Anayasa
Mahkemesi Başkanlığından:
Esas Sayısı : 2010/55
Karar Sayısı : 2011/140
Karar Günü : 20.10.2011
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN
: Aydın Bölge İdare
Mahkemesi
İTİRAZIN KONUSU : 31.5.2006 günlü, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 17.4.2008 günlü, 5754 sayılı Kanun’un 60.
maddesiyle değiştirilen 102. maddesinin dördüncü fıkrasının “Kurumca itirazı reddedilenler, kararın
kendilerine tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde yetkili idare
mahkemesine başvurabilirler” biçimindeki dördüncü cümlesinin
Anayasa’nın 2., 36., 125., 141. ve 155.
maddelerine aykırılığı savıyla iptali ve yürürlüğün durdurulması istemidir
I- OLAY
Akaryakıt satışı faaliyetinde bulunan şirketin
işyerinde yapılan incelemede defter ve belgelerin incelemeye ibraz edilmemesi
nedeniyle kesilen idari para cezasına karşı İdare Mahkemesi’nde açılan
davanın kabul edilerek cezanın kaldırılmasına ilişkin kararın itiraz
incelemesinde, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına
varan Bölge İdare Mahkemesi iptali için başvurmuştur.
II- İTİRAZIN GEREKÇESİ
Başvuru kararının gerekçe bölümü
şöyledir:
“A) MADDİ OLAY VE UYGULANACAK HÜKÜM
KONUSU:
Anayasanın 152/1. maddesinde
“Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun
hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan
birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa
Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.”
hükmüne yer verilmektedir.
Ancak bu kurallar uyarınca
bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için, elinde yöntemince
açılmış ve görevine giren bir dava bulunması ve iptali istenilen kuralların
da, o davada uygulanacak olması gerekmektedir. Uygulanacak yasa kuralları
davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı
sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan
kurallardır. (AYM-5.4.2007 – E.2007/35, K.2007/36)
Dava
konusu ihtilafta davacı şirketin işyerinde, yeterli işçilik bildirip
bildirmediği hususunun tespiti amacıyla kurum müfettişi tarafından denetim
yapılarak, asgari işçilik inceleme raporu düzenlendiği ve bu rapor
doğrultusunda davacı şirket hakkında, re’sen prim
tahakkuku ve idari para cezası tahakkuku yapıldığı, idari para cezasına
yapılan itirazın reddi üzerine Muğla 1. İdare Mahkemesinde
dava açıldığı, Mahkemece, 16.12.2009 gün ve E.2009/1838, K.2009/2721
sayılı kararla işlemin (cezanın) 5510 sayılı Kanunun 86. ve 102. maddeleri
uyarınca iptaline karar verildiği ve bu karara karşı mahkememize itiraz
edildiği görülmektedir.
2577 sayılı Yasanın 45/3.
maddesi uyarınca itiraz temyizin şekil ve usullerine tabi olup, aynı
Yasanın 49/1-a maddesi uyarınca da temyiz (itiraz) incelemesi “görev ve
yetki dışında bir işe bakılıp bakılmadığı” hususunu da kapsamaktadır.
Bu bağlamda, mahkememizce
yapılan itiraz incelemesi sırasında, itiraz konusu karar, mahkemenin görevi
noktasında da incelenmiş olup, idare mahkemesince 5510 sayılı Kanunun
102/k-4. maddesine göre karar verilmiş olup, bu madde ihtilafta uygulanan
yasa maddesi olmakla, mahkememizce anılan maddenin Anayasaya aykırı olduğu
sonuç ve kanaatine varılmıştır.
B) İLGİLİ KANUN MADDESİ:
5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 102. maddesinin 5754 sayılı
Kanunun 60. maddesi ile değişmiş olup (8.5.2008-26870/RG.) 5917 sayılı
Kanunun 42. maddesi ile bir bent eklenerek (k) bendinin 4. fıkrası halini
almıştır. 102. maddenin (k) bendinin 4. fıkrasının “Kurumca itirazı
reddedilenler kararın kendilerine tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde
yetkili idare mahkemesine başvurabilirler.” cümlesinin iptali
istenilmektedir.
C) ANAYASAYA AYKIRILIK
NEDENLERİ VE İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ:
1) ANAYASANIN 2. VE 36.
MADDELERİ YÖNÜNDEN:
Anayasanın 2. maddesinde
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal
bir hukuk devletidir.” hükmüne yer verilmektedir. Yine Anayasanın, 36.
maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma
hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve
yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz” hükmü düzenlenmiştir.
Bunun yanında, adil
yargılanma hakkı ve etkili başvuru hakkı Anayasanın 36. maddesinde
düzenlendiği gibi, Anayasanın 90. maddesi uyarınca yasa üstü bir konumda
olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. ve 13. maddelerinde de
düzenlenmiştir.
Hukuk Devleti, insan
haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran ve
bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan bütün işlem ve eylemlerinde yargı
denetimine bağlı olan Devlettir. Hukuk devleti ilkesi, Devletin tüm
organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa
koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendisini
bağlı saymasını gerektirir. (AYM.22.12.2006 E.2001/226, K.2006/119)
Hukuk Devletinin unsurları
doktrinde belirlenmiş olup, bunlardan konuyla ilgili iki tanesi “belirlilik”
ve “hukuki
güvenlik” ilkesidir. (Doç. Dr. Bahtiyar Akyılmaz-İdare
Hukuku-2003) Bunlardan belirlilik ilkesinin gereği ise; maddi hukuk ve usul
kurallarının önceden öngörülebilir bir açıklıkta ve kişilerin haklı
beklentilerini bariz bir şekilde bertaraf etmeyecek bir şekilde
düzenlenmesini gerektirir.
Hukuki güvenlik ise; devlet
faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olmasını
gerektirir. Bu sebeple Devlet faaliyetleri önceden hukuk kurallarıyla
düzenlenmeli ve mümkün olduğunca “hukuki istikrar” sağlanmalıdır.
Bu bağlamda konu ele
alınacak olursa, sosyal güvenlik ihtilaflarında tam bir istikrarsızlık,
belirsizlik ve (çok yargılılık sebebiyle de) tam bir güvensizlik ortamı
oluşmuştur. Bu olguyu açıklamak için yasal düzenlemenin kısaca kronolojik
gelişme sürecine bakacak olursak: 17.07.1964 tarihinden 5510 sayılı Kanun
yürürlüğe girinceye kadar (01.01.2008) 506 sayılı Kanun hükümleri
uygulanmıştır. Bu Kanun’un 140. maddesinde “...7 gün içinde yetkili sulh
ceza mahkemesine başvurabilirler.” hükmü yer almakta iken bu hüküm Anayasa
Mahkemesinin 8.10.2002 gün ve E.2001/225, K.2002/88 sayılı kararıyla iptal
edilmiştir. 4458 sayılı Kanunla “60 gün içinde idare mahkemesine başvurabilirler”
hükmü getirilmiştir. Ancak bu hüküm 5454 sayılı Kanunla değiştirilerek “…
15 gün içinde yetkili sulh ceza mahkemesine başvurabilirler” şeklinde yeniden
düzenlenmiştir. Bu hüküm de Anayasa Mahkemesinin 04.10.2006 gün ve
E.2006/75, K.2006/94 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. 5655 sayılı Kanun
ile tekrar “...30 gün içinde yetkili idare mahkemesine başvurabilirler”
hükmü getirilmiştir.
Ancak bu arada anılan hüküm
13.03.2005 gün ve 5326 sayılı Kabahatler Kanununun 3. ve 27. maddeleri
sebebiyle tekrar geçersiz hale gelmiş ve idari yaptırımlarda genel görevli
hale gelen sulh ceza mahkemeleri görevli hale gelmiştir. Kabahatler
Kanununun 3. maddesinin Anayasa Mahkemesi’nce iptalinden sonra 5560 sayılı
Kanun uyarınca (06.12.2006) 506 sayılı Kanunun 140. maddesi tekrar yürürlük
kazanmış ve idare mahkemeleri tekrar görevli hale gelmiştir. Bu süreç
içerisinde şunu vurgulamak gerekir ki, 4-5 yıl görevli mahkeme sorunu
çözülmeyen dosyalar olmuştur.
Nitekim anılan hüküm 5510
sayılı Kanunun ilk yürürlüğe girdiği 01.01.2008 tarihine kadar
uygulanmıştır. 5510 sayılı Kanun 506 sayılı Kanunu yürürlükten kaldırmış
olup para cezaları 102. maddede düzenlenmiştir. 102. maddenin 01.01.2008 de
yürürlüğe giren metninde de; (L-4 bendinde) “on beş gün içinde yetkili sulh ceza mahkemesine
başvurabilirler” hükmü düzenlenmiştir. Anılan hüküm 5754
sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği 08.05.2008 tarihine kadar yürürlükte
kalmıştır. Halen yürürlükte olan ve iptalini istediğimiz 5754 sayılı Yasa
ile değişik (k-4) bendinde ise “…otuz gün içinde
yetkili idare mahkemesine başvurabilirler” hükmü yer almaktadır.
Görüldüğü gibi, sosyal
güvenlik ihtilaflarında gerek 506 sayılı Yasa zamanında gerekse 5510 sayılı
Yasa zamanında tam bir karmaşa, belirsizlik ve güvensizlik yaratan süreç
izlenmiştir. Bu belirsizliğin ve güvensizliğin 5510 sayılı Yasa ile son
bulacağı ve istikrar kazanacağı da söylenemez. Çünkü yasa koyucunun son
zamanlarda oluşan iradesi doğrultusunda ortaya çıkan idari yaptırımlarla
ilgili genel hukuki rejim ile bu hüküm çelişmektedir.
Bilindiği üzere 5326 sayılı
Kabahatler Kanunu ile yasa koyucu idari yaptırımları tekbir hukuki rejime
tabi kılmıştır. Nitekim anılan Yasadan önce 4854 sayılı Yasa ile (2003
tarihinde) 55 civarında Kanunda geçen adli ceza idari cezaya dönüşmüş ve
idari yargıya itiraz yolu öngörülmüş idi. Ancak Kabahatler Kanunu ile yasa
koyucu bu konuda vizyon değiştirmiş olup, idari
cezaların büyük çoğunluğunu adli yargı rejimine tabi kılmıştır. Yasanın 3.
maddesinde 5560 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik ile sadece “diğer
kanunlarda aksine hüküm bulunan hallerde” idari yargı görevli kılınmıştır.
Nitekim 5510 sayılı Kanunun 102. maddesi de bu istisnai düzenlemelerden
birisi olup; açıkça idari yargıyı görevli kılan bir maddedir. Bu haliyle de
ilk bakışta hem Anayasanın yargı ayrılığı rejimini benimseyen ilkeleriyle
hem de Kabahatler Kanunu’nun anılan istisnai hükmüyle çelişmemektedir.
Ancak, bu husus hukukçular yönünden böyle olup hak arayan vatandaşlar
yönünden genel idari yaptırım rejiminin dışında, istisnai bir durum olup
belirsizlik ve güvensizliğe yol açmaktadır.
Çünkü bu yasa hükmü, hem
yargı yoluna ilişkin yasanın diğer hükümleri ile (kendi içinde) çelişmekte
hem de, idari yaptırımlarla ilgili genel düzenleme ile çelişmekte ve hukuki
belirsizlik ve güvensizliğe yol açmaktadır.
Nitekim sosyal güvenlik
mevzuatında yer alan bu müeyyidenin sebep unsurunu; işyerlerinde denetim
elemanlarınca hazırlanan rapor ve tespitler oluşturmaktadır. Bu raporlar
uyarınca, bildirimde bulunmama ve/veya eksik bildirim sebebiyle hem re’sen prim tahakkuku yapılmakta hem de idari para cezası
tahakkuk ettirilmekte ve bilahare ödeme emri düzenlenmektedir.
Aynı denetim raporu sonucu aynı işveren
hakkında aynı
maddi olay sebebiyle düzenlenen re’sen
prim tahakkuk işlemine karşı Yasanın 101. maddesi uyarınca iş mahkemelerinde, idari
para cezalarına karşı Yasanın 140. maddesi uyarınca idare
mahkemelerinde, ödeme emirlerine karşı ise kurumun alacaklı
biriminin bulunduğu yer iş mahkemesinde dava açılmaktadır.
Görüldüğü üzere aynı
işyeri, aynı maddi olay ve aynı denetim raporu uyarınca tesis edilen üç
ayrı işlem için üç ayrı mahkeme görevli kılınmıştır. Bunun gerçek hayata
yansıması ise tam bir belirsizlik ve güvensizlik yaratmaktadır. Çünkü maddi
olayda haklı olduğunu düşünen işveren aynı maddi olay ve aynı denetim
raporundaki haklılığını üç ayrı mahkemede üç ayrı yargılama usulüne göre
anlatmaya çalışmaktadır. Bunun sonucu her mahkemenin de usul ve inceleme
tarzındaki farklılık sebebiyle, sübut konusundaki tespitleri farklı
olabilmektedir.
Hatta idari para cezaları
da kendi içinde iki ayrı prosedüre tabi olmaktadır.
Çünkü aynı işyeriyle ilgili birden fazla (farklı) fiil tespit edilmiş ise
birden fazla ceza verilmektedir. Bu cezaların 7.870.-TL ye kadar olanını
tek hâkim çözümlemekte ve üç kişilik heyetten oluşan Bölge idare
Mahkemesine itiraz edilebilmektedir. Bu rakamdan fazla olan ihtilaflar ise
heyet halinde çözümlenip Danıştay’a temyiz yoluna başvurulabilmektedir. Bu
durumda da aynı maddi olay ve denetim raporuna dayalı ihtilafı önce üç
kişilik heyet karara bağlamakta sonra da beş kişilik yüksek hâkimden oluşan
Danıştay heyeti karara bağlamaktadır. Bu halde ise para cezası konusunda
farklı hükümler ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla böyle bir ihtilafta davacı, aynı maddi
olay için dört ayrı yargı yerinde haklılığını ispatlamaya çalışmakta
ve maalesef farklı kararlarla karşılaşabilmektedir.
Bu risk ve çelişkiyi gören
bazı yargı yerleri ise karşılıklı olarak birbirlerini bekletici mesele
yapmayı tercih etmektedir. Örneğin son zamanlarda sık rastlanan uygulama;
idare mahkemelerinin iş mahkemesindeki davaları bekletici mesele yapması ve
ona göre karar vermesidir. Oysa bu hem yargılamanın çabukluğuna zarar
vermekte hem de yargı ayrılığı rejimiyle bağdaşmamaktadır. Buna göre
vatandaş nezdinde; olayın hukuki niteliğinin inceliklerinden ziyade, aynı işyeri, aynı
maddi olay ve aynı denetim raporu sonucuna göre dört ayrı yargı kolunda
haklılık mücadelesi vermek zorunda kalması ve çoğu zaman da birbirinden
farklı kararlar alması önem arz etmektedir. Bu netice ise; davacılar
yönünden hem hukuk devleti (belirlilik ve hukuki güvenlik) ilkelerinin hem
de adil yargılanma ve etkili başvuru ilkelerinin ihlali anlamına
gelmektedir.
Bu çelişkinin giderilmesi
için ise aynı maddi olaya dayalı yaptırımlarla ilgili tüm uyuşmazlıkların
tek yargı kolunda toplanmasında kamu yararı bulunmaktadır. Bu yargı kolunun
ise adli yargı olmasında kamu yararı ve HAKLI SEBEPLER mevcuttur. Gerçi
aynı konuda yasa koyucu tarihi süreç içinde sürekli adli yargı yönünde
irade belirtmiş ve Anayasa Mahkemesi de iptal kararları vermiştir.
Anayasamızın yargı ayrılığı rejimi tercihi sebebiyle Anayasa Mahkemesinin
bu kararları doğrudur. Ancak Kabahatler Kanunundan sonra hem yasa koyucunun
hem Anayasa Mahkemesinin bu konudaki anlayışının değiştiği düşünülmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi son kararlarında “idari yargının denetimine bağlı olması gereken
bir uyuşmazlığın çözümü haklı neden ve kamu yararının bulunması halinde
yasa koyucu tarafından adli yargıya bırakılabilir”
gerekçesine yer vermektedir. (AYM.22.12.2006, E.2001/226 K.2006/119 –
11.06.2009, E.2007/115, K.2009/80 sayılı kararları). Yukarıda ayrıntılı
izah edildiği üzere, sosyal güvenlik yaptırımlarında, çok yargılılık mevcut
olup, ana ihtilaf diyebileceğimiz konularda yetkili-görevli uzman mahkeme
olan İş Mahkemesinde tüm ihtilafların birleştirilmesinde haklı neden ve
kamu yararı koşulları oluşmuştur.
Açıklanan nedenlerle anılan
Yasa hükmünün Anayasanın 2. ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşünülmektedir.
2)
ANAYASANIN 125/1. VE 155/1. MADDELERİ YÖNÜNDEN:
Anayasanın 125/1.
maddesinde “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu
açıktır” hükmüne, 155/1. maddesinde de “Danıştay idari mahkemelerce verilen
ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin
son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve son
derece mahkemesi olarak bakar.” hükmüne yer verilmiştir. Buna göre
öncelikle idarenin kamu hukuku, özel hukuk ayrımı olmaksızın tüm eylem ve
işlemlerinin yargı denetimine açık olduğu kuşkusuzdur. Bunun yanında,
Anayasa, yargı ayrılığı rejimini benimsemiş olup, kural olarak; idari eylem
ve işlemlerin idari yargıda, özel hukuk işlemlerinin ise adli yargıda
denetlenmesi gerekmektedir. Ana ilke bu olmakla birlikte Anayasa
Mahkemesi’nce; HAKLI NEDEN VE KAMU YARARI bulunması halinde, bu kuralın
istisnası olabileceği kabul edilmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesine
göre: “tarihsel gelişime paralel olarak, Anayasa’da adli ve idari yargı
ayrımına gidilmiş ve idari uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi
mahkemeleri ile Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle kural olarak idare
hukuku alanına giren konularda idari yargı, özel hukuk alanına giren
konularda adli yargı görevli olacaktır. Bu durumda idari yargının görev
alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adli yargının görevlendirilmesi
konusunda yasa koyucunun mutlak bir takdir hakkının bulunduğunu söylemek
olanaklı değildir. İdari yargının denetimine bağlı olması gereken bir
uyuşmazlığın çözümü, haklı neden ve kamu yararının bulunması halinde yasa
koyucu tarafından adli yargıya bırakabilir.” (AYM 11.06.2009-E.2007/115,
K.2009/80)
Buna göre ana ilke; idari
işlemlerin idari yargı denetimine tabi olması gerektiği olmakla birlikte, haklı neden
ve kamu yararı
mevcut ise; yasa koyucu adli yargıyı görevli kılabilir. Hatta bize göre
haklı neden ve kamu yararı unsurunun ağırlık ve yoğunluğuna göre, bazı
durumlarda yasa koyucu için bu husus bir takdiri hak değil mecburi görev
olmalıdır.
Bu bağlamda somut ihtilaf
ele alınacak olursa:
Öncelikle, yukarıda
ayrıntılı ve somut örneklerle izah edildiği üzere, sosyal güvenlikle ilgili
yaptırımlarda hâlihazırda dört ayrı yargı organı aynı maddi olayda görevli
olup bu husus yargı ayrılığı rejimiyle izah edilemez. Kaldı ki, vatandaşın
adil yargılanma hakkı ve etkili başvuru hakkı, yargı ayrılığının sağladığı
güvenceden önce gelir. Nitekim aynı olayla ilgili dört ayrı yargı yerinden
farklı kararlar çıkması, birbirlerini bekletici mesele yapmaları ve davaların
sürüncemede kalması, farklı neticelere varmaları vatandaş nezdinde yargıya
olan güvenin sarsılması ve hak arama özgürlüğünün ihlali anlamına gelir.
Dolayısıyla işlem her ne kadar idari nitelikte ise de, burada haklı neden
ve kamu yararı unsuru çok yoğun şekilde gerçekleşmiş olup, yasa koyucunun
bu ihtilafları uzman mahkeme olan iş mahkemesinde birleştirmesi takdir
hakkından öte Anayasal bir görev halini almıştır.
Bunun yanında, sosyal
güvenlikteki idari para cezaları, il müdürlükleri düzeyinde örgütler
tarafından tesis edilmekte olup idari yargının örgütlenme şekli her ili
kapsamamaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi idari bir yaptırımın adli
yargıya verilmesinde bu hususu da haklı neden saymaktadır. Yüksek Mahkeme “Kabahat konusu eylemlerin çeşitliliği ve idari
yaptırımların uygulama alanı dikkate alındığında idari yargı teşkilatına
oranla daha yaygın olan sulh ceza mahkemelerine başvuru olanağının
tanınmasının hak arama özgürlüğünü kolaylaştırıcı nitelikte olduğu bu
suretle kısa sürede sonuç alınmasını olanaklı kıldığı ve idari yaptırımlara
karşı sulh ceza mahkemelerine başvurulabileceği yolunda getirilen
düzenlemenin haklı nedenini oluşturduğuna sonucuna varılmıştır.”
gerekçesine yer vermektedir. (AYM.22.12.2006 E.2001/226, K.2006/119)
Nitekim bu gerekçede belirtilen sulh ceza yerine İş (Asliye Hukuk) Mahkemesini
ikame etmek olanaklıdır. Bu gerekçe doğrultusunda da bu ihtilafta haklı sebep
oluşmuştur.
Öte yandan, 5510 sayılı
Yasadan sonra sosyal güvenlik yaptırımlarının, hukuki niteliği de
farklılaşmıştır. Bunu tanımlamak için kısaca süreci ortaya koymak
gerekirse: 5510 sayılı Yasa ile Türk Sosyal Güvenlik sistemi köklü bir
değişime uğramıştır. Daha önce üç ayrı sosyal güvenlik sistemi mevcut olup,
kamu görevlileri, işçiler ve çiftçi-esnaf grubu ayrı mevzuata tabi idi.
Dolayısıyla ihtilafların niteliği ve yargı yolu da buna göre
tanımlanabiliyordu. Oysa yeni rejimle sosyal güvenlik tek çatı altında
toplanmış ve hem kamu hem özel alanın karması özgün bir kuruma dönüşmüştür.
Hatta özel hukuk niteliği ağır basan kendine özgü bir sosyal güvenlik hukuk
alanı oluşmuştur. Bu sebeple anılan kuruluş her ne kadar kamu kuruluşu ise
de işlem ve eylemleri kamu hukukundan ziyade özel hukuk (sosyal güvenlik
hukuku) ağırlıklıdır. Bu sebeple, yargı yolu olarak genel kural olan 101.
maddede iş mahkemeleri genel görevli ve yetkili kılınmıştır. Bunun tek
istisnası ise idari para cezaları ile ilgili 140. madde hükmüdür. Nitekim
yasa koyucu bu konuda da tarihi süreç içerisinde sürekli adli yargıyı
görevli kılmak istemiştir. Anayasa Mahkemesi önceki hukuk rejiminin
gereklerine uyarak (sosyal güvenlik ve idari yaptırımlarla ilgili önceki
rejim) yasa koyucunun iradesini iptal etmiştir. Nitekim bu konudaki en son
iptal kararı 04.10.2006 gün ve E.2006/75, K.2006/99 sayılı karardır. Bu
kararda “…idari yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın adli yargının
görevlendirilmesi konusunda yasa koyucunun geniş takdir hakkının
bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. İtiraz başvurusuna konu olan idari
para cezası, idare tarafından kamu gücü kullanılarak yasada belirtilen
kurallara uymayanlar idari yaptırımın uygulanması niteliğinde olduğundan,
çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde de idari yargının görevli kılınması
gerekir” gerekçesine yer verilmiştir.
Anayasanın 153. maddesi
gereği, yasama organı, yapacağı düzenlemelerde, daha önce aynı konuda
verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını göz önünde bulundurmak, bu kararları
etkisiz kılacak biçimde yasa çıkarmamak, “Anayasaya aykırı bulunarak iptal
edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Dolayısıyla, Anayasa
Mahkemesi Başkanlığından: uyarınca
idari yargıya bırakılan bir konunun adli yargıya verilmesini istemek bu hükümle
çelişmeyecek midir?” sorusu akla gelebilir. Bu çelişki ve aykırılık
oluşmayacaktır. Çünkü bu ilkenin istisnasını Anayasa Mahkemesi şu şekilde
ortaya koymuştur. “Bir yasa kuralının Anayasanın 153. maddesine
aykırılığından söz edilebilmesi için iptal edilen önceki kural ile “aynı”
ya da “benzer nitelikte” olması bunların saptanabilmesi için de, öncelikle,
aralarında “özdeşlik” yani amaç, anlam ve kapsam yönlerinden benzerlik olup
olmadığının incelenmesi gerekir. (AYM. 11-6-2009,
E.2007/115, K.2009/80)
Bu bağlamda konuyu ele
alacak olursak:
Öncelikle Anayasa Mahkemesi
Başkanlığından: na konu olan kanunlar aynı
değildir. Önceki ihtilaf 506 sayılı Kanunun 140. maddesi iken bu ihtilaf
5510 sayılı Kanunun 102. maddesidir. Konu ve içeriğinin de aynı olduğundan söz
edilemez. Çünkü 506 sayılı Kanundan sonra yukarıda izah edildiği üzere
sosyal güvenlik rejimi tümden değişmiş, tek çatılı hale gelmiş,
işçi-memur-esnaf-çiftçi ayrımı kaldırılmış ve özel hukuk ağırlıklı yeni bir
sistem kurulmuştur. Nitekim 101. madde ile de, iş mahkemeleri genel görevli
mahkeme halini almıştır. Nitekim AYM. nin
2006 tarihli kararından sonraki kararlarında; yargı ayrılığı rejiminin mutlak olmadığı “haklı
nedenler”in varlığı halinde adli yargının görevli
kılınabileceği görüşü geliştirilmiştir. Hal böyle olunca,
“Aynı konuda Anayasa Mahkemesinin aleyhe kararı varken değişiklik talebi
AY. 153 maddesine aykırı olur” denilemez. Çünkü özetle; önceki kural, konu
ve düzenleme alanı ve koşulları ile şimdiki aynı değildir. Bu sebeple,
anılan kuralın Anayasaya aykırılık iddiası ve iptali ile “aynı konuda
aleyhe Anayasa Mahkemesi Başkanlığından: bulunduğundan AY. nin
153. maddesine aykırı olma” sonucu doğmayacaktır.
Açıklanan nedenlerle anılan yasa
hükmünün Anayasanın 125/1. ve 155/1. maddelerine aykırı olduğu
düşünülmektedir.
3)
ANAYASANIN 141/4. MADDESİ YÖNÜNDEN:
Anayasanın 141/4.
maddesinde; “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılması yargının görevidir” hükmü düzenlenmektedir. Bu hüküm,
sadece yargı yerlerine ve Yargıçlara görev yükleyen ve onlara “gereksiz
usul yollarıyla davayı uzatmamayı” telkin eden bir emirden ibaret değildir.
Anayasa genel olarak devletin yetki ve görevlerini belirlemektedir.
Dolayısıyla, bu hükümle de Devlete, pozitif ve negatif yükümlülükler
yüklemektedir. Buna göre Devlet; “davaların en az giderle ve mümkün olan
süratle sonuçlandırılmasının önündeki engelleri kaldırmak (pozitif
yükümlülük) ve buna sebep olan iş ve işlemlerden bizzat kendisi de kaçınmak
(negatif yükümlülük) zorundadır. Başka bir ifade ile Devlet (yasama-yürütme
yargı bir bütün olarak) davaların uzamasına ve gereksiz masraflı olmasına
sebep olan engelleri kaldırmak zorundadır.
Bu bağlamda konu ele
alınacak olursa: Yukarıda izah edilip örneklendirildiği üzere, aynı işyeri
için
aynı maddi olayla ilgili aynı denetim raporuna göre aynı kurum
tarafından tesis edilen işlemlere karşı dört ayrı yargı yerinde hak arama hali
söz konusudur. Böyle olunca vatandaş yönünden dört ayrı yerde; maliyeti,
süresi ve zamanı belirsiz bir süreç başlamaktadır. Nitekim bazı mahkemeler
birbirlerini bekletici mesele yapmakta veya görev ihtilafları çıkmakta ve
gerek dava süresi gerekse maliyeti artmaktadır. Oysa aynı maddi olay ve
aynı hukuki rejime tabi olan bu ihtilafların konuyla ilgili genel görevli
uzman mahkeme olan adli mahkemede görülmesi, hem uzmanlık gereği hukuki
niteliğin artmasını, hem de davaların az maliyetle daha kısa sürede
sonuçlanmasını sağlayacaktır.
Açıklanan nedenlerle anılan
yasa hükmünün Anayasanın 141/4. maddesine aykırı olduğu düşünülmektedir.
D) YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI
TALEBİ:
5510 sayılı Yasa ile sosyal
güvenlik rejimi yeniden yapılandırılmış olup halen müesseseleşme
sürecindedir. Yeni yapı ile kapsadığı kitlede kamu-özel ayrımı kalktığı
gibi, hukuki rejim olarak da, özel hukuk ağırlıklı özgün bir sosyal güvenlik hukuk
alanı doğmuştur. Dolayısıyla 101. maddede, adli yargının
genel görevli mahkemesi yanında, özel ve uzman mahkeme olan iş mahkemesi genel
görevli ve yetkili kılınmıştır.
Yasanın 01.01.2008
tarihinde yürürlüğe giren ilk halinde (102. maddede) sulh ceza mahkemeleri
görevli kılınmışken 5754 sayılı Kanunla 08.05.2008 tarihinde değişiklik
yapılmış ve istisnai bir hükümle idari yargı görevli kılınmıştır. Bu arada
2005–2009 yılları arasında Kabahatler Kanunundan kaynaklanan belirsizliğin
de verdiği kavram kargaşasıyla bu ihtilaflarda tam bir görev karmaşası
yaşanmış ve 3–4 yıl görev sorunu hallolmayan dosyalar ortaya çıkmıştır.
Yukarıda izah edilen çok
yargılılık sebebiyle adli ve idari mahkemeler ile Bölge İdare Mahkemeleri
ve Danıştay da görülen aynı konudaki davalarda karşılıklı bekletme
kararları ile davalar ertelenmektedir.
Bu belirsizlik ve yargı
karmaşası davacılarda yargıya karşı güvensizliğe ve umutsuzluğa, yargı
camiasında ise düzensizliğe ve çelişkilere sebep olmaktadır. Bu güvensizlik
ve belirsizlik ortamının bertaraf edilmesi için öncelikle yürürlüğün
durdurulması kararı verilmesi gerekmektedir.
SONUÇ
VE TALEP:
Dava, davacıya 5510 sayılı
Kanunun 102. maddesi uyarınca verilen para cezasının iptali istemiyle
açılmış olup, Kanunun (K) bendinin (4) fıkrası uyarınca görevli olan idare
mahkemesince karar verilmiş ve bu karara mahkememiz nezdinde itiraz
edilmiştir.
İtiraz üzerine 2577 sayılı
Kanunun 49/1-a maddesi uyarınca konu mahkemenin görevi yönünden de
incelenmiş ve mahkemeyi görevli kılan 5510 sayılı Kanunun 102. maddesinin
(k-4) bendinde düzenlenen “kurumca itirazı reddedilenler kararın kendilerine
tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde yetkili idare mahkemesine
başvurabilirler” hükmünün Anayasaya aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle;
Anayasanın 152/1. maddesi uyarınca 5510 sayılı Kanunun 102. maddesinin
(k-4) bendinde düzenlenen hükmün; Anayasanın 2, 36, 125/1, 141/4 ve 155/1.
maddelerine aykırı olduğundan, iptali istemiyle re’sen
Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunulmasına, yasa hükmünün
yürürlüğü halinde telafisi güç zararlar doğacağından öncelikle yürürlüğün
durdurulmasının talep edilip bilahare iptalinin istenilmesine
dava dosyasının tüm belgeleriyle onaylı suretinin dosya oluşturularak karar
aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine sunulmasına, işbu karar aslı ile
dosya suretinin Yüksek Mahkemeye sunulmasından sonra beş ay beklenilmesine,
beş ay içinde netice gelmezse mevcut mevzuata göre davanın görülmesine,
kararın taraflara tebliğine 05/05/2010 tarihinde
oyçokluğuyla karar verildi.”
III- YASA METİNLERİ
A- İtiraz Konusu Yasa Kuralı
31.5.2006 günlü, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 17.4.2008 günlü, 5754 sayılı Kanun’un 60.
maddesiyle değiştirilen, itiraz konusu kuralı da içeren 102. maddesinin
dördüncü fıkrası şöyledir:
“İdari para cezaları ilgiliye tebliğ
ile tahakkuk eder. Tebliğ tarihinden itibaren onbeş
gün içinde Kuruma ya da Kurumun ilgili hesaplarına yatırılır veya aynı süre
içinde kuruma itiraz edilebilir. İtiraz takibi durdurur. Kurumca itirazı reddedilenler, kararın
kendilerine tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde yetkili idare
mahkemesine başvurabilirler. Bu süre içinde başvurunun yapılmamış
olması halinde, idari para cezası kesinleşir.”
B- Dayanılan Anayasa Kuralları
Başvuru kararında, Anayasa’nın 2., 36., 125., 141. ve
155. maddelerine dayanılmıştır.
IV- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi
İçtüzüğü’nün 8. maddesi uyarınca, Haşim
KILIÇ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya
KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ, Recep KÖMÜRCÜ, Alparslan ALTAN, Burhan
ÜSTÜN ile Engin YILDIRIM’ın katılımlarıyla yapılan ilk inceleme toplantısında; dosyada eksiklik bulunmadığından işin
esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma isteminin esas inceleme
aşamasında karara bağlanmasına, 24.6.2010 gününde OYBİRLİĞİYLE karar
verilmiştir.
V- ESASIN İNCELENMESİ
Başvuru kararı ve ekleri,
işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu Yasa kuralı, dayanılan Anayasa
kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup
incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Anlam ve Kapsam
5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 102. maddesinde, aynı
Kanunda öngörülen bazı yükümlülüklerin zamanında ya da usulünce yerine
getirilmemesi halinde Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından verilecek idari para cezaları düzenlenmiştir. Maddenin ilk fıkrasında hangi eylemlere ne miktarda idari para
cezası verileceği, itiraz konusu dördüncü fıkrasında ise bu cezaların ne
şekilde tahakkuk edeceği ve ödeneceği, buna karşı ödeme süresi içinde
Kuruma itiraz edilebileceği, itirazın takibi durduracağı, itirazın reddi
üzerine de kararın tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde yetkili idare
mahkemesine başvurulabileceği belirtilmiştir.
5510 sayılı Kanun’un 102. maddesinin, 5326 sayılı
Kabahatler Kanunu’nun 3. maddesi bağlamında “aksine hüküm” içeren bir
düzenleme olduğu görülmektedir. Kabahatler Kanunu’nun 3. maddesinde yer
alan, diğer kanunlarda aksine hüküm bulunup bulunmamasına ilişkin ibareden,
diğer kanunlarda yer alan ve idari yaptırım kararlarına yönelik itirazları
inceleme görevini idari yargı yerlerine veren düzenlemelerin kastedildiği
açıktır. 5510 sayılı Kanun’un 102. maddesinin idari para cezalarında
görevli mahkemeyi belirleyen itiraz konusu cümlesi, Kabahatler Kanunu’nun
3. maddesinde 5560 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten sonra, açıkça
idari yargıyı görevli kılan istisnai düzenlemelerden birisidir.
5510 sayılı Kanun’un getirdiği yeni sistemle,
devlet memurları ve diğer kamu görevlileri, hizmet akdine göre ücretle
çalışanlar, tarım işlerinde ücretle çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar
ve tarımda kendi hesabına çalışanları kapsayan beş farklı emeklilik rejimi,
aktüeryal olarak hak ve yükümlülükler yönünden
tek bir sosyal güvenlik rejimi altında toplanmıştır. Bu Yasa, sosyal
sigortalar ile genel sağlık sigortasından yararlanacak kişileri,
işverenleri, sağlık hizmeti sunucularını, bu Yasa’nın uygulanması
bakımından gerçek kişiler ile her türlü kamu ve özel hukuk tüzel kişilerini
ve tüzel kişiliği olmayan diğer kurum ve kuruluşları kapsamaktadır.
Sosyal Güvenlik Kurumu; farklı emeklilik
rejimlerinin, aktüeryal olarak hak ve
yükümlülükler yönünden tek bir emeklilik rejimine dönüştürülebilmesi için
Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanlığı, Bağ-Kur Genel Müdürlüğü ve Emekli
Sandığı Genel Müdürlüğü’nü aynı çatı altında toplayan 16.5.2006 günlü, 5502
sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile kurulmuştur. Kurum, kamu tüzel
kişiliğini haiz, idarî ve malî açıdan özerk, 5502 sayılı Kanunda hüküm
bulunmayan durumlarda özel hukuk hükümlerine tâbidir; Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili kuruluşudur.
İtiraz konusu kuralın yer aldığı 5510 sayılı
Kanunu’nun 102. maddesinde düzenlenen idari para cezaları, Kanunda
belirtilen yükümlülüklere aykırı davranışların önlenmesi amacıyla, araya
yargısal bir karar girmeden, idarenin doğrudan işlemiyle idare hukukuna
özgü usullerle kesilen ve maddenin birinci fıkrasında sayılan işlem ve
eylemlere uygulanan yaptırımlardır. İdari para cezasını gerektiren eylemin
işlendiğini saptamak ve Kanunda gösterilen şekilde asgari ücretle
bağlantılı olarak cezanın tutarını belirlemek tamamıyla idari makam olan
Sosyal Güvenlik Kurumu’nun kararıyla oluşmaktadır. Yaptırım, tümüyle idari
işleme dayanmaktadır. Yargı organlarının müdahalesi olmadan, kamu gücüne
dayanılarak, idarece kararlaştırılmakta ve uygulanmaktadır.
Gelişen, büyüyen, çeşitlenen ve çoğalan toplumsal
gereksinimleri yerinde, zamanında ve etkin bir biçimde karşılayabilmek için
çağdaş yönetimlerde idareye geniş ve değişik alanlarda yaptırım yetkileri
tanınmakta, önemsiz görülen bazı fiiller ceza hukuku alanından çıkarılarak
idari yaptırımlara konu edilmektedir.
Anayasa Mahkemesi kararlarında idari yaptırım,
“idarenin bir yargı kararına gerek olmaksızın yasaların açıkça verdiği bir
yetkiye dayanarak idare hukukuna özgü yöntemlerle, doğrudan doğruya
uyguladığı yaptırımlar”, idari yaptırımlar içinde önemli bir yer tutan
idari para cezaları ise, “toplumsal düzene aykırılık oluşturan eylemler
nedeni ile yasanın açıkça izin verdiği durumlarda idarenin yargı organına
başvurmadan kendisinin bizzat uyguladığı ve bir miktar paranın alınması
biçiminde gerçekleştiren mali nitelikte yaptırımlar” olarak
tanımlanmaktadır. İdari
yaptırımların, bir idari organ veya makam tarafından kamu gücü kullanılarak
yapılan tek yanlı idari bir işlem olması ve yasal veya düzenleyici idari
işleme uyulmamasının bir ceza içermesi olmak üzere belirleyici iki özelliği
bulunmaktadır.
B-
Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Başvuru kararında, sosyal güvenlik uyuşmazlıklarında
karmaşa, belirsizlik ve güvensizlik olduğu, aynı işveren hakkında aynı
işyeri, aynı maddi olay ve aynı denetim raporu uyarınca tesis edilen ayrı
işlemler için farklı mahkemenin görevlendirildiği, davacının her bir yargı
yerinde haklılığını ayrı ayrı ispatlamaya
çalıştığı, farklı yargı yerlerinin birbirlerini bekletici mesele yapmayı
tercih etmesinin yargılamanın çabukluğuna zarar verdiği, aynı işyeri ve
aynı maddi olaya göre farklı yargı kolunda haklılık mücadelesi verilmesi
sonucu, hem belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerinin hem de adil
yargılanma ve etkili başvuru ilkelerinin ihlal edildiği, işlem her ne kadar
idari nitelikte ise de, aynı maddi olaya dayalı yaptırımlarla ilgili tüm
uyuşmazlıkların tek yargı kolunda toplanmasında haklı neden ve kamu yararı
bulunduğu, yargı yerlerinden farklı kararlar çıkmasının yargıya olan
güvenin sarsılması ve hak arama özgürlüğünün ihlali anlamına geldiği, 5510
sayılı Kanun’dan sonra sosyal güvenlik yaptırımlarının hukuki niteliğinin
de farklılaştığı, yeni rejimle özel hukuk niteliği ağır basan sosyal
güvenlik hukuku alanı oluşturulduğu, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun işlem ve
eylemlerinin kamu hukukundan ziyade özel hukuk ağırlıklı olduğu, aynı maddi
olay ve aynı hukuki rejime tabi olan ihtilafların uzman mahkeme olan adli
mahkemede görülmesinin davaların az maliyetle daha kısa sürede
sonuçlanmasını sağlayacağı, bu nedenlerle itiraz konusu kuralın Anayasa'nın
2., 36., 125., 141. ve 155. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu’nun 17.4.2008 günlü, 5754 sayılı Kanun’un 60. maddesiyle
değiştirilen 102. maddesinde Kanunda öngörülen bazı yükümlülüklerin
zamanında ya da usulüne uygun yerine getirilmemesi halinde Sosyal Güvenlik
Kurumu tarafından verilecek idari para cezaları ile ilgili yaptırımlar
düzenlenmiştir. Maddenin ilk fıkrasında hangi eylemlere
ne miktarda idari para cezası verileceği, itiraz konusu cümleyi de içeren
dördüncü fıkrasında ise bu cezaların ilgiliye tebliği ile tahakkuk edeceği,
tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde
ödeneceği veya aynı süre içinde Kuruma itiraz edilebileceği, itirazın reddi
üzerine de otuz gün içinde yetkili idare mahkemesine başvurulabileceği
belirtilmiştir.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk Devleti,
insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni
kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri
yargı denetimine bağlı olan Devlettir.
Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolu açıktır”; 140. maddesinin birinci fıkrasında, “Hâkimler ve savcılar adlî ve idarî
yargı hâkim ve savcıları olarak görev yaparlar”; 142. maddesinde, “Mahkemelerin kuruluşu, görev ve
yetkileri işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir”; 155.
maddesinin birinci fıkrasında da, “Danıştay,
idarî mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idarî yargı merciine
bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda
gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar” kurallarına yer verilmiştir.
Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik bir
hukuk devleti olduğunu vurgularken, Devlet içinde tüm kamusal yaşam ve
yönetimin yargı denetimine bağlı olmasını amaçlamıştır. Yargı denetimi
demokrasinin “olmazsa olmaz” koşuludur. Anayasa’nın “idarenin her türlü
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” kuralıyla benimsediği husus
da etkili bir yargısal denetimdir. Anayasa’nın 125. maddesinin birinci
fıkrasında yer alan kural, yönetimin kamu hukuku ya da özel hukuk alanına
giren tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır.
İdarenin hizmetlerini gereği gibi ve ivedilikle
görebilmesi için, yaptırım uygulama yetkilerine gereksinimi vardır. İdare
bu yetkilerle, kamu düzeni ve güvenliğini, kamu sağlığını, ulusal
kaynakları zamanında ve gereği gibi koruyabilir. Bu nedenle, idareye, geniş
ve çeşitli yaptırımlar uygulama yetkisi tanınmıştır. İdarî cezalar, idarî
yaptırımların en önemlilerinden biridir. İdarî cezalar arasında yer alan
para cezaları da bu amaçla etkin ve yaygın bir biçimde uygulanmaktadır.
İdarî para cezalarını diğer cezalardan ayıran en belirgin nitelik, onların
idarî makamlar tarafından kamu gücü kullanılarak verilmesidir.
Anayasa Mahkemesi’nin daha önceki
kararlarında da belirtildiği üzere, tarihsel gelişime paralel olarak Anayasa’da
adlî ve idarî yargı ayrımına gidilmiş ve idarî uyuşmazlıkların çözümünde
idare ve vergi mahkemeleriyle Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle,
kural olarak idare hukuku alanına giren konularda idarî yargı, özel hukuk
alanına giren konularda adlî yargı görevli olacaktır. Bu durumda idarî
yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının
görevlendirilmesi konusunda yasa koyucunun mutlak bir takdir hakkının
bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Ancak idarî yargının denetimine
bağlı olması gereken idarî bir uyuşmazlığın çözümü, haklı neden ve kamu
yararının bulunması halinde yasa koyucu tarafından adlî yargıya
bırakılabilir.
Yasa koyucu, 102. madde kapsamında verilen idari para
cezalarında görevli yargı yerini idare mahkemesi olarak belirtirken, söz
konusu idari para cezalarına karşı dava açma süresini idare mahkemelerinde
dava açma süresinden farklı belirleyerek sosyal güvenlik konusunun
niteliğine uygun önlemini de almıştır.
Yargılamanın ekonomikliği nedeniyle 5510 sayılı
Kanun kapsamındaki tüm işlemlerin tek yargı yerinde toplanması önerisi,
Anayasa’nın 153. maddesinde yer alan, Anayasa Mahkemesi’nin “kanun koyucu
gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesisi edemez”
kuralı karşısında Anayasa yargısının konusu olmadığı gibi, itiraz konusu
kuralda, idari işlemlerin idarî yargının dışına çıkarılarak adlî yargıya
bırakılması da söz konusu değildir. İtiraz konusu kuralda olduğu gibi, Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi
kararlarına uygun olarak düzenlenen bir konunun, farklı gerekçeler ya da
nedenlerle farklı düzenlenmesi gerektiği savı Anayasa’ya aykırılık konusu
olamaz. Niteliği gereği idari olan eylem ve işlemlere ilişkin davaların,
Anayasa gereği, idari yargı yerlerinde görülmesi esastır. Yasaların, belirsizlik
ve kargaşa yaratması değil önlemesi esas olduğuna göre, yasa koyucunun da
Anayasa’daki idarî ve adlî yargı ayrılığını esas alması, idarenin kamu gücü
kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemlerinin, idari yargı
denetimine tabi olması Anayasa’ya uygunluğun gereğidir.
İtiraz başvurusuna konu olan idarî para cezası,
idare tarafından kamu gücü kullanılarak Kanunda belirtilen kurallara
uymayanlara idarî bir yaptırımın uygulanması niteliğinde olduğundan,
çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde de idarî yargının görevli kılınmasında
Anayasa’ya aykırılık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, 31.5.2006 günlü, 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 17.4.2008 günlü,
5754 sayılı Kanun’un 60. maddesiyle değiştirilen 102. maddesinin dördüncü
fıkrasının “Kurumca itirazı
reddedilenler, kararın kendilerine tebliğ tarihinden itibaren otuz gün
içinde yetkili idare mahkemesine başvurabilirler” biçimindeki dördüncü
cümlesi Anayasa’nın 2., 125. ve 155. maddelerine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
İtiraz konusu kuralın, yargı yerini belirten
niteliği nedeniyle Anayasa’nın 36. ve 141. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
VI-
YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
31.5.2006 günlü,
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun
17.4.2008 günlü, 5754 sayılı Yasa’nın 60. maddesiyle değiştirilen 102.
maddesinin dördüncü fıkrasının “Kurumca
itirazı reddedilenler, kararın kendilerine tebliğ tarihinden itibaren otuz
gün içinde yetkili idare mahkemesine başvurabilirler.” biçimindeki
dördüncü cümlesine yönelik iptal istemi, 20.10.2011 günlü, E.2010/55,
K.2011/140 sayılı kararla reddedildiğinden, bu cümleye ilişkin YÜRÜRLÜĞÜN
DURDURULMASI İSTEMİNİN REDDİNE, 20.10.2011 gününde OYBİRLİĞİYLE karar
verildi.
VII- SONUÇ
31.5.2006 günlü, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 17.4.2008 günlü, 5754 sayılı Yasa’nın 60.
maddesiyle değiştirilen 102. maddesinin dördüncü fıkrasının “Kurumca itirazı reddedilenler, kararın
kendilerine tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde yetkili idare
mahkemesine başvurabilirler.” biçimindeki dördüncü cümlesinin
Anayasa’ya aykırı olmadığına ve itirazın REDDİNE, 20.10.2011 gününde
OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
Başkan
Haşim KILIÇ
|
Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
Başkanvekili
Serruh
KALELİ
|
Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
Üye
Fettah
OTO
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Alparslan ALTAN
|
Üye
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
Üye
Hicabi
DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz AKINCI
|
Üye
Erdal TERCAN
|
|