarak sistemin çalışkan ve başarılı öğrencilerin aleyhine işlemesi gibi
olumsuz sonuçlar doğurduğu, farklı katsayı uygulamasının kaldırılmasının
kişisel başarının öne çıktığı bilgi ve gayrete dayalı gerçek rekabete ve
eşitliğe uygun bir ortam hazırlayacağı, diğer taraftan, mesleki eğitimin
desteklenmesi ve geliştirilmesinin günlük siyasi bir tercih olmayıp açık
bir devlet politikası olduğu, oysa farklı katsayı uygulamasının mesleki
ortaöğretimdeki öğrenci profili üzerinde olumsuz sonuçlar doğurduğu ve
başarılı öğrencilerin bu liselere yönelmesini engellediği, bu okullardan
mezun öğrencilerin lisans programlarına yerleşme oranlarını azalttığı,
dolayısıyla mesleki eğitimin desteklenmesi, geliştirilmesi ve özendirilmesi
için de katsayı farklılaştırılmasının kaldırılması gerektiği belirtilmiştir.
Kanun koyucu tarafından, meslek liselerine yönelimi azalttığı ve
adaletsiz sonuçlar doğurduğu değerlendirilen katsayı uygulamasına son
verilmesi amacıyla dava konusu kuralın ihdas edildiği anlaşılmaktadır.
Kuralın, adil olmadığı düşünülen önceki yükseköğretime giriş sınav
sisteminin değiştirilmesi amacıyla ihdas edildiği gözetildiğinde, 6287 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 11.4.2012
tarihinde lisede okuyan öğrencilerin, önceki sistemin uygulanacağı yolundaki
beklentilerinin korunmamasının hakkaniyete aykırı düşmediği ve bu
beklentinin meşru beklenti seviyesine ulaşmadığı sonucuna varılmıştır.
Bununla birlikte, kanun koyucu takdir yetkisini
kullanarak, 12.7.2012 günlü, 28351 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmak
suretiyle aynı tarihte yürürlüğe giren 6353 sayılı Kanun’un 10. maddesiyle,
2547 sayılı Kanun’a geçici 63. madde ekleyerek 2012 yılı için eski puanlama
sisteminin uygulanmasını öngörmüş ve bu suretle Kanun’un yürürlüğe girdiği
tarihte lise son sınıfta okuyanların beklentilerini korumuştur.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 2. maddesine aykırı değildir.
İptal isteminin reddi gerekir.Kuralların, Anayasa’nın 10., 11. ve 130.
maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
2- (c)
Bendi ile (f) Bendinde Yer Alan “…ile
ortaöğretimin tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin…”
İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, ortaöğretim kurumlarını
birincilikle bitiren adaylar için ek kontenjan belirlenmesinin ve ortaöğretimin
tamamını yurtdışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretime girişte genel,
kapsayıcı ve herkes için uygulanan genel kuraldan ayrık tutulmalarının
eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığı, hiçbir ölçü getirilmeden, ilkeye yer
verilmeden, çerçeve çizilmeden okul birincileri için ek kontenjan belirleme
ve yerleştirme yetkisi ile ortaöğretimlerinin tamamını yurt dışında
tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına kabul usul ve esaslarını
belirleme yetkisinin YÖK’e bırakılmasının, yasama yetkisinin devri
niteliğinde olduğu belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 7., 10. ve 87.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2547 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (c) bendinde,
Yükseköğretim Kurumuna, ortaöğretim kurumlarını birincilik ile bitiren
adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra ek kontenjan belirleme yetkisi
verilmiş, dava konusu kuralın da yer aldığı (f) bendinde de ortaöğretimin
tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına
kabul usul ve esaslarının YÖK tarafından belirleneceği kurala bağlanmak
suretiyle bu öğrencilerin yükseköğretime geçişinde farklı kurallar
belirlenmesine olanak tanınmıştır.
Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik
ilkesi, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile
eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı,
aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını
sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden ayrı kurallara
bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi
kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı
hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı
tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olmaz.
Kanun’un genel gerekçesinden, ortaöğretimi
birincilikle bitiren öğrencilere yükseköğretime girişte ek kontenjan
ayrılmasının, ortaöğretimdeki başarılı öğrencilerin desteklenmesi amacına
yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Kanun koyucunun, başarıyı özendirmek ve
desteklemek amacıyla başarılı öğrencilere yönelik belirli avantajlar
sağlaması, söz konusu avantajlardan yararlanma ölçütünün objektif esaslara
göre belirlenmiş olması şartıyla eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz.
Dava konusu (c) bendinde de, ek kontenjandan yararlanmada objektif bir
ölçüt olarak okul birinciliği esas alındığından eşitlik ilkesine aykırılık
söz konusu değildir. Ayrıca, her ülkenin eğitim sistemi birbirinden farklı
olduğundan, yabancı ülkelerdeki ortaöğretim kurumlarından mezun olan
öğrencilerin Türkiye’deki ortaöğretim kurumundan mezun olan öğrencilerle
aynı durumda olduklarını söylemek olanaksızdır. Bu nedenle, YÖK’e, okul
birincileri için ek kontenjan belirleme ve ortaöğretimlerinin tamamını yurt
dışında tamamlayan öğrenciler için yükseköğretime girişlerinde farklı usul
ve esaslar belirleme yetkisi verilmiş olması, eşitlik ilkesini
zedelememektedir.
Öte yandan, Türkiye’deki
ortaöğretim kurumlarının sayısı ile yükseköğretim kurumlarının imkânları ve
kontenjanları dikkate alınarak okul birincilerine ne kadar ek kontenjan
ayrılacağının hesaplanması ve ortaöğretimin tamamını yurtdışında
tamamlayanların yükseköğretime giriş ve yerleşme işlemlerinin detaylarına
ilişkin usul ve esasların belirlenmesi, teknik ve uzmanlık gerektiren bir
mesele olup kanun koyucunun bu konudaki yetkiyi idari makamlara bırakmış
olması, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturmaz.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar
Anayasa’nın 7., 10. ve 87. maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin
reddi gerekir.
3- (d) ve
(e) Bentlerinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, mesleki ve teknik eğitim veren
liselerin öğrencilerine önlisans programlarına sınavsız geçiş hakkı,
önlisans programlarından mezun olan öğrencilere de lisans programlarına
dikey geçiş hakkı tanınarak meslek liseliler için, genel liselerde
bulunmayan ayrıcalıklı bir durumun yaratıldığı belirtilerek kuralların, Anayasa’nın
10. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Maddenin (d) bendiyle, mesleki ve teknik
ortaöğretim kurumlarından mezun olan öğrencilerin, istedikleri takdirde
bitirdikleri programın devamı niteliğinde veya bunlara en yakın olan
mesleki ve teknik önlisans programlarına sınavsız olarak yerleştirilmeleri
olanağı getirilmiş; (e) bendiyle ise önlisans mezunları için, ilişkili
lisans programlarında belirlenmiş kontenjanın yüzde onunu geçmeyecek
şekilde YÖK kararı ile her yıl dikey geçiş kontenjanı ayrılması ve bu yolla
önlisans mezunlarının belli bir bölümünün meslekleriyle ilgili lisans
programlarına yerleştirilmeleri mümkün kılınmıştır.
Dava konusu düzenlemenin amacının, mesleki eğitim
kurumlarının cazip hale getirilmesi ve bu nitelikteki okullara yönelimin
artırılması olduğu anlaşılmaktadır. Mesleki ve teknik eğitim kurumları, iş
dünyasının ihtiyaç duyduğu yüksek nitelikli ara insan gücünün karşılanması
amacıyla faaliyet gösteren kurumlar olup bu yönüyle diğer eğitim
kurumlarından ayrılmaktadırlar. Amaçları yönünden farklı konumda oldukları
açık olan mesleki eğitim kurumları ile diğer eğitim kurumları arasında
eşitlik karşılaştırmasının yapılmasına olanak bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar
Anayasa’nın 10. maddesine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi
gerekir.
H- Kanun’un 16. Maddesiyle 2547 Sayılı
Kanun’a Eklenen Geçici Madde 61’in İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 6287 sayılı Kanun’un 16.
maddesiyle 2547 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 61 ile, halen meslek ve
teknik liselerde okuyan öğrencilerin, kendi alanlarında bir yükseköğretim
kurumunu tercih etmeleri halinde eski kanun hükmü uygulanmaya devam
edilerek kazanılmış hakları korunduğu halde zorlu bir sınavdan geçerek
anadolu, fen ve sosyal bilimler liselerinin halen 1., 2. ve 3. sınıflarında
öğrenim gören öğrencilerin haklarının korunmamasının “hukuk devleti” ve “eşitlik”
ilkeleriyle çelişeceği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2547 sayılı Kanun’un 45. maddesinin önceki metnine
göre bir mesleğe yönelik programlar uygulayan liselerin mezunlarının, aynı
alanda olup YÖK tarafından belirlenen yükseköğretim kurumlarından birini
tercih etmeleri durumunda, başarı notları ayrıca tespit edilecek bir
katsayı ile çarpılmak suretiyle değerlendirilerek giriş sınavı puanlarına
eklenmekte iken, 6287 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, mesleki ve
teknik eğitim yapan lise öğrencilerine yükseköğretime giriş sınavında ek
puan verilmesi uygulamasına son verilmiştir.
Dava konusu kural, 6287 sayılı Kanun’un yürürlüğe
girdiği tarih itibariyle bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim
kurumlarında öğrenim görmekte olan öğrenciler bakımından ek puan
uygulamasına devam edilmesini öngörmektedir. Buna göre, 6287 sayılı
Kanun’un yürürlüğe girdiği 11.4.2012 tarihinde meslek liselerinde okuyan
öğrencilere YÖK tarafından belirlenen aynı meslek dalında yer alan
yükseköğretim programlarına yerleşmelerinde merkezî sınavlardan almış
olduğu puanlara ilave edilecek ortaöğretim başarı puanı hesaplanmasında, bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki mevzuat hükümleri
uygulanacaktır.
Meslek liselilere yükseköğretime geçişte ek puan
verilmesi ile katsayı uygulaması birbirinden tamamen farklı uygulamalardır.
Ek puan uygulaması, yalnızca mesleki ve teknik eğitim veren lise
öğrencilerine, kendi alanlarıyla ilgili mesleki yükseköğretim programlarına
yerleşmelerini teşvik etmek ve kolaylaştırmak amacıyla tanınan bir hak olup
alanlarıyla ilgili mesleki ve teknik yükseköğretim programlarını tercih
etmeleri haliyle sınırlıdır. Üniversiteye giriş sınavına eklenecek
ortaöğretim başarı puanını hesaplama yöntemi ve YÖK kararlarıyla
geliştirilen katsayı uygulaması ise tüm öğrencileri ilgilendirmektedir.
6287 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihte meslek liselerinde okuyan
öğrencilerin ek puan hakkını korumaya yönelik geçiş hükmü öngörüldüğü halde
YÖK tarafından önceki mevzuata göre belirlenen ortaöğretim başarı puanını
hesaplama yöntemi ile katsayı sisteminin lise 1., 2. ve 3. sınıflarda
okuyan öğrenciler yönünden uygulanması yolunda herhangi bir geçiş hükmü
öngörülmemesi, her iki durumun birbirinden farklı olması nedeniyle eşitlik
ilkesine aykırı görülemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın
10. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 2. maddesiyle ilgisi
görülmemiştir.
I-
Kanun’un 24. Maddesiyle 4734 Sayılı Kanun’a
Eklenen Geçici Madde 13’ün İncelenmesi
Dava dilekçesinde,
FATİH Projesi kapsamında yapılacak mal ve hizmet alımlarının 4734 sayılı
Kanun’un kapsamı dışına çıkarılmasıyla anılan Kanun’da öngörülen idareye şikâyet,
Kamu İhale Kurumuna itirazen şikâyet ve Kamu İhale Kurumu incelemesi ile
Kamu İhale Kurumu kararları üzerinden ihalelerin yargısal denetiminin
ortadan kaldırılmasının amaçlandığı, ayrıca Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarının bilişim teknolojisine
ilişkin mal ve hizmet alımları, 4734 sayılı Kanun kapsamından çıkarıldığı
halde başka bilişim projeleri uygulayan diğer kamu kurum ve kuruluşlarına ait
projelerin kapsam dışına çıkarılmamasının eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığı
belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun’un 24. maddesi ile 4.1.2002 günlü, 4734
sayılı Kamu İhale Kanunu’na eklenen Geçici Madde 13 ile, Eğitimde
Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi
kapsamında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet
alımları ile yapım işlerinde, 4734 sayılı Kanun’un ceza ve ihalelerden
yasaklama haricindeki hükümlerinin uygulanmaması öngörülmüştür. 4734 sayılı
Kanun’un uygulaması dışında bırakılan işler; yurtiçi üretimin ve katma
değerin artırılması, teknoloji kazanımının sağlanması, daha önce yurt
içinde üretimi bulunmayan ürünlerin üretilebilmesi, yeni teknoloji ve
ürünlere yönelik araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi
toplumuna geçiş hedefleriyle, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi,
ilköğretim ve ortaöğretim kademelerindeki okulların dersliklerine bilişim
teknolojisi donanımı, yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının
sağlanması, dersler için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik
temin edilmesi ve e-içerik altyapısının oluşturulması, Millî Eğitim
Bakanlığına bağlı okullarda görev yapan öğretmenlere ve örgün eğitim gören
öğrencilere e-kitap, tablet bilgisayar ve benzeri ihtiyaçların sağlanması
amacıyla FATİH projesi kapsamında yapılan mal ve hizmet alımları ile yapım
işlerinden ibarettir.
Maddenin son cümlesinde bu madde uyarınca yapılacak alımlara ilişkin usul
ve esasların Maliye Bakanlığı ve Kamu İhale Kurumunun görüşü alınarak Millî
Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı
tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle, rekabete açık olacak
şekilde düzenleneceği kurala bağlanmıştır.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti,
eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık
olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların
kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Anayasa
Mahkemesinin kimi kararlarında kamu yararı kavramından ne anlaşılması
gerektiği ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı, genel bir ifadeyle,
bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı
ifade etmektedir.
Kanunun amaç ögesi bakımından Anayasa’ya uygun
sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın
gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden
kanunun kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça
anlaşılabiliyorsa amaç unsuru bakımından Anayasa’ya aykırı olduğu
söylenebilir. Kanun koyucunun kamu
yararı amacıyla hareket edip etmediği ancak ilgili yasama belgeleri
incelenerek ve kuralın objektif anlamına bakılarak tespit edilebilir.
Devlet harcamalarında 4734 sayılı Kanun’un
uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığından, kanun
koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı usuller benimsemesinde
anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak, bir mal ve hizmet alımı ihalesinin
4734 sayılı Kanun’da öngörülen saydamlık, rekabet, eşit muamele,
güvenirlik, gizlilik ve kamuoyu denetimi esas alınarak belirlenen usullerin
dışına çıkarılırken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan kamu yararı
amacı gözetilmelidir.
Dava konusu kuralın gerekçesinde, eğitimde FATİH
Projesi kapsamında okullara ve öğrencilere sağlanacak mal ve hizmet
alımları ile yapım işlerinin gerçekleştirilmesi, belirlenen sürede
tamamlanabilmesi, proje hizmetlerinin kesintisiz olarak öğrencilere eş
zamanlı sunulabilmesi, ülkemizde bulunmayan teknolojilerin transferinin
sağlanması ve proje konusu ürün ve hizmetlerin azami düzeyde katma değerle
yurtiçi üretiminin temini amacıyla projenin Kamu İhale Kanunu kapsamı dışında
tutulduğu belirtilmiştir.
Kamu
İhale Kanunu’nda düzenlenen şikâyet ve itirazen şikâyet prosedürü, bu Kanun kapsamına giren ihaleler yönünden
uygulanması öngörülen özel idari başvuru yolu niteliğinde olup, bu
prosedürün varlığı diğer ihaleler yönünden idari ve yargısal başvuru
yollarının kapatıldığı anlamına gelmemektedir. Kamu İhale Kanunu kapsamında
olmayan ihalelerdeki hukuka aykırılıkların genel hükümler çerçevesinde
idari ve yargısal başvurulara konu edilmesi mümkündür.
Sonuç olarak, FATİH projesi kapsamında
kalan mal ve hizmet alımlarının Kamu İhale Kanunu kapsamı dışına
çıkarılmasında kamu yararı amacı dışında bir amaç güdüldüğü
saptanamadığından kuralda, Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık söz konusu
değildir.
Öte yandan, Anayasa’nın
10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesinin bir unsuru olan eşit işlem
görme hakkının öznesi bireyler ve bireyler tarafından oluşturulan
topluluklar olup, kamu otoriteleri bu hakkın öznesi değildir. Kamu
otoritelerinin hak, yetki, görev ve sorumluluklarının ne şekilde
düzenleneceği kanun koyucunun takdirindedir. Devletin, kamu gücü kullanan
otoritelere eşit muamele etme yükümlülüğü bulunmamaktadır. Kanun koyucunun,
bir yetkiyi belli bir kamu otoritesine tanıyıp diğerlerine tanımaması
eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine aykırı
değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
J- Kanun’un 25.
Maddesiyle 5018 Sayılı Kanun’a Eklenen Geçici Madde 20’nin İncelenmesi
Dava
dilekçesinde, bütçenin yıllık olması ilkesinden
farklı bir süre ve usul benimsenebilmesi için harcamanın, kalkınma planları
ile ilgili yatırımlara veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetlere
ilişkin olması gerektiği oysa, internet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının sağlanması için yapılacak mal ve hizmet satın alma işlerinin,
kalkınma planları ile ilgili yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve
hizmetler kapsamında olmadığı, Millî Eğitim Bakanlığınca uygulanan FATİH
projesi kapsamında yapılacak mal ve hizmet alımlarında birden fazla
yıla yaygın yüklenmelere girişilmesine olanak tanındığı halde, diğer kamu
kurum ve kuruluşlarınca yürütülen bilişim projeleri yönünden bu şekilde bir
olanağın sağlanmamasının eşitlik ilkesine aykırılık oluşturduğu, FATİH
Projesinin 2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda yer
almadığı ve söz konusu Plan hedefleriyle uyumlu olmadığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın
10., 161. ve 166. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu,
kamu mali yönetiminin yapısını ve işleyişini, kamu bütçelerinin
hazırlanmasını, uygulanmasını, tüm mali işlemlerin muhasebeleştirilmesini,
raporlanmasını ve mali kontrolünü düzenlemektedir. Anılan Kanun’da, merkezî
yönetim bütçesinin yıllık olması öngörülmüştür. Bununla birlikte söz konusu
Kanun’un 28. maddesinde bütçenin yıllık olması ilkesine bazı istisnalar
getirilmiştir.
Dava konusu kuralla, bütçenin yıllık olması
ilkesine yeni bir istisna getirilmektedir. Buna göre, FATİH Projesi
kapsamında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim
hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar
yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin
onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilmesi
olanaklı hale getirilmiştir. İstisnanın uygulanacağı süre 2015 yılı sonuyla
sınırlı tutulmuştur.
Dava konusu kural, Kanun’un 24. maddesiyle
değiştirilen 4734 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 13 için belirtilen
gerekçelerle Anayasa’nın 10. maddesine;
222 sayılı Kanun’un 3. maddesi ve 1739 sayılı Kanun’un 22. maddesi
için açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 166. maddesine aykırı değildir.
Anayasa’nın 161. maddesinin birinci fıkrasında,
devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzelkişilerinin
harcamalarının, yıllık bütçeyle yapılacağı kuralı getirilmiş; üçüncü
fıkrasında ise kanunla, kalkınma planları ile ilgili yatırımlar veya bir
yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usullerin
öngörülebileceği düzenlenmiştir. Anayasa koyucu, bu iki tip harcama
yönünden bütçenin yıllık olması ilkesine istisna getirilebileceğini belirtmekle
birlikte bu sürenin ne kadar uzatılabileceğine ilişkin herhangi bir hükme
yer vermeyerek, bu konudaki takdiri kanun koyucuya bırakmıştır.
FATİH projesi, okulöncesi, ilköğretim ile
ortaöğretim düzeyindeki tüm okullarda bulunan 570.000 dersliğe dizüstü
bilgisayar, LCD panel etkileşimli tahta ve internet ağ altyapısı sağlamayı
amaçlayan ve beş yılda tamamlanması planlanan bir proje olup bu projenin,
Anayasa’nın 161. maddesinin üçüncü fıkrası anlamında bir yıldan fazla
sürecek iş ve hizmet niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Fatih
projesi kapsamında yapılacak mal ve hizmet alımlarında birden fazla yıla
yaygın yüklenmelere girişilmesine olanak tanıyan dava konusu kural,
Anayasa’nın 161. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi
gerekir.Serruh KALELİ, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ ile Recep
KÖMÜRCÜ bu görüşe katılmamışlardır.
V-
YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN İNCELENMESİ
30.3.2012 günlü, 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un:
1- 1. maddesiyle değiştirilen 5.1.1961 günlü, 222
sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun 3. maddesine,
2- 2. maddesiyle değiştirilen 222 sayılı
Kanun’un 7. maddesine,
3- 3. maddesiyle değiştirilen 222 sayılı Kanun’un
9. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesine,
4- 7. maddesiyle değiştirilen 14.6.1973 günlü, 1739
sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 22. maddesine,
5- 8. maddesiyle değiştirilen 1739 sayılı Kanun’un
24. maddesinin son cümlesine,
6- 9. maddesiyle değiştirilen 1739 sayılı
Kanun’un 25. maddesinin mülga birinci fıkrasına,
7- 12. maddesiyle 5.6.1986 günlü, 3308 sayılı
Mesleki Eğitim Kanunu’nun 18. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresinin
madde metninden çıkarılmasına ilişkin hükme,
8- 13.
maddesiyle 16.8.1997 günlü, 4306 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinin (A)
fıkrasının (2) numaralı bendinin (c) alt bendinde yer alan “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim”
ibaresinin “ilköğretim ve ortaöğretim”
şeklinde değiştirilmesi ve maddede yer alan “sekiz yıllık kesintisiz” ibarelerinin madde metninden
çıkarılmasına ilişkin hükme,
9- 14. maddesiyle değiştirilen, 4.11.1981 günlü, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 45.
maddesine,
10- 16. maddesiyle 2547 sayılı Kanun’a eklenen
Geçici Madde 61’e,
11- 24. maddesiyle 4.1.2002 günlü, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’na eklenen
Geçici Madde 13’e,
VI-
SONUÇ
30.3.2012 günlü, 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un:
1- 1. maddesiyle değiştirilen 5.1.1961 günlü, 222
sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun 3. maddesinin Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
2- 2.
maddesiyle değiştirilen 222 sayılı Kanun’un 7. maddesinin Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
3- 3. maddesiyle değiştirilen 222 sayılı Kanun’un
9. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinin Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
4- 7. maddesiyle değiştirilen 14.6.1973 günlü, 1739
sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 22. maddesinin Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
5- 8. maddesiyle değiştirilen 1739 sayılı Kanun’un
24. maddesinin son cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin
REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,6- 9. maddesiyle değiştirilen 1739 sayılı Kanun’un
25. maddesinin mülga birinci fıkrasının;
a- “Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim
ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur.”
biçimindeki üçüncü cümlesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Fulya KANTARCIOĞLU ile Mehmet ERTEN’in karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
b- Kalan
bölümünün Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
7- 12. maddesiyle 5.6.1986 günlü, 3308 sayılı
Mesleki Eğitim Kanunu’nun 18. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresinin
madde metninden çıkarılmasına ilişkin hükmün Anayasa’ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, Fulya KANTARCIOĞLU, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT ile Engin YILDIRIM’ın
karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
8- 13. maddesiyle 16.8.1997 günlü, 4306 sayılı
Kanun’un geçici 1. maddesinin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinin (c) alt
bendinde yer alan “sekiz yıllık
kesintisiz ilköğretim” ibaresinin “ilköğretim
ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmesi ve maddede yer alan “sekiz yıllık kesintisiz”
ibarelerinin madde metninden çıkarılmasına ilişkin hükmün Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
9- 14. maddesiyle değiştirilen, 4.11.1981 günlü, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 45.
maddesinin, (a), (b), (c), (d) ve (e) bentleri ile (f) bendinin birinci cümlesinde yer alan “… ile ortaöğretimin tamamını yurt
dışında tamamlayan öğrencilerin …” ibaresinin Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
10- 16. maddesiyle 2547 sayılı Kanun’a eklenen
Geçici Madde 61’in Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
11- 24. maddesiyle 4.1.2002 günlü, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’na eklenen
Geçici Madde 13’ün Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
12- 25. maddesiyle 10.12.2003 günlü, 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol
Kanunu’na eklenen Geçici Madde 20’nin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Serruh KALELİ, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ
ile Recep KÖMÜRCÜ’nün karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
20.9.2012
gününde karar verildi.
Başkan
Haşim KILIÇ
|
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Başkanvekili
Alparslan ALTAN
|
|
|
|
Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
|
Üye
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
|
|
|
Üye
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
|
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz AKINCI
|
Üye
Erdal TERCAN
|
|
|
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
Zühtü ARSLAN
|
|
|
|
|
KARŞIOY
Dava konusu kural; Milli eğitime bağlı okullarda
internet erişim hizmetleri ve ağ alt yapısının sağlanması için ilgili
bakanlıkların 2015 yılı sonuna kadar (Nisan 2012-Aralık 2015 arası)
yapılacak mal ve hizmet alım ve yapım işlerinde üst yöneticinin onayı ile
15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilmesini olanaklı
hale getirmektedir.
Kuralın gerekçesinde de, sağlanacak hizmetin hızlı,
sürekli ve ekonomikliğinin sağlanması için, alım ve yapım işlerine ilişkin
sözleşmelerin uzun süreli olması gerektiği ifadesi dışında, öngörülen uzun
süreçli yüklenme ile kamusal yarar arası ilişkinin ve tercih nedenlerini
belirleyecek anlam ve kapsamına yönelik net bir anlatıma rastlanılmamıştır.
Anayasa’nın 161. maddesi üçüncü fıkrası bir yıldan
fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usullerin bütçe uygulama,
kontrol kanununa konulabileceği iznini vermiştir ancak esas olan devletin
tüm harcamalarının yıllık bütçe ile yapılması istisnai hallerde de özel
süreler öngörülebilmesidir.
Kural kapsamında yapılması düşünülen işin, internet
erişim hizmetleri ve ağ alt yapısının sağlanması ve yapımının Milli eğitime
bağlı tüm okulları kapsaması nedeniyle bir an için yıllık bütçe içinde
planlanmasının olası olmadığı söylenebilir. Ancak yasanın yürürlüğünden
itibaren 4 yıl boyunca yapılacak her ihalede alım ve yapım hizmet iş
karşılığının bir üst yönetici (makam kimliği belirsizdir) onayı ile devlet hizmet
hayatında azımsanmayacak bir süreyi içine alacak şekilde (15 yıl kadar)
süreyle iptal konusu kuralın işgal ettiği internet hizmeti ve ağ alt
yapısının sağlanması konusunda devlete ve bütçesine sürekli bir yükümlülük
getirdiği düşünüldüğünde, bugünün üst yöneticisinin imzası ile Milli Eğitim
ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca aynı konu hakkında
yarın için gelecek hükümetlerinin kamu yararı takdirini blokeleyerek olumlu
olumsuz yeni bir tasarruf yapmasını adeta olanaksız kılmaktadır.
Hukuk devletinde bir kural, yöneticilerine uzun
süreli geleceğe imza atma yetkisini verirken, edinilecek hizmet
karşılığının, yaygın yüklenmeye esas olan meşru amaç ve yarar dengesini,
esas alınan marjinal faydayı, istisnadan yararlanmak için yıllık bütçe plan
tekniğini aşma zorunluluğu getiren nedenlerini, buna imkan veren yasa ve
gerekçesinde sistematik yoruma elverişli, açık ve net bir şekilde
anlatabilmelidir.
Kuralda geçen üstlenilen yada yararlanılacak konu
bir teknoloji hizmetidir. Çağımızda, ortalama her altı ayda bir teknoloji
kapasitelerinin ve yeniliklerinin misli ile çoğaltıldığı ya da amacı
güdüldüğü bilinen bir gerçektir. 15 uzun yıl sonuna yayılmış hizmet
alım/yapımları tamamlandığında 15 yıl önce yapılmış bir ihale ile edinilmiş
hizmetin demode, çağdışı, güncelden uzak olmadığını söyleyecek kimsenin
olmayacağı da göz önüne alınırsa, bütçe tekniğini kuralda yer alan hali ile
gerekliliği belirsiz şekilde işgal eden hizmetle ilişkilendirilmiş
bakanlıkların, gelecek tasarruflarını ipotek altına alan iptal konusu kural
amaca ulaşmada en elverişli yol değildir.Hukuk devleti her alanda adaletli
düzenin kurucusu olmak zorundadır. Alınmış bir hizmetin 15 süreyle borcunun
ödenmesi başka bir şey, 15 yıl boyunca ihale edilmiş bir teknoloji
hizmetinin bağımlısı ve zorunlu alıcısı kalmak bir başka şeydir. Kuralın
getirdiği bu yaygınlaştırılmış alım/yapım yükünü oluşturan yetki, kendisi
iktidarda, yönetimde değilken bile gelecek bir siyasi oluşumun ülke adına
belirleyeceği tercih ve takdirin ve ihtiyaçların tespitlerinin önüne
geçerek ihale edilmiş hizmete rehin verilmektedir.
Anayasa süreli bütçe uygulama yetkisi veriyorsa da,
bu süre demokratik, çağıyla özdeş bir cumhuriyet ülkesinde, yeniliklere
açık, çağdaş bir idarenin gelecek yöneticilerini, konusu sürekli bir
değişim, kapasite artırım ve kullanım, öğrenim kolaylıkları sağlayan
teknoloji hizmeti yükümlülükleri karşısında en elverişli, en gerekli, ve
orantılıyı tercih edebilmek için makul sayılmayacak uzunluktaki bir süreyle
kendini bağlı hissettirmemelidir.
İptali istenen kuralın, her alanda adaletli,
hakkaniyetli ve bireyine fırsat eşitliği yaratan bir düzen kurmak zorunda
olan hukuk devletinde, her an bir değişim ve yeniliğe açık bir teknoloji
ihalesi sonrasında makul olduğu kabul edilmeyecek 15 yıl gibi uzun
sayılabilecek bir süreyle idareyi yükümlülük altına sokması hukuk
devletinin ölçülülük ilkesine aykırılık taşır.
Kuralın Anayasa’nın 2. maddesine aykırı olduğu
gerekçesi ile çoğunluk görüşüne katılınmamıştır.
|
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
KARŞIOY
GEREKÇESİ
Yasa’nın 9. Maddesinin İncelenmesi:6287 sayılı
Kanun’un 9. maddesiyle 1739 sayılı Kanun’un 25. maddesinin yeniden
düzenlenen mülga birinci fıkrasında, “İlköğretim kurumları; dört yıl süreli
ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar
arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarından oluşur.
Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek
şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler
oluşturulur. Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin
hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur. Bu okullarda okutulacak
diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için
oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir.” denilmektedir.
Buna göre ilköğretim kurumları, her ikisi de dört yıl ve zorunlu olan
ilkokullar ve ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarından oluşmaktadır.
Davacılar tarafından bu kuralın da iptali istenilmişse de 430 sayılı
Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesi ile yüksek din uzmanları
yetiştirilmek üzere İlâhiyat Fakültesi, imamet ve hitabet gibi din
hizmetlerinin yerine getirilmesini sağlayacak memurların yetişmesi için de
ayrı okullar kurulması öngörülmüş, söz konusu yasaya, Anayasa’nın 174.
maddesinde sayılan hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde
anlaşılamayacak ve yorumlanamayacak yasalar arasında yer verilmiştir. Bu
durumda Tevhidi Tedrisat Kanunu ile çizilen sınır ve öngörülen amaç
doğrultusunda imam-hatip okulları açılabilecektir. Ancak bu okulların
belirtilen çerçevenin dışına çıkılarak diğer ortaokullara alternatif
oluşturacak öğretim kurumlarına dönüştürülmeleri halinde Anayasal korumadan
yararlanamayacakları açıktır. Uygulamanın Tevhidi Tedrisat Kanunu
kapsamında yürütülmesi ise idarenin sorumluluğunda olup, Anayasal denetim
alanı dışında kalan bir husustur. Dava konusu kuralda ayrıca “ortaokulları
ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek şekilde
öğrencilerin yetenek gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler
oluşturulur. Ortaokul ve liselerde Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin
hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur. Bu okullarda okutulacak
diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için
oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir” denilmektedir.
Böylece ortaokul ve liselerde “Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı”
dersleri, yasal korumaya alınarak Bakanlığın belirleyeceği seçmeli derslere
göre daha güvenceli ve imtiyazlı duruma getirilmektedir. Bu konuda diğer
seçmeli derslerin belirlenmesinde olduğu gibi Bakanlığın takdir yetkisi de
bulunmamaktadır.Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında
sayılan lâiklik ilkesi, devletin bütün din ve inançlara saygılı ve eşit
uzaklıkta olmasını gerektirir. Bunun sonucu olarak lâik bir devlette
yasalar dini gerekler gözetilerek ya da herhangi bir dine ayrıcalık veya
üstünlük tanıyacak biçimde düzenlenemez. Bu bağlamda, devletin dini
olmayacağı gibi “Peygamberi”de olmaz. Dava konusu kuralla seçimlik dersler
arasında sadece İslâm dininin öğrenilmesine yönelik derslere yasal güvence
sağlanmasının, farklı dinlere mensup vatandaşlar arasında ayrımcılığa yol
açarak lâiklik ilkesini zedeleyeceği açıktır. Ayrıca, Anayasa’nın 10.
maddesine göre herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi
inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşit haklara sahip olduğundan, farklı dinlere mensup vatandaşlara da
aynı olanakların sağlanması eşitlik ilkesinin de gereğidir. Toplumun büyük
çoğunluğunun İslâm dinine mensup olması da yapılan ayırımcılığın nedeni
olarak kabul edilemez. Çağdaş demokrasiler çoğunlukçu değil çoğulcu
rejimlerdir. Anayasa’nın tanıdığı haklardan yararlanmada vatandaşlar
arasında çoğunluğu oluşturup, oluşturmamalarına göre ayırım yapılamaz.Öte
yandan, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin dinin toplum içindeki yerinin ve
etkisinin farklılık gösterdiği ülkelerdeki somut olaylara ilişkin kararları
genelleştirilerek lâiklik ilkesine içerik kazandırılamaz. Anayasa Mahkemesi
kararlarında da belirtildiği gibi, düşünsel temellerini Rönesans ve
aydınlanma döneminden alan ve çağdaş demokrasilerin ortak değeri haline
gelen lâiklik ilkesinin amacı, bireye özgür düşünce olanağı vererek din ve
vicdan özgürlüğünün en geniş biçimde tanınması ve yaşama geçirilmesini
sağlamak olduğundan, bir denetim aracı olarak lâiklik ilkesine içerik
kazandırılırken sosyal ve kültürel farklılıklar bir tarafa bırakılarak salt
karşılaştırmalı hukuk açısından ve örnek gösterilen ülkelerin
vatandaşlarının mensup olduğu dinin özellikleri ve toplumsal yaşamda ne
ölçüde belirleyici rol oynadığı gibi hususlar gözetilmeden yapılan
değerlendirmelerle sonuca ulaşılmaya çalışılması, ülkemiz koşullarında
çoğulculuğa değil çoğunlukçuluğa hizmet edeceğinden demokratik devletin
çağdaş tanımı ile bağdaşmaz.Dava konusu düzenleme, belli dine mensup
olanların ihtiyaçlarına öncelik tanıyıp, diğerlerine bu olanağı
vermediğinden Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen demokratik, lâik hukuk
devleti ilkesi ve 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesi ile
bağdaşmamaktadır. Kural’ın iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne
katılmıyorum.Yasa’nın 12. Maddesinin İncelenmesi: 6287 sayılı Kanun’un 12’inci
maddesi ile, 5.6.1986 tarihli ve 3308 sayılı Meslekî Eğitim Kanunu’nun 18.
maddesinin birinci fıkrasında yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresi madde
metninden çıkarılarak fıkra, “On ve daha fazla personel çalıştıran işletmeler,
çalıştırdıkları personel sayısının yüzde beşinden az, (yüzde onundan fazla)
olmamak üzere meslekî ve teknik eğitim okul ve kurumu öğrencilerine beceri
eğitimİ yaptırır. Öğrenci sayısının tespitinde kesirler tama iblağ olunur.”
biçimini almıştır. Böylece işletmelerdeki üst sınır kaldırılmış alt sınır
ise korunmuştur. Bu sınırın kaldırılmasıyla işletmelerin daha ucuz olması
nedeniyle çocuk iş gücüne yönelebilecekleri dikkate alındığında, yapılan
düzenleme çocuk emeğinin sömürülmesine yol açabilecek niteliktedir. Anayasa’nın
herkesin, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına
sahip olduğunu belirten 17. maddesi ve “Devlet, her türlü istismara ve
şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır” diyen 41. maddesi
karşısında çocuk istismarına neden olabileceği açıkça görülen dava konusu
kuralın koruma göremeyeceği ve iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk
görüşüne katılmıyorum.Yasa’nın 25. Maddesinin İncelenmesi:6287 sayılı Yasa’nın
25. maddesi ile 5018 sayılı Kanun’a eklenen Geçici 20. maddede “Eğitimde
Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi
kapsamında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim
hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması ve Millî Eğitim Bakanlığı ve
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar
yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin
onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilir.”
denilmektedir. Buna göre Anayasa’nın 161. maddesinde belirtilen bütçenin
yıllık olması kuralına istisna getirilerek FATİH Projesi kapsamında Millî
Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal
ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla
kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilmesi olanaklı
kılınmıştır.Anayasa’nın 161. maddesinin birinci fıkrasında, devletin ve
kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzelkişilerin harcamalarının,
yıllık bütçeyle yapılacağı; ikinci fıkrasında mali yıl başlangıcı ile
merkezi yönetim bütçesinin hazırlanması, uygulanması ve kontrolünün kanunla
düzenleneceği; üçüncü fıkrasında da kanunla, kalkınma planları ile ilgili yatırımlar
veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usûllerin
öngörülebileceği belirtilmiştir.Dava konusu kuralla düzenlenen internet
erişim hizmetleri ve ağ alt yapısının sağlanması için yapılacak mal ve
hizmet alımları ile yapım işleri, Anayasa’nın 161. maddesinin son fıkrası
bağlamında iş ve hizmet olarak değerlendirilemeyeceğinden bu alımların, “bir
yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler” kapsamında kabûl edilmesine olanak
bulunmamakta söz konusu alım ve işlerin yıllık bütçeyle yapılması
gerekmektedir.Bu durumda Anayasa’nın 161. maddesinin son fıkrasına aykırı
olduğu sonucuna varılan kuralın iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk
görüşüne katılmıyorum.
KARŞIOY
GEREKÇESİ
I-
İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 9. maddesi ile değiştirilen Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 25.
maddesinin iptali istenen mülga birinci fıkrasında;
“... Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak
okutulur…” denilmektedir.
Kural
ile ortaokul ve liselerde,
Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatının, isteğe bağlı seçmeli ders
olarak okutulmasını öngören bir eğitim sistemi getirilmektedir.
Anayasa’nın “Cumhuriyetin
nitelikleri” başlıklı 2.maddesinde;
“Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” kuralı yer almaktadır.
Maddede yer alan lâiklik ilkesi, Cumhuriyetin temel
nitelikleri arasında sayılmış ve Anayasal olarak değiştirilemeyeceği,
değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği de Anayasa’nın 4. maddesinde
hüküm altına alınmıştır. Bu ilkenin en temel niteliklerinden biride,
Devletin, tüm din, mezhep ve inançlar karşısında aynı uzaklıkta ve tam bir
tarafsızlık içinde kalmak zorunda olmasıdır.
Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinde;
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin
kanun önünde eşittir…”
“…Devlet organları ve idare makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.”hükümleri yer
almaktadır.
Sözü edilen hükümlerde,
herkesin din, mezhep ve inanç karşısında eşit olduğu, Devlet organlarının
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek
zorunda oldukları öngörülmektedir.
Anayasa’nın “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. maddesinin birinci fıkrasında;
“…
Kimse, … dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya
zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.…” şeklinde
düzenlemelere yer verilmektedir.Fıkrada yer alan düzenlemelerle kimsenin
dini inanç ve kanaatini açıklamaya zorlanamayacağı, dini inanç ve
kanaatinden, dini inanç ve
kanaatinin gereklerini yerine getirip getirmemesinden dolayı kınanıp
suçlanamayacağı öngörülerek dini inanç ve kanaat özgürlüğü korunmuştur.
Yukarıda belirtilen
kurallar, lâik Devlet anlayışının, kanun önünde eşitliği sağlamanın, din ve
vicdan hürriyetinin Anayasa ile korunan temel ilkeler olduğunu
göstermektedir.
Anayasa’da yer alan bu
ilkeler gözetildiğinde, kanunların din kuralları gözetilerek ya da bir dine
ayrıcalık tanınarak düzenlenemeyeceği, Devletin, tüm din, mezhep ve
inançlar karşısında aynı uzaklıkta ve tam bir tarafsızlık içinde olması
gerektiği, dini inanç ve kanaatlerin korunacağı, düzenlemelerin bu ilkelere
uygun olarak yapılacağı konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Kural ile ortaokul ve liselerde Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin
hayatının isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmak istenen bir
eğitim sisteminin getirildiği, bu
sistemde diğer ilahî Kitaplar ve Peygamberlerin hayatının isteğe bağlı
seçmeli ders olarak okutulmak üzere yer almadığı, bunlar arasında bir
ayırımın yapıldığı anlaşılmaktadır. Kural bu haliyle Devletin tüm ilahî
Kitaplar ve Peygamberler ile onlara inananlara karşı aynı uzaklıkta ve
tarafsızlık içinde olması, belli bir ilahî Kitap ve Peygamber ile ona
inananlar yanında yer almaması gerektiğine ilişkin Anayasa’da öngörülen
lâik Devlet anlayışına uymamaktadır.
Yine, Devlet organlarının din, mezhep ve
inançlar karşısında ayırım yapmadan kanun önünde eşit davranma zorunluluğu,
ilahî Kitaplar ve Peygamberlerin hayatı ile onlara inananlar bakımından da
geçerlidir. Bu durum, Anayasa’da yer alan eşitlik ilkesinin gereğidir.
Kuralda, sadece Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberimizin hayatının isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmak istenmesi,
diğer ilahî Kitap ve Peygamberlerle ilgili derslerin göz ardı edilmesi,
lâik Devlet anlayışına ve eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.
Keza, kural uyarınca Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberimizin hayatının seçmeli ders olarak okutulmak istenmesi nedeniyle yapılacak olan
seçme veya seçmeme yönündeki tercih, dini inanç veya kanaatin açıklanmasına
neden olacak ve bu tercih aynı zamanda kişiler arasında ayrışmaya da yol
açacaktır. Bu durum, kişilerin dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya
zorlanamayacakları ilkesine ve dini inanç ve kanaatinden dolayı kınanıp
suçlanamayacakları kuralına aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan
nedenlerle iptali istenilen cümle, Anayasa’nın 2. maddesindeki demokratik,
lâik devlet ilkesine, 10. maddesindeki eşitlik ilkesine ve 24. maddesindeki
dini inanç ve kanaat özgürlüğünün korunması yolundaki ilkeye aykırıdır,
iptali gerekir.
II- İlköğretim ve Eğitim
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 25.
maddesiyle Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na Eklenen Geçici 20.
maddesinde;
“Eğitimde Fırsatları Artırma ve
Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında Millî Eğitim
Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının
sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet
alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek
yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilir” hükmüne yer verilmektedir.
Madde ile FATİH Projesi kapsamında, internet erişim
hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için mal ve hizmet alımları ile
yapım işlerinde, Millî Eğitim Bakanlığı ile Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığınca yapılacak ihalelerde üst yöneticinin onayıyla 15
yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmeye girişilmesi öngörülmektedir.
Anayasa’nın “Bütçenin hazırlanması ve uygulanması” başlıklı
161. maddesinde;
“Devletin ve kamu iktisadî
teşebbüsleri dışındaki kamu tüzelkişilerinin harcamaları, yıllık bütçelerle
yapılır.
Mali yıl başlangıcı ile merkezi
yönetim bütçesinin hazırlanması, uygulanması ve kontrolü kanunla
düzenlenir.
Kanun, kalkınma planları ile ilgili
yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve
usuller koyabilir.
Bütçe kanununa, bütçe ile ilgili
hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz.” denilmektedir.
Maddede, Devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri
dışındaki kamu tüzelkişilerinin harcamalarının yıllık bütçelerle yapılacağı
belirtildikten sonra, Kanunun kalkınma planları ile ilgili yatırımlar veya
bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usuller
koyabileceği istisnasına da yer verilmiştir.
Bu istisna, 5018 sayılı Kanun’un 28. maddesinde
düzenlenmiştir.
Kuralda belirtilen, internet erişim hizmetleri ve
ağ altyapısının sağlanması için yapılacak mal ve hizmet satın alma işleri,
kalkınma planları ile ilgili yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve
hizmetler kapsamında olmadığından ihtiyacın mali yıl içinde yıllık
bütçelerle karşılanması gerekir. Bunlar için gereken yapım işleri ise,
niteliği itibariyle yılı içinde tamamlanamayacak türden olması nedeniyle
yıllara yaygın hale gelir. Bu da 5018 sayılı Kanun’un 28. maddesince
değerlendirileceğinden 5018 sayılı Kanuna geçici 20. maddesine ihtiyaç
bulunmamaktadır.5018 sayılı Kanun 28. maddesinin ek dördüncü fıkrasında,
bazı kiralamalarla mal ve hizmet satın alma işlerinin 3 yılı geçmemek üzere
yıllara yaygın yapılabileceği belirtilmekte ise de; fıkradaki gelecek
yıllara yaygın yüklenmeler, “yılı
bütçesinde ödeneğinin bulunması”, “Maliye
Bakanlığından uygun görüş alınması” ve “süresinin üç yılı geçmemesi” biçiminde koşullara bağlanmıştır.
İptali istenen kural ile FATİH Projesi kapsamında,
hiç bir koşula yer verilmeden Millî Eğitim Bakanlığı ile Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığına, internet erişim hizmetleri ve ağ
altyapısının temini için mal ve hizmet alımları, yapım işleri ve ilgili
ihalelerde üst yöneticinin onayıyla 15 yıl gibi uzunca bir süre öngörülerek
gelecek yıllara yaygın yüklenme yapma yetkisi verilmektedir.
Kuralda, FATİH Projesi kapsamında hiç bir koşulun
yer almaması ve üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara
yaygın yüklenme yapmaya imkan tanınması Anayasa’nın bütçenin hazırlanması
ve uygulanması ile ilgili hükümlerine aykırılık oluşturmaktadır
Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 161.
maddesine aykırıdır, iptali gerekir.
KARŞIOY
GEREKÇESİ
3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu, kamu ve özel
sektöre ait kurum, kuruluş ve iş yerleri ile mesleki ve teknik eğitim okul
ve kurumlarındaki eğitim ve öğretimi düzenlemekte olup, 18. maddesinin
birinci fıkrasıyla, on ve daha fazla personel çalıştıran işletmelere,
çalıştırdıkları personel sayısının yüzde beşinden az, yüzde onundan da daha
fazla olmamak üzere mesleki teknik eğitim okul ve kurumun öğrencilerine
beceri eğitimi yaptırmaları zorunluluğu getirmektedir.
30/3/2012 tarihli ve 6287 sayılı Kanun’un 12.
maddesi ile yukarıda yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresi yasadan
çıkarılmıştır. İşletmelerin
çalıştırmak zorunda oldukları stajyer öğrenci sayısına getirilen %10’luk
üst sınırın kaldırılmasıyla mesleki eğitim almakta olan öğrencilerin beceri
eğitimi yapma olanaklarının geliştirilmesinin amaçlandığını söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, %10 tavan sınırlanmasının kaldırılması işletmelerde
(öğrenci) çocukların asıl işgücü olarak çalıştırılması olasılığını
getirdiğinde, (öğrenci) çocuk emeğinin istismarının ve sömürülmesinin önünü
açabilir. Zaten, mülga düzenlemede bir üst sınıra yer verilmesinin temel
amacı da bunu önlemekti.
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 1. maddesinde,
Sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan yasaya göre daha erken yaşta
reşit olma durumu hariç 18 yaşına kadar her insanın çocuk sayılacağı
belirtilmiştir. Aynı Sözleşme’nin 32. maddesi de taraf devletlere çocuğun
ekonomik sömürüye ve eğitimine zarar verecek nitelikte çalıştırılmasına
karşı koruma yükümlülüğünü getirmektedir
Sanayi işyerlerine Alınacak Çocukların Asgari Yaş
Sınırını Belirleyen 59 Sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesi’nin 2.
maddesinde, 15 yaşın altındaki çocukların kamu ve özel sektör sanayi
işletmelerinde veya bunların alt birimlerinde çalıştırılmayacağı kabul
edilmiş, ancak bu kuralın kamu makamları tarafından denetlemek kaydıyla teknik
okullarda çocuklar tarafından yapılan işlere uygulanmayacağı 3. maddede
belirtilmiştir. Görüldüğü gibi burada işletmelerde yapılacak olan beceri
eğitimi değil, teknik okullarda çocuklar tarafında yapılacak işler kast
edilmektedir.
Her ne kadar beceri eğitimin amacı (öğrenci)
çocukların üretimin nasıl gerçekleştiğini öğrenmelerine ve deneyim sahibi
olmalarına yardımcı olmak olarak ifade edilse de, çocuğun işletmelerdeki
üretim faaliyetlerinde asıl işgücünün bir parçası olarak çalıştırılması ve
bu nedenle emeğinin istismar edilmesi ve sömürülmesi durumu ortaya çıkabilecektir.
Anayasa’nın 41. maddesinin dördüncü fıkrasında, devletin her türlü
istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri almakla yükümlü
olduğu kurala bağlanmıştır. Bu hükmün, devleti çocuk emeğinin sömürüsünü
önleyecek tedbirleri almakla yükümlü kıldığı açıktır. Stajyer öğrenci
sayısında hiçbir üst sınıra yer verilmemesi göreceli ucuz olan (öğrenci)
çocuk emeğinin bazı işletmelerce alabildiğince istismar edilmesine davetiye
çıkartılması anlamına gelmektedir. Bu işletmeler beceri eğitimi altında
emek maliyetlerini düşürmek amacıyla kısmen veya tamamen (öğrenci) çocuk
çalıştırma yoluna gidebilir.
Yukarıda belirtilen nedenden dolayı, ilgili kuralın
Anayasa’nın 41. maddesinin, son fıkrasına aykırı olduğu sonucuna
ulaşılmıştır.
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
KARŞIOY
YAZISI
1- 6287 sayılı Kanun’un 12. maddesi
ile 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu’nun 18. maddesinin birinci fıkrasında
yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresinin madde metninden çıkarılmasının
Anayasa’ya aykırılığı:
Kuralla, Mesleki Eğitim Kanunu’nun işletmelerde
meslek eğitimini düzenleyen 18. maddesinde yer alan, on veya daha fazla
personel çalıştıran işletmelere, çalıştırdıkları personel sayısının yüzde
beşinden az, yüzde onundan fazla olmamak üzere mesleki ve teknik eğitim
okul ve kurumu öğrencilerine beceri eğitimi yaptırmaları zorunluluğu
getiren hükümdeki üst sınır olan yüzde on tavanı kaldırılmaktadır. Buna
göre, kuralın uygulandığı işletmeler, çalıştırdıkları personel sayısının
yüzde yüzüne kadar öğrenciye beceri eğitimi yaptırma yükümlülüğü ile
karşılaşabileceklerdir.
Anayasa’nın 42. maddesinde eğitim ve öğrenim hakkı,
48. maddesinde çalışma ve sözleşme hürriyeti, 49. maddesinde ise çalışma
hakkı ve ödevi düzenlenmiştir. Bu hükümlerin birlikte değerlendirilmesinden
Anayasanın, eğitim ve öğrenim hakkının kullanılabilmesi bakımından çocuk
işgücünün ekonominin asli bir öğesi haline gelmesine izin vermediği,
işyerlerinin ekonomik gereklere göre güven içinde faaliyet göstermesini
sağlamanın ve işsizliği önlemenin devletin görevi olduğu, bu nedenlerle
işyerlerinin verimlilik esası dışında, eğitim kurumu gibi hizmet sunmaya
zorlanamayacağı anlaşılmaktadır.
Öğrencilerin beceri eğitimi altında işyerlerinde
büyük oranlarda çalıştırılmalarının öğrenim ve eğitimi engelleyeceği, çok
sayıda beceri eğitimi verme külfetiyle karşılaşan işverenin bu
öğrencilerden üretimde daha fazla fayda sağlamak veya işyerinin çalışma
disiplininin bozulmasına razı olmak seçenekleriyle karşı karşıya kalacağı,
bunun sonucunda ortaya çıkacak tablonun öğrencilerin aleyhine tecelli
etmesinin kaçınılmaz olacağı ve çocukların asıl işgücü gibi kullanılmasının
yetişkin işsizliğine de olumsuz katkı yapacağı gözetildiğinde, hem mesleki
eğitimdeki öğrencilerin hem de işyerinin çıkarları icabı, beceri eğitimine
ilişkin kuralda makul bir üst sınır bulunmasının gerektiği sonucuna
varılmaktadır. Bu konudaki üst sınırı kaldıran kural bu nedenle Anayasa’nın
42., 48. ve 49. maddelerine aykırıdır.
2- Kanun’un 25. maddesiyle 5018
sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na eklenen Geçici Madde 20’nin
Anayasa’ya aykırılığı:
Kuralla, FATİH projesi kapsamında 2015 yılı sonuna
kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin
onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebileceği
öngörülmektedir.
Anayasa’nın 161. maddesinde devletin harcamalarının
yıllık bütçelerle yapılacağı, kanunun, kalkınma planları ile ilgili
yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve
usuller koyabileceği belirtilmiştir. FATİH kapsamındaki mal ve hizmet
alımları anayasadaki bu istisnanın kapsamına girmemektedir. Kuşkusuz
devletin hemen her işi uzun yıllar hatta süresiz devam eder niteliktedir.
Ancak işin bir yıldan fazla sürecek olmasının anlamı yasa koyucunun veya
idarenin yorumu değil, işin niteliğidir. Aksi düşüncenin kabulü halinde
devletin tüm harcamalarının bu yolla bütçe dışına çıkarılması mümkün olur
ve Anayasa hükmü işlevsiz hale gelir. FATİH projesi kapsamındaki alımların
yıllık bütçelerle düzenlenmesine nesnel bir engel bulunmadığı halde 15
yıllık yüklenme kapsamına alınması, Anayasa’nın 161. maddesine aykırıdır.
|
Üye
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
20.3.2012
günlü, 6287 sayılı İlköğretim
ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
25. maddesi ile 5018 sayılı Kanun’a eklenen geçici 20. madde de; “Eğitimde
Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi
İyileştirme Hareketi (FATİH) projesi kapsamında Milli Eğitim Bakanlığına
bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması
için Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde
üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere
girişilebilir.” denilmektedir. Anayasa’nın 161. maddesinde, Devletin ve
Kamu İktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamalarının
yıllık bütçelerle yapılacağı, Kanun’un kalkınma planları ile ilgili
yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve
usuller koyabileceği istisnasına yer verilmiştir. Anayasa’nın 161.
maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen Kanun’un öngöreceği “özel süre ve
usuller” ise, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda “gelecek
yıllara yaygın yüklenmeler” başlıklı 28.
maddesinde düzenlenmektedir. Eğitimde Fırsatları Artırma ve
Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) projesinin, milli eğitim hizmeti
kapsamında devletin yükümlü olduğu asli ve sürekli kamu hizmetlerinden
olduğu açık olup, bu hizmetlerin gerektirdiği harcamaların yıllık
bütçelerle mali yıl içinde yapılması asıldır. Bu durumda; iptali istenilen
geçici 20. madde ile (FATİH) projesi kapsamında hiç bir koşula bağlanmadan
Milli Eğitim Bakanlığı ile Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığına
internet erişim hizmetleri ve ağ yapısının sağlanması için mal ve hizmet
alımı ile yapım işlerinde 2012-2016 yılları arasındaki 4 yıl içinde
yapılacak ihalelerde üst yönetici onayı ile 15 yıla kadar gelecek yıllara
yaygın yüklenmelere girişilebilme yetkisi verilmesi Anayasa’nın 161.
maddesinde belirtilen asli ve sürekli hizmetler nedeniyle yapılacak kamu
harcamalarının yıllık bütçe esasına göre
yapılması esasına aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenle 6287 sayılı Kanun’un
25. maddesi ile 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na eklenen
geçici 20. maddenin Anayasa’nın 161. maddesine aykırı olduğu ve iptali
gerektiği düşüncesiyle, çoğunluk kararına karşıyız.
Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
|