Anayasa Mahkemesi
Başkanlığından:
Esas Sayısı : 2008/1 (Siyasî Parti Kapatma)
Karar Sayısı : 2008/2
Karar Günü : 30.7.2008
DAVACI : Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI : Adalet ve Kalkınma Partisi
DAVANIN KONUSU : Davalı Partinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin
odağı haline geldiği savıyla Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası,
69. maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun
101. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi ve 103. maddesinin ikinci
fıkrası uyarınca temelli kapatılmasına karar verilmesi istemi.
I- DAVA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın
Anayasa Mahkemesi’nin 30.3.2008 günlü toplantısında 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 175. maddesi uyarınca kabul edilerek davanın
açılmasına esas alınan kapatma istemli
1 sayısından 170 sayısına kadar delil numaralarına göre sıralanmış
belgeleri içeren 10 adet klasör ile çeşitli belgeleri kapsayan 7 klasör
olmak üzere 17 klasör ekli 14.3.2008 günlü ve SP 115 Hz.2002/3 sayılı
İddianamesi:
“A-
GİRİŞ
Toplumların yerleşik bir yaşama geçmeleri
giderek örgütlenmelerini gerektirmiş; örgütlü toplumlarda ise yönetime
katılma istekleri, ortak paydalar çerçevesinde bir araya gelen siyasal yapılanmaları
doğurmuştur.
Ortak düşünce sahibi bireylerden oluşan
yapılanmaların yönetimde yer alma ve siyasi iradeyi kullanma istekleri, bu
amaca ulaşabilmek için siyasi parti denilen örgütlenmeleri ortaya
çıkarmıştır. Hatta giderek düşüncelerin farklılaşması karşısında,
çoğulculuk içerisinde bu parçalar, farklı siyasi partilerin oluşmasını
sağlamıştır. Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez ögeleri olmalarına
karşılık modern siyasi partiler toplumsal yaşamdaki yerlerini 19 ncu
Yüzyılda almışlardır. Tarihsel evrimleri sonucunda günümüzdeki siyasal
partiler belirli siyasal düşünce ve amaçlar çerçevesinde birleşen
yurttaşların, özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrılabildikleri
kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşmasında diğer kurumlardan daha güçlü etkisi
bulunan siyasal partiler, yurttaşların ülke yönetimine ilişkin istem ve
özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımı somutlaştıran
hukuksal yapılardır.
Demokrasinin vazgeçilmezleri, olmazsa olmaz
kurumları olarak nitelenen, özgürlük, siyasal katılım ve hukuksallığın
ulusal araçları durumunda bulunan siyasi partilerin, devlet yönetimindeki
etkinlikleri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeni ile,
anayasakoyucu, partileri öteki tüzel kişilerden farklı değerlendirerek,
kurulmalarından başlayıp çalışmalarında uyacakları esasları ve
kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak belirlemiştir.
Temel hak ve özgürlüklerin ve özellikle örgütlenme özgürlüğünün
kullanılmasındaki kurumsal önem ve işlevleri çerçevesinde uluslararası
sözleşmelerde de siyasi partiler hakkında düzenlemelere yer verilmiştir.
Siyasal partilerin, uyacakları esasların
Anayasa’da yer alması, çalışmalarının anayasa ve yasalara uygunluğunun özel
biçimde denetlenmesi, onların olağan bir dernek sayılmadıklarını, demokratik
yaşamın vazgeçilmez öğesi olduklarını doğrulamaktadır.
Ancak siyasi partilerin demokratik siyasi
yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle
yoğun ilişki içinde bulunmaları, onlara sınırsız bir faaliyet alanı ve
özgürlük olanağı sunmaz. Siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak
kalmasını sağlamaya yönelik “kurulma ve çalışma özgürlüğü”, Anayasa ve bu
alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Uluslararası sözleşmelere uygun
yorumlanan bu düzenlemeler çerçevesinde, varlık nedeni demokrasi olan
siyasi partilerin demokrasi düşüncesinden uzaklaşmaları ve demokrasiyi yok
etmeye çalışmaları durumunda, yaptırımlarla karşılaşmaları söz konusudur.
Eylemlerinin yoğunluğu ve sosyal gereksinim yönünden başvurulacak son
yöntem ise demokrasi düşüncesiyle bağdaşmayan eylemlerin odağı olan bir
siyasi partinin kapatılmasıdır.
B-
SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİ
1- Uluslararası
hukuk yönünden
Korporatif hukuk bağlamında örgütlenme
özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi partiler, kural olarak BM
Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi
(İHAS) tarafından korunmaktadır. Her iki sözleşmedeki düzenlemeler ana
hatlarıyla aynı paralel de olup, siyasi partiler konusunda İHAS’ın
öngördüğü koruma, ana hatlarıyla şöyledir:
İHAS’ın 11 nci maddesinde konu
düzenlenmiştir. Ancak, madde de açıkça siyasi partilerden kurum olarak söz
edilmemiştir. Siyasi Partiler İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM)
tarafından dernekler kapsamında değerlendirilmektedir.
İHAM’a göre, 11 nci madde ile bir siyasi
partinin kurulmasından başka ve faaliyetlerini özgürce sürdürmesi de
korunmaktadır (TBKP/Türkiye Kararı). Çünkü İHAS, sözleşmede yer alan
hakları teorik ve hayali olarak değil, pratikte ve etkin olarak koruma
amacına dayalıdır (Artico/İtalya Kararı). Bu nedenle sözleşme sadece siyasi
partilerin kurulmalarını değil, özgürce faaliyette bulunabilmelerini de
koruma altına almıştır. Ancak bu özgürlük, sınırsız olmayıp nispi
niteliktedir.
Yukarıda değinildiği üzere siyasi partilere
tanınan bu özgürlük kuşkusuz sınırlandırılamayan bir özgürlük değildir.
Avrupa kamu düzenini oluşturan ve koruyan sözleşme uyarınca, bir siyasi
partinin eylemlerinin, Avrupa kamu düzeniyle çatışması ve sözleşmeyle
korunan alanın dışına taşması durumunda, yine sözleşmede öngörülen nedenlere
dayalı olarak yasaklama ve sınırlandırmalar öngörülebilecektir.
İHAS’ın “temel haklar” kapsamında görerek,
11 nci maddesinin birinci fıkrasıyla koruduğu siyasi partiler konusunda,
aynı maddenin ikinci fıkrasındaki “Bu
hakların kullanılması, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde
olarak, ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin
sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla
sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler,
kolluk mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar
hakkında meşru sınırlamalar konmasına engel değildir” biçimindeki
düzenlemeden hareketle, siyasi partiler hakkında yaptırımlar ve bu bağlamda
kapatma yaptırımı uygulanması olasıdır.
Bu düzenleme gözetildiğinde, ülkedeki
demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi projesi bulunan ve/veya siyasi amaçlar
için gerektiğinde şiddete başvurmayı amaçlayan siyasi parti için kapatma
yaptırımı öngörülmesi İHAS’a aykırı değildir (Emek Partisi/Türkiye kararı).
İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında
yer alan nedenlere dayanarak bir siyasi partinin kapatılması konusu, Avrupa
Konseyi Venedik Komisyonu tarafından incelenerek “Venedik İlkeleri” adıyla
da raporlaştırılmıştır. Buna göre, ifade özgürlüğünü düzenleyen İHAS’ın 10
ncu maddesiyle çok yakın ilişkisi olan 11 nci madde uyarınca bir siyasi
partinin, “ırkçılığı, terörü, yabancı düşmanlığını, şiddeti, şiddet
çağrısını teşvik etmesi veya hoşgörüsüzlüğe dayanması” halinde, İHAS’ın 11
nci maddesinin bir ve ikinci fıkrasındaki düzenlemelerden hareket ile
kapatılması gündeme gelebilecektir.
Siyasi partilere uygulanacak yaptırımlar
arasında kuşkusuz en ağırı, bir siyasi partinin kapatılmasıdır. Ancak
kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye uygulanabilecek en radikal
yaptırım olması karşısında, bu yaptırımın uygulanabilmesi, eylemlerin
belirli bir ağırlığa ulaşması koşulunu da beraberinde getirmektedir.
Bir siyasi partinin kapatılması, örgütlenme
özgürlüğüne müdahale niteliğindedir. Bu nedenle bir siyasi parti hakkında
uygulanacak kapatma yaptırımının İHAS’ a uygun olarak
değerlendirilebilmesi, yani bu müdahalenin haklı sayılabilmesi için İHAM
kararları ışığında konuya yaklaşılmalıdır.
Bu bağlamda;
- Müdahalenin haklılığı, kapatma
yaptırımını içeren yasanın, herkesçe erişilebilir, bilinebilir,
anlaşılabilir, öngörülebilir, açık ve kesin ifadeler içeren ve ilan edilen
bir yasa olmasını gerektirmektedir (Refah Partisi/Türkiye Kararı).
- Kapatma yaptırımı, amaca uygun olmalı;
yani İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında sayılan neden veya
nedenlere dayanmalıdır. Kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal yaptırım olması, bu yaptırımın inandırıcı ve
zorlayıcı koşulların varlığı durumunda uygulanmasını gerektirmektedir.
İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki nedenlerin, kapatma yaptırımı
söz konusu olduğunda, dar ve katı bir biçimde yorumlanması zorunludur
(TBKP/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye Kararları).
- Kapatma yaptırımı ile birlikte siyasi
yasaklamalar öngörülmesi için de, bu yasaklamaların, “ilgili ve yeterli”
olması gerekmektedir (RP/Türkiye kararı).
- Müdahalenin haklılığı için, uygulanan
kapatma yaptırımı “demokratik toplum gereklerine uygun olmalıdır”. Burada
kastedilen çoğulcu demokrasidir. Siyasi partiler hedeflerine şiddeti teşvik
ederek değil, mevcut yasal sistem içerisinde ulaşmayı amaç edinmelidir
(TBKP/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye Kararları). Siyasi partiler devletin
hukuksal, anayasal ve yasal yapısını değiştirmek için mücadele
edebilmelidirler. Ancak bu mücadele için kullanılan araçlar herhalde hukuka
uygun olmalı, demokratik araçlara dayanmalı, önerilen değişim temel
demokratik ilkelere uyumlu olmalıdır (TBKP/Türkiye Kararı). Bu çerçevede
olaylar, ulusal mercilerce kabul edilebilir şekilde değerlendirilmiş
olmalıdır (ÖZDEP/Türkiye Kararı).
İHAM’a göre bir siyasi parti, mevzuatın
veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesi konusunda iki koşulda
kampanya yürütebilir: Bunlardan birincisi, kullanılan bütün yollar her
bakımdan yasal ve demokratik olmalıdır. İkincisi ise, önerilen değişikliğin
kendisi temel demokratik prensiplerle bağdaşmalıdır. Bu kuraldan hareketle,
sorumluları şiddete başvurmayı teşvik eden veya demokrasinin bir veya
birçok kuralına uymayan veya demokrasiyi yıkmayı amaçlayan ve de
demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri tanımayan “siyasi bir projeyi
öneren” partinin, bu nitelikteki eylemleri, kapatma yaptırımına konu
olabileceği gibi, bu nedenle uygulanacak yaptırıma karşı da ilgili siyasi
parti İHAS korumasından yararlanamaz (RP/Türkiye, Emek Partisi/Türkiye
Kararları).
Kapatma yaptırımı boyutundaki müdahale,
takip edilen meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli olmalı, sosyal bir
ihtiyaca cevap vermelidir, yani demokratik bir toplumda gerekli olmalıdır
(TBKP/Türkiye, Sosyalist parti/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye,
RP/Türkiye Kararları).
Müdahalenin orantılılığı için, müdahalenin
özü ve ağırlığına bakılmalı, kapatma yaptırımı en ciddi durumlarda
uygulanmalı, radikal bir önlem niteliğinde olmamalıdır. Bu konuda tarihsel
şartlardan kaynaklanan ihtiyaçlar dikkate alınmalıdır (RP/Türkiye,
ÖZDEP/Türkiye, TBKP/Türkiye Kararları).
Zorlayıcı sosyal
gereksinim yönünden aranılacak hususlar ise şunlardır; demokrasiye yönelen
tehdidin varlığına ve yeterince yakın olduğuna ilişkin kanıtlar inandırıcı
olmalı; siyasi parti lider ve üyelerinin konuşma ve eylemleri, partiye
isnat edilebilmeli; isnat edilebilen eylem ve konuşmalar, “demokratik
toplum “ kavramıyla çelişen parti tarafından algılanan ve savunulan toplum
modelinin, sarih bir resmini çizen bir bütün oluşturmalıdır (RP/Türkiye Kararı).
Zorlayıcı sosyal
gereksinim yönünden, ülkelerin takdir hakkı da bulunmaktadır. Takdir hakkı,
İHAM tarafından somut olay bazında ve ilgili ülkedeki koşullar da
gözetilerek değerlendirilmektedir (RP/Türkiye, Lingens/Avusturya
Kararları).
Kuşkusuz hiç kimse, demokratik bir toplumun
ideallerini ve değerlerini zayıflatmak ya da yok etmek amacıyla sözleşme
hükümlerine dayanamaz. Modern Avrupa tarihinde de görüldüğü üzere, siyasi
partiler şeklinde örgütlenen totaliter hareketlerin, demokratik rejim
içerisinde güçlendikten sonra demokrasiden kurtulmak isteyeceklerinin
olasılık dâhilinde olduğu düşünülmelidir. Böyle bir durum ulusal makamlarca titizlikle tespit edildiğinde,
kuşkusuz sözleşme ve demokrasinin standartlarıyla çelişen somut adımlar
henüz atılmadan, ulusal makamlar bunları engelleme hakkına sahiptir.
Bir devlet, medeni barışa, ülkenin demokratik rejimine zarar verebilecek
somut adımlar atılmadan önce, sözleşme hükümleriyle çelişen böyle bir
uygulamayı makul biçimde engellemekle yetkilidir. Örneğin iktidardaki bir
siyasi partinin, planlarını gerçekleştirmek için yasama organından yasaları
geçirmesini beklemek gerekmemektedir. Bu noktada uygun bir zamanlama seçilmelidir (RP/Türkiye
Kararı).
Bir siyasi parti eylemlerinin kapatma
yaptırımına konu olabilmesi, her şeyden önce bu eylemlerin niteliği ve
siyasi partiye isnat edilebilirliği sorununu gündeme getirmektedir. Konu
İHAS yönünden İHAM kararlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur. İHAM kararlarına
göre;
Kapatma yönünden tüzük ve
programdaki aykırılık tek başına yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır
(RP/Türkiye Kararı). Bir siyasi
partinin tüzük ve programındaki aleni hedeflerinden farklı hedef ve
niyetlerinin varlığı olasıdır. Bu nedenle programın içeriği ile sahibinin
eylem ve tutumlarını karşılaştırmak gerekmektedir (TBKP/Türkiye Kararı). Türk toplumu ve devleti için gerçek bir
tehlike oluşturduğuna ilişkin somut kanıtlar ortaya konulmalıdır
(TBKP/Türkiye Kararı) Eylemler aşırı uç ve terörist grupları teşvik etmeye
yönelik olmalıdır (Sosyalist Parti/Türkiye Kararı). Yine Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla
çoğulcu demokrasinin argümanlarından yararlanarak işlenen eylemler de
kapatma yaptırımına dayanak olarak kullanılabilir (RP/Türkiye
Kararı).
Siyasi parti, çoğulcu demokrasiyle
çatışmayan hedeflerini, sadece yasal araçlarla elde etmeye çalışmalıdır. Demokratik
ve çoksesli sistemin ortadan kaldırılması amaçlanmamalı, temel insan
hakları ihlali teşvik edilmemelidir (ÖZDEP/Türkiye Kararı).
Bir genel başkanın
açıklama ve eylemleri partiyi tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel figürüdür.
Genel başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerin,
kişisel görüşü olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından
partinin görüşünü yansıttığı şekilde yorumlanır ve partiye isnat
edilebilir. Genel başkan için söylenenler, genel başkan yardımcıları içinde
geçerlidir. Milletvekilleri veya yerel yönetimlerde görev üstlenen üyeler
de, partinin amaç ve eğilimlerini sergileyen ve yaratmak istedikleri toplum
modeline ilişkin bir imajı yansıtan bütünü oluşturan eylemleri
sergilemeleri durumunda, bunlar da partiye isnat edilebilir. Bu tür eylemler soyut programlara göre
potansiyel seçmenler üzerinde daha etkilidirler. Bu tür eylem ve
konuşmalardan parti kendini uzaklaştırmadığı sürece, bunlar da partiye
isnat edilebilir (Refah Partisi/Türkiye Kararı).
Yukarıda belirtilen nitelikteki eylemlerden parti
kaçınmamış, bu fiilleri işleyenler için disiplin işlemi yapmamış ve
eleştirmemiş, göstermelik olarak disiplin soruşturması yapmış veya
öngörülenden daha az bir disiplin yaptırımı uygulamış ise bu eylemler de
partiye isnat edilebilir (RP/Türkiye Kararı).
2-
İç hukuk yönünden
Bir siyasi parti hakkında uygulanacak en
radikal yaptırım kuşkusuz kapatma yaptırımıdır. İç hukukta siyasi partilere
uygulanacak yaptırımlar düzenlenirken, bu yaptırımlar arasında siyasi
partinin kapatılmasına da yer verilmiştir.
a-
Anayasal düzenleme
Siyasi parti kapatma yaptırımı ve bu
yaptırımın hangi hallerde söz konusu olabileceği Anayasa’nın 69 ncu
maddesinde düzenlenmiştir. Böylece anayasakoyucu kapatma yaptırımı
nedenlerinin yasa ile artırılmasını engellemiştir.
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü
fıkrasına göre, siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı’nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin olarak
karara bağlanır.
Anayasa’nın 69 ncu maddesine göre siyasi
partilerin kapatılması ancak üç nedenle söz konusu olabilmektedir. Buna
göre:
- Bir siyasi partinin tüzük ve programının
Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı olması
(Anayasa md 69/5),
- Bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi
(Anayasa md 69/6)
- Bir siyasi partinin, yabancı
devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan
gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması (Anayasa md 69/10)
halinde siyasi partinin kapatılmasına
hükmedilmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasında, “siyasi partilerin tüzük
ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü
savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.”
denilmektedir.
Bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ise,
69 ncu maddenin altıncı fıkrasındaki düzenleme uyarınca “68 nci maddenin dördüncü fıkrasına
aykırı fiillerin, o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bu
durumun, o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya
yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu
veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi yahut bu
fiillerin doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlenmesi durumunda” söz konusudur.
b-
Yasal düzenleme
SPY’ndaki hükümler, Anayasa’nın 69 ncu
maddesinin son fıkrasından hareketle, Anayasa’daki esaslar çerçevesinde
düzenlenmiş, bu bağlamda siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
düzenlemeler de, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar
gözetilerek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nda da (SPY) yer almıştır.
SPY’nda, siyasi partiler hakkında
uygulanacak yaptırımlar;
- Devlet yardımından kısmen veya tamamen
yoksun bırakılması
- Ve siyasi partinin kapatılması
olarak düzenlenmiştir.
SPY’nda Anayasaya paralel olarak yapılan
düzenlemelere göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’daki
yasaklara aykırılık durumunda ve üç nedenle olasıdır. SPY’nın 101 nci
maddesindeki düzenlemelere göre;
- Bir siyasi partinin tüzük ve programının
Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,
demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre
diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik etmesi,
- Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti,- Bir siyasi partinin, yabancı
devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan
gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması,
durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma kararı
verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma
yaptırımı yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin
almakta olduğu son yıllık devlet yardımı miktarının kısmen veya tamamen
yoksun bırakılmasına karar verilebilmektedir.
Yukarıda belirtilen ikinci nedene dayanarak bir
siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır. Odak
haline gelmiş sayılmak ise, Anayasa’nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki
düzenlemelerle aynı paralelde, SPY’nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir.
SPY’nın “siyasi partilerle ilgili yasaklar” başlıklı
dördüncü kısmının;
- Birinci bölümü, “amaçlar ve faaliyetlerle ilgili
yasaklar” başlığını taşımaktadır. Bu bölüm tek maddeden oluşmakta olup, 78
nci maddede “demokratik devlet düzeninin korunması yönünden” öngörülen
yasaklamalara yer verilmiştir.
- İkinci bölümü, “milli devlet niteliğinin
korunması” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, bağımsızlığın korunmasına
(md 79), devletin tekliğinin korunmasına (md 80), azınlık yaratılmasının
önlenmesine (md 81), bölgecilik ve ırkçılık yasağına (md 82) ve eşitlik
ilkesinin korunmasına (md 83) yönelik yasaklamalar gösterilmiştir.
- Üçüncü bölümü ise, “Atatürk ilke ve
inkılâplarının ve laik devlet niteliğinin korunması” başlığını taşımaktadır.
Bu bölümde ise, Atatürk ilke ve inkılâplarının korunması (md 84), Atatürk’e
saygı (md 85), laiklik ilkesinin korunması ve halifeliğin istenemeyeceği
(md 86), din ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar yasağı (md 87), dini
gösteri yasağı (md 88) ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yerinin korunması
(md 89) konusunda yasaklamalar açıklanmıştır.
3- Anayasa’nın 90/son maddesi
çerçevesinde siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımında uluslararası
sözleşmelerin gözetilmesi
Anayasa’nın 90 ncı maddesinin son fıkrasında, “yöntemince yürürlüğe konulmuş temel hak
ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda
farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda,
uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır” denilmektedir.
1982 Anayasası’nın nitelemesine göre, Anayasa’nın
12 nci ila 74 ncü maddeleri arasında yer alan hakların hepsi “temel hak ve
özgürlüklerden” olup, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddelerinde siyasi
haklar kapsamında düzenlenen siyasi partiler de, temel hak ve özgürlükler
kapsamındadır. Aynı şekilde temel hak ve özgürlüklerin bir bölümünü konu
alan İHAS’a göre, siyasi partiler İHAM’ın yorumlarıyla bu sözleşmenin 11
nci maddesi kapsamında temel hak ve özgürlükler içerisinde kabul
edilmiştir.
Bu bağlamda SPY’nın öncelikle İHAS gözetilerek ve
Anayasa hükümleri de İHAS’a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki
kapatma yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir.
4- Siyasi parti kapatma davalarının
ve kapatma yaptırımının hukuksal niteliği
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrası ile
SPY’nın 98 nci maddesine göre, siyasi partilerin kapatılması Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı’nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin
olarak karara bağlanmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkındaki Yasa’nın 33 ncü maddesi gereğince, açılan bu davalar Ceza
Muhakemesi Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde
incelenerek kesin olarak karara bağlanmaktadır.
Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi Yasası
hükümlerinin uygulanması demek, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın
da ceza hukuku kapsamında bir ceza olduğu anlamında değildir. Aksine,
siyasi parti kapatma davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte
bir dava türü olduğundan, bu davalarda uygulanacak usul kurallarının açıklanması
gereği duyulmuş ve maddi gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin
lehine olarak bu davalarda Ceza Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı
belirtilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı
kararı). Bu düşünceden hareketle, siyasi parti kapatma davasına yönelik
iddianame düzenlenmesinden önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hangi
yetkileri kullanarak dava açabileceği de özel olarak SPY’nın 98 nci
maddesinde gösterilmiştir.
Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi
hukuku anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza
hukuku kapsamında suç olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Anayasa’nın 69
ncu maddesinin altıncı fıkrası ile SPY’nın 101 ve 103 ncü maddesindeki
düzenlemelere göre, kapatmaya konu eylemlerin “sadece işlenmiş” olması
yeterli olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır.
Bu nedenle kapatmaya konu eylemler hakkında açılmış ve mahkümiyetle
sonuçlanmış davaların bulunmaması sonuca etkili değildir.
C- LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI
OLMAK DURUMUNDA SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİNİN İRDELENMESİ
1- Kapatma nedeninin hukuksal yönden
irdelenmesi
Kısaca “laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna
gelmek” olarak isimlendiren kapatma nedeni, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin
altıncı fıkrası yoluyla, 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Ancak siyasi parti kapatma nedenlerinden birisi
olan “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak” olgusunun anayasal ve yasal
düzenlemelerden hareketle değerlendirilmesine geçmeden önce laiklikten ne
anlaşılması gerektiği, bu ilkenin Anayasa’da ve Anayasa Mahkemesi
kararlarında ne şekilde yer aldığı hususlarında açıklama yapılmasında fayda
bulunmaktadır.
Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın
öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının,
uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin
temeli olan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce
tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Lâiklik, toplumların düşünsel
ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye,
özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş
düzenleyicisidir. İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye
kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla
siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü
sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine
dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler de dinsel
niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim
aracı olmaktan çıkarılır, gerçek ve saygın yerinde tutularak kişilerin
vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de
(inanç ve ibadet çerçevesinde) kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş
demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Bu bağlamda; laik devlet
düzeninde kamusal düzenlemelerin kaynağı dinî kurallar olamaz ve bu
düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması düşünülemez.
Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında
inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını
açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir. Lâik
bir toplumda, Devletin dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı
yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer. Lâik ülkelerde, gerçek
vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi
olduğunu göstermektedir. Ayrıca devletin, her dinin mensuplarının kendi
dinsel kurallarına tabi olarak yönetilmesini benimsemesi, çok hukukluğunun
geçerlilik kazanması anlamındadır. Bu durum ise, devleti dışlayıcıdır ve
dinler yönünden de ayrımcılık yaratmaktadır.
Laik düzende, devlet dinlere karşı tarafsız olup,
devletin tarafsızlığı dinsel özgürlüklerin sınırsızlığı anlamında değildir.
Devlet, hak ve özgürlüklerin korunması yönünden bu alanda düzenlemeler
yapabilir ve sınırlamalar öngörebilir. Ancak bu sınırlamalar yapılırken
kuşkusuz, bir dinin korunması ya da baskılanması amaçlanmaz; demokratik
toplum gereklerine göre hareket edilir.
Türkiye’de lâiklik ilkesinin uygulanması, kimi
batılı ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin,
her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden
esinlenmesi ve buna göre değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya
çıkarması doğaldır. İslâm ve Hıristiyan dinlerinin farklı özellikleri
gereği, ülkemizde ve batı ülkelerindeki uygulamalar farklı olmuştur. Kaldı
ki, aynı dinî benimseyen batı ülkelerinde de lâiklik anlayışı ayrılıklar
göstermiş, değişik ülkelerde ayrı ayrı yorumlandığı gibi aynı ülkede farklı
dönemlerde, kimi kesimlerce kendi anlayışları ve siyasal tercihleri
doğrultusunda değişik biçimde yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefi bir
kavram olmayıp yasalarla yaşama geçirilerek hukuksal bir değer kazanan
lâiklik, uygulandığı ülkelerin, dinsel, sosyal ve siyasal koşullarından etkilenmektedir.
Tarihsel gelişiminin farklılığı nedeniyle Türkiye için ayrı bir özellik
taşıyan lâiklik, Anayasa ile benimsenen ve korunan bir ilkedir.
Bu bağlamda Türkiye’deki siyasal İslamı esas alan
partiler ile Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat Partiler arasında hiçbir
benzerlik bulunmamaktadır. Türkiye’de siyasal İslam, yalnızca kişi ile
Tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayarak, devlet ve toplum kurallarını da
düzenleme iddiasındadır. Siyasal İslam7ın temel düsturu şeriattır. İslam
şeriatı kişinin inanç dünyasına ilişkin kurallar kadar dünyevi yaşamını ve
bunun ötesinde devlet ve toplum yaşamını da düzenleyen, bu kuralları Tanrı
buyruğu olarak kabul edip değiştirilmesi bir yana tartışılmasını bile
yasaklayan kurallar bütünüdür. Bu nedenle siyasal İslam ve onun anayasası
niteliğindeki şeriat demokratik değil, totaliterdir. Siyasal İslam demokrasiyi
bir araç, şeriatı da bir amaç edindiği için demokrasinin kendisini korumaya
ilişkin kural ve kurumlarının takibinden kurtulmak için kaynağını da yine
şeriat düzeninden alan takiyye yöntemini kullanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve çağdaş demokrasilerin en
önemli yapı taşlarından olan lâiklik ilkesi ile devletin akla ve bilim
kurallarına göre kurumsallaşması amaçlanmıştır. Laik devlet, ilkelerine,
hükümet icraat ve prensiplerini, kanun ve nizamlarını dini kayıt ve
düşüncelerle bağlı olmayarak doğrudan doğruya bilimin verilerinden
yararlanarak, kişi ve toplum gereksinmelerini göz önünde bulundurarak
oluşturur. Dini kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden tamamen ayrılır
ve kişilerin vicdanlarında yerini bulur. Karşılıklı saygı, hoşgörü ve
anlayışa katkıda bulunan lâiklik, ulusal birliğin de temelini
oluşturmuştur. Batı aydınlamasının da temeli olan lâikliğin, insana, dine
saygısı, dinî kendi yerinde tutan anlayışı, aklın ve bilimin öncülüğünde
çağdaşlaşmayı gerçekleştirmiştir. Oysa tarih, dini kural ve prensiplerle
yönetilen hiçbir ülkede demokrasinin ve tüm insanlığın ortak kazanımları
olan temel hak ve özgürlüklerin yaşama geçirildiğine tanıklık etmemiştir.
Demokrasinin ve çağdaşlığın temeli olan demokratik ve laik Cumhuriyet
sayesinde Türk insanı ümmetten ulusa, kulluktan yurttaşlığa, geçebilmiştir.
Lâiklik ilkesinin kabulüyle, dogmatizmin katı ve
değişmez kalıpları yerine akla ve bilime dayanan değerler geçmiş, dinsel
duygular sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır. Değişik inançlara
sahip olanlar, inançlarına sağlanan güvence sayesinde birlikte yaşama
gereğini benimseyerek devletin kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven
duymuşlardır. Böylece, iç barış sağlanarak vatandaşlar, ulus bilinciyle,
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Ulusu’nun bireyleri olmuşlardır. Hukuk
devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi, gücünü lâiklikten almış, milliyetçilik
ilkesi lâiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi lâiklikle anlam kazanmıştır.
Anayasa’da da bu ilkenin değiştirilemeyeceği öngörülmüştür. Lâiklik, devlet
etkinliklerinde dinin, bilimin yerine geçmesini önleyerek çağdaşlaşmayı
hızlandırmıştır.
Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin
gereklerine aykırı bir sınırlama sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol
açtığı zararlar lâiklikle önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle
açılmış, bağımsız bir hukuk kurumu olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye
geçişin de aracı olan lâiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir. Lâik
devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal
düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel
gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden yararlanılarak kişi ve
toplum gereksinimlerine göre yapılır1.
Laiklik ilkesi; 5 Şubat 1937 tarih ve 2115 sayılı
Yasa ile Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında yer almıştır. Laik
devlet ilkesinin cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer verilmesine
1961 ve 1982 Anayasalarında devam edilmiş ve her iki Anayasa laiklik
ilkesini sıkı bir korumaya almıştır.
Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel
özelliğidir. Devlet düzenini yansıtan anayasa ve dolayısıyla hukuk düzeni, laiklik
ilkesine göre biçimlenmiştir. Bu durum, Anayasa’nın başlangıç bölümünde ve
birçok maddesinde ifade edilmiştir.
1982 Anayasa’sının, Başlangıç kısmının 7.
paragrafında: “Hiçbir faaliyetin Türk
milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği
esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği,
ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği
ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine
ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” ifadesine yer verilerek,
laiklik ilkesinin, anayasanın dayandığı temel değer ve prensiplerden biri
olduğu ilan edilmiş, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya
karıştırılamayacağı belirtilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi göre, Anayasa metnine dâhil
olan ve uygulanabilirlik açısından diğer maddelerden bir farkı bulunmayan
Başlangıç bölümü Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle “Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri içermekle Anayasa
maddelerinin amacını ve yönünü belirleyen bir kaynak”tır.2
Laiklik ilkesi, Anayasa’nın 4. maddesine göre “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
edilemez” vasfa sahip 2. maddede Cumhuriyetin nitelikleri arasında da
sayılmıştır.
Anayasanın 2. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal
bir hukuk Devletidir.” hükmüne yer verilmiştir.
Ancak Başlangıç Kısım 7. paragraf dikkate
alındığında laikliğin sadece cumhuriyetin niteliklerinden biri olmanın
ötesinde cumhuriyetin temeli olduğu anlaşılır.
Laiklik 2. maddenin gerekçesinde şöyle
açıklanmaktadır “Hiçbir zaman
dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe
sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.”
Görülüyor ki gerekçede vurgu yapılan laikliğin “dinsizlik” olarak
yorumlanamayacağı, başka bir ifadeyle laikliğin toplumsal ilişkilerin
manevi değerlerden soyutlanmasını gerektirmediğidir.
Anayasanın 6. maddesinde yer alan “Egemenlik,
kayıtsız şartsız Milletindir.”,”Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette
hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ
kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” hükümleriyle
egemenliğin ilahi değil beşeri bir iradeden kaynaklandığını ifade edilerek
laikliğe vurgu yapılmaktadır. Yasama yetkisi, Ulus adına TBMM’nin olup;
yürütme yetki ve görevi ise Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılarak
yerine getirilir. Bu anlamda, Ulus devlette, kaynağını bizatihi dinden alan
bir yetki kullanılamaz ve böyle bir görev yerine getirilemez.
Laikliğin bir başka gerekliliği olan eşitlik ilkesi
Anayasa 10. maddede şöyle ifade edilmiştir: “ Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”
11 nci maddede Anayasa hükümlerinin herkesi
bağladığı, 12. maddede ise temel hak ve özgürlüklerin kişinin topluma,
ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da içerdiği hükme
bağlanmıştır.
Anayasa’nın 13 ncü maddesine göre, temel haklar da
sınırlama yapılırken, bu sınırlamalar demokratik toplum düzeninin ve laik
Cumhuriyetin gereklerine ve de ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Anayasa 14. madde 1. fıkrasında yer alan “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden
hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve
insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı
amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” hükmü ile temel hak ve
özgürlüklerin kötüye kullanılmasının hiçbir koşulda koruma göremeyeceği, bu
yolla laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetlere girişilemeyeceği
öngörülmüştür.
Anayasanın “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24.
maddesi 1. fıkrasında “Herkes,
vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” cümlesiyle din ve
vicdan özgürlüğü tanınmış, ikinci fıkrada “14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini âyin
ve törenler serbesttir” ifadesiyle dinin uygulama kısmına bir sınırlama
getirilmiştir. Maddenin 3. fıkrasında “Kimse,
ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve
suçlanamaz.” denilerek dini inanç ve kanaat özgürlüğü düzenlenmiştir.
Maddenin 5. fıkrasında ise “Kimse,
Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de
olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz
sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını
yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”
hükmü öngörülerek dinin ve dini duyguların siyasi amaçlara alet edilmesi
yasaklanmıştır. Bu yasakla amaçlanan; dinin ve din duygularının şahsi veya
siyasi nüfuz elde etmek amacıyla dinin aldatma aracı haline getirilmesinin
önlenmesidir.
Anayasa’nın 26 ncı maddesinde düzenlenen düşünce
özgürlüğü ile 34 ncü maddesinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkı da, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla
yasayla sınırlanabilmektedir. Bu bağlamda laik düzenin ortadan
kaldırılmasına dayalı olarak başkalarının hak ve özgürlüklerini korumaya
dayanarak, yasayla bu özgürlükle sınırlanabilecektir.
Anayasa’nın 42 nci maddesi uyarınca, eğitim ve
öğretim Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim
esaslarına göre yerine getirilebilir ve eğitim ve öğretim özgürlüğü
Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.
Anayasanın 58 nci maddesinde gençlerin pozitif
bilim ve Atatürk ilke ve devrimleri çerçevesinde yetiştirileceği, 130 ncu
maddesinde ise yükseköğretimde çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanan
bir düzen içerisinde bilimsel ilkelere uygun olarak eğitim, öğretim ve
araştırmalar yapılabileceği öngörülmüştür.
Anayasanın 174. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin
laiklik niteliğini koruma amacını güden devrim yasalarının hükümlerinin,
Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanmayacağı
belirtilmiştir.
1961 Anayasası’nın 153. maddesi, 1982 Anayasası’na
174. madde olarak alınmış, ayrıca 1982 Anayasası’nın Başlangıcıyla kimi
maddelerinde açıkça yer verilerek laiklik anlayışı benimsenmiştir. Bu
nedenle Anayasa Mahkemesi gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası
döneminde birçok kararında ayrıntılarıyla açıkladığı laiklik ilkesinin
anayasal düzenin temeli ve Anayasa’da benimsenmiş bütün temel ilkelere
egemen bir düşünce olduğunu belirtmiş, laikliğin koruması yönünde son
derece hassas davranmıştır.3
Kararlarda ilk göze çarpan unsur batı dünyasından
alınan laiklik kavramının Türkiye’de farklı bir anlam taşıması bu nedenle
farklı bir uygulama şeklinin gerekliliğidir. Uygulama farklılığı ülkelerin
içinde bulundukları özgün şartlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında
laikliğin önemi, modern devlet yaratma sürecinde laikliğin rolü ya da İslam
dininin öznel yapısı ile gerekçelendirilmiştir;
“Her şeyden önce şurasını belirtilmelidir ki,
laiklik ilkesi din ve Devlet ilişkilerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle,
her ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar
arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması
zorunlu bir sonuçtur.”4
“Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulanması,
rejimleri değişik kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından farklıdır.
Laiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin
özelliklerinden esinlenmesi, bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da
uyumsuzlukların laiklik anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve
uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır.”5
“İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin
olan dinî inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum
ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir”6
Anayasa Mahkemesi değişik kararlarında tekrar
ettiği laiklik anlayışını şöyle açıklamaktadır:7
1- Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen
olmaması,
2- Dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin olan dini
inanç bölümünde, aralarında ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük
tanınarak dinlerin anayasal güvence altına alınması,
3- Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal
yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini,
güvenliğini ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin
kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması,
4- Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu
sıfatıyla, dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisi
tanınması.
Görülüyor ki Anayasa Mahkemesi din ile devletin
birbirinden ayrılmasını laikliğin gereği saymıştır: “Hukuki yönden, klasik
anlamda laiklik, din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına
gelmektedir. Ayrılık, dinin Devlet işlerine, Devletin de din işlerine
karışmaması biçimindedir. ...”8
“Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün demokratik toplum düzeninin
gereklerine aykırı bir sınırlama sayılamaz.”9
“Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din,
devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz” “… sınırsız, denetimsiz bir
din hürriyeti ve bağımsız bir dini örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek
ağır tehlikelerle yüklü olduğu uzak ve yayın tarihi tecrübelerle
anlaşılmıştır. Bu nedenlerle Anayasakoyucu, mabedin ve din işleriyle
uğraşan kimselerin özerkliği veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet
denetimi dışında kalan bir din hürriyeti anlayışının Anayasa’da kabul
edilen laiklik düzeni ve ilkelerine uygun görmemiştir”10
Temel hak ve özgürlükler açısından konuya
yaklaştığımızda Anayasa Mahkemesi’nin, devlet yönetiminde din kurallarından
esinlenilmemesi gerektiği biçimindeki en geniş laiklik anlayışına bağlı
kaldığını görüyoruz:
“laik devlette, kutsal din duyguları politikaya,
dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür
düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden
yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.... Dinsel
kurallardan arındırılmış, akla ve bilime dayanan, dinsel inancı kişilerin
vicdanlarına bırakan laik devlette, hukuk düzeninin dinsel gereklerle
sağlanıp sürdürülmesi benimsenemez.... Yasalar dine dayanamaz ve
bağlanamaz. Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan
almazlarsa hukuk devleti niteliği zedelenir. Yasalar dinsel temele
oturtulamaz.”11
“Anayasa’daki laiklik ilkesine ... karşı eylemlerin
demokratik bir hak olduğu savunulamaz. anayasal ayrıcalığa sahip laiklik
ilkesi, demokrasiye aykırı olmadığı gibi tüm hak ve özgürlüklerin de bu
temel ilke ele alınarak değerlendirilmesi zorunludur.... laiklik ilkesine
özel bir önem ve üstünlük tanıyan Anayasa, özgürlüklere karşı laiklik
ilkesini özenle korumayı amaçlamış ve bu ilkenin özgürlüklere
kıydırılmasına olanak tanımamıştır.”12
“Türk Ulusu’nun yücelmesi bakımından laikliğin
Anayasa’da öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasa’da
benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğu yinelenerek
ortaya konulmuştur.” 13
“… laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla,
demokratik hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ortadan kaldıracak olan şeriat
düzeninin getirilmesi için araç olarak kullandıkları anlaşılmıştır. Bu tür
davranışların, . . .korunmaları olanaksızdır” 14
Bu tavır laiklikle Cumhuriyet’in diğer nitelikleri
arasında ilişki kuran Mahkeme kararlarında açıkça görülmektedir.
“Demokratik düzen, dinsel gerekleri egemen kılmayı
amaçlayan şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel gereklere yönetimde ağırlık
veren bir düzenleme demokratik olamaz. Demokratik devlet ancak laik
devlettir” 15
“Hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü
laiklikten almış, milliyetçilik ilkesi laiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi
laiklikle anlam kazanmıştır.” 16
“Laikliğin, Türk Devrimi’nin, Cumhuriyetin özü ve
ulusal yaşamın temeli olduğu bir gerçektir.” 17
“Gerçekte laiklik din-devlet işleri ayrılığı
biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık,
özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır. Türkiye’nin modernleşme felsefesi, insanca
yaşama yöntemidir, insanlık idealidir.” 18
“Laiklik, orta çağ dogmatizmini yıkarak aklın
öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını,
uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin
temeli kılan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce
tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir” 19
“Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve
gerekler değil, akıl ve bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlardaki
yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur. Kişinin iç inanç dünyasının
düzenleyicisi olan dinin, devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle,
hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması
düşünülemez.” 20
“Çağdaşlaşmayı hızlandıran ve Türk Devrimi’nin
kaynağı olan laiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle
yargılardan uzak kalmasını amaçlar” 21
Bu açıklamalardan sonra, “laikliğe aykırı
eylemlerin odağı olmak” olgusunun anayasal ve yasal düzenlemelerden
hareketle değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına
göre “siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri, … insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez.” Belirtilen bu kurallara aykırı eylemlerin odağı durumuna
gelmek kapatma nedenidir.
Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddelerine göre,
siyasi partiler demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarından olup,
çalışmaları ve faaliyetleri demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
Anayasa
ile kastedilen demokrasi, kuşkusuz çoğulcu ve laik demokrasidir. Anayasa ve
yasaların Atatürk’e, Atatürk ilke ve devrimlerine, Atatürk milliyetçiliğine
özel önem vermesi ise, konumuz yönünden kuşkusuz Atatürk’ün bir İslam
toplumunda ilk kez şeri düzeni ortadan kaldırıp laik hukuk düzenine dayalı
Ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve simgesi olmasıdır.
Laikliğe aykırılığın odaklığı irdelenirken, Atatürk’e yönelik saldırı ve
eylemler özellikle bu yönüyle ele alınmalıdır.
SPY’da
laikliğin korunmasına özel önem vererek bu konuda düzenlemeler getirmiştir.
Buna
ilişkin olarak :
Yasanın 3
üncü maddesinde siyasi partilerin çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmayı amaç
edinmeleri hükme bağlanmış, 4 ncü maddesinde ise demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmezi olan siyasi partilerin, Atatürk ilke ve devrimlerine ve
Anayasa’daki demokrasi esaslarına bağlı olarak çalışmaları gerektiği
belirtilmiştir.
SPY’nın
78 nci maddesi uyarınca siyasi partiler, Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan
şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen
esaslarını; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun
ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle
kullanılabileceği esasını; hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan
almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü değiştirmek; Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya
sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni
kurmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar,
başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler. Yine bu maddeye göre,
bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat
esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar. Herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar. Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak
ve hürriyetleri yok etmeye yörelik bir faaliyette bulunma hakkını verir
şekilde yorumlayamazlar.
SPY’nın
81 nci maddesine göre dini kültür veya mezhep farklılığına dayalı
azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri gibi; 83 ncü madde hükmü
gereğince felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin herkesin yasa
önünde eşit olduklarına aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar.
Siyasi
partiler SPY’nın 84 ncü ila 89 ncu maddeleri uyarınca; Türkiye
Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacı güden devrim yasalarına
aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar. Türk Ulusu’nun
Kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün şahsiyet ve
faaliyetlerini veya hatırasını kötülemek veya küçük düşürmek amacını
güdemez ve buna yol açabilecek davranış ve faaliyetlerde bulunamazlar.
Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin
yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar.
Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini,
kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla
veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı
veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun
propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar. Siyasi
partiler, herhangi bir şekilde dini tören ve ayin tertipleyemez veya parti
sıfatıyla bu gibi tören ve ayinlere katılamazlar. Dini bayramlar, ayinleri
ve cenaze törenlerini parti gösterilerine ve propagandalarına vesile yapamazlar.
Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti yönünden olmazsa
olmaz değer taşıyan laiklik ilkesini korumak amacıyla getirilen
düzenlemelere, siyasi partiler uymak; hatta laikliği pekiştirici iş ve
işlemlerde bulunmak durumundadırlar. Bu cümleden olarak; siyasi partilerin
Anayasa’da tarif edilen laiklik ilkesinin içeriğini boşaltmaya,
değiştirmeye yönelik düşünce açıklamaları, insan haklarına, eşitlik ve
hukuk devleti ilkelerine, ulus egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet
ilkesine aykırı eylemlerde bulunmaları, yine herhangi bir tür
diktatörlüğü/totalitarizmi savunarak, bu çerçevede suç işlenmesini
özendirmeleri de temel de laikliğe aykırılık oluşturmaktadır. Şöyle ki,
laiklik ilkesi, çoğulcu demokratik düzenin olmazsa olmaz koşuludur. Çoğulcu
demokrasi de ise, egemenliğin kaynağı Tanrı değil, Ulustur. Çoğulcu demokrasi,
insan haklarını ve eşitlik ilkesini koruyan ve içselleştiren bir hukuk
devletinin varlığını da gerektirir. Şeriat, din egemenliği ve totalitarizm
boyutu nedeniyle, ayrıca buna ulaşmak için mevcut düzene aykırı ve suç
teşkil eden eylemlerin işlenmesi de bu çerçevede değerlendirilmektedir. Bu
konuların biri, bir kaçı ya da hepsine aykırı eylemlerin odağı olmak,
sonuçta laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak anlamındadır.
Bir siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı olması ise, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve SPY’nın
101 nci maddesi gereğince, kapatma nedenidir. Tarihi deneyimleri nedeniyle
laiklik ilkesi, Türkiye için çok özel bir öneme sahiptir ve bu konuda
Türkiye’nin takdir hakkı da geniştir. Takdir hakkının genişliği, temel hak
ve özgürlükler alanındaki sınırlamaların en dar anlamıyla yorumlanması
gerektiği yolundaki İHAM görüşüne aykırılık oluşturmamaktadır. Bu nedenden
dolayı bir siyasi partinin kapatılması, İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci
fıkrası kapsamındaki yasal amaçlara uygundur. Laiklik kavramı, Avrupa kamu
düzeni içerisinde de koruma görmektedir. Bu bağlamda şeriat ta Avrupa kamu
düzeniyle bağdaşmamaktadır(RP/Türkiye Kararı). Avrupa kamu düzeni
içerisinde yer alan Türkiye yönünden, açıklanan kapatma nedeni, hem bu
bütünün parçası olmasının, hem de ayrıca kendi hukuk düzeninin bir
gereğidir.
2- Kapatma yaptırımına konu eylemler
ve siyasi partiye isnat edilebilirliği
Bir siyasi partinin, laikliğe aykırı eylemlerin
odağı durumuna gelmesi ve bu nedenle kapatılabilmesi için, bu eylemlerin,
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve SPY’nın 103 ncü maddesine
göre;
- Bu eylemlerin, o partinin üyelerince yoğun bir
biçimde işlenmesi ve bu durumun da, o partinin büyük kongre veya genel
başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet
Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya
açıkça benimsenmesi,
- Ya da bu eylemlerin, doğrudan doğruya anılan
parti organlarınca kararlılık içinde işlenmesi, gerekmektedir.
Bir siyasi partinin kapatılmasını gerektiren
eylemlerin, aleniyet kazanmış, belli bir konuyu ihtiva etmesi yeterli olup,
ceza hukuku kapsamında mutlaka suç olarak düzenlenmiş ve bu konudaki
davaların da mahkumiyetle sonuçlanmış olması gerekmemektedir. Ancak eylem
aynı zamanda ceza hukuku kapsamında suç olarak düzenlenmiş ise, bu konuda
ceza mahkemesindeki davaların sonuçlanmasını beklemeye gerek
bulunmamaktadır. Ceza mahkemesinde sonuçlanarak kesinleşen davalarda
verilen kararlar ise, sadece eylemin kesin olarak işlenmemiş olduğu veya
işlenmiş olduğu yönündeki tespitler yönünden bağlayıcıdır.
Siyasi partiler, demokratik bir rejimde hak ve
özgürlüklerden en çok yararlanması gereken örgütlerdir. Bu durum siyasi
partiler için daha geniş bir faaliyet alanını ortaya çıkarmaktadır. Geniş
faaliyet alanının bulunması demek ise, siyasi partilerin eylemleri için
farklı bir değerlendirme yapılmasını gerektirmektedir.
Siyasi partinin geniş hareket sahasının bulunması,
ona isnat edilen eylem aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, toplum ve hukuk
düzeni yönünden kınanan bu davranışın, siyasi parti yönünden kınanmayarak
hukuka uygun değerlendirilmesini gerektirmez. Ancak toplum ve hukuk düzeni
tarafından açıkça kınanmayan ve suç olarak düzenlenmeyen davranış ve
eylemlerin, daha çok hak ve özgürlüklere sahip olan siyasi partiler
yönünden kapatma davasına konu edilebilmesi, çok özel ve sınırlı durumlarda
söz konusudur ki, bunlar da Anayasa’nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasına
ve İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasına uygun nitelikteki, yoğunluk
ve kararlılıkla işlenen eylemlerdir.
Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem, bu
eylemin bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak
yoluyla işlenmesi durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı
sonuçları gözetildiğinde, siyasi parti için yasaklama gerektirebilir.
Eylemin suç olarak düzenlenmemesi, o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması
sonucunu doğurmaz.
Kaldı ki Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasına dayanan ve bu fıkrayı açıklayarak siyasi partiler hakkındaki
yasaklamaları sıralayan SPY’nın 78 nci ila 89 ncu maddeleri arasındaki
düzenlemelere aykırılık, SPY’nın 117 nci maddesinde suç olarak ta
öngörülmüştür. Siyasi partiye isnat edilen eylem hakkında, ceza davasının
veya soruşturmasının açılmamış veya dokunulmazlık gibi yasal engeller
nedeniyle açılamamış olması da, sonuca etkili değildir.
Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği
tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre
geçse de, bu eylemlere, “odaklığın” ortaya konulması yönünden iddianamede
dayanılması olasıdır.
İHAS irdelenirken, siyasi parti kapatma yaptırımı
ile ilgili olarak eylemlerin niteliği ve isnat edilebilirliği konusunda
açıklanan durumlar, burada da geçerlidir.
Siyasi partinin genel merkez organlarının (SPY md
13), il ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19, 20), TBMM grup genel kurulu ve
grup yönetim kurulunun (SPY md 24, 25), üyelerinin (SPY md 12) eylemleri; o
siyasi partinin, yasa, anayasa ve İHAS tarafından korunmayan, hedeflediği
amaç veya siyasi projeyi gerçekleştirmek, kolaylaştırmak, altyapı
hazırlamak veya bunları ifadeye yönelik ise, siyasi partiye isnat
edilebilecektir. Bu noktada şunu da belirtmek gerekmektedir ki, partiyi
temsil eden organlarca gerçekleştirilen eylem veya söylemlerin, partinin
değil kendi kişisel görüşleri olduğu açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler
de partiye isnat edilebilecektir. Ancak, siyasi partiyi sorumluluktan
kurtarmak adına, siyasi partinin amaç ve hedefleriyle örtüşen eylem ve
söylemlerin, kendi kişisel görüşleri olduğunun açıklanması da, kuşkusuz
siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Yine eylem ve söylemlerin özellikle bir iktidar
partisi yönünden somutlaşması yani sonuçlarının ortaya çıkması
gerekmemektedir. Yasama organında çoğunluğa sahip bir siyasi partinin, bu
eylem ve söylemleri her an için gerçekleştirebilecek konumda olması
karşısında, bu eylem ve söylemlerin gerçekleşebilir olması karşısında,
soyut olarak varlığı dahi, kapatma yaptırımına dayanak olabilecektir.
Ancak özellik arzeden aşağıdaki konuların da
açıklanması gerekmektedir.
Bir siyasi parti üyesi olup, yerel yönetimlerde
görev alanların eylemleri de, o siyasi partinin hedeflediği siyasi projeyi
gerçekleştirmek veya ifade etmek amacına yönelikse, siyasi partiye isnat
edilebilir.
İktidarda bulunan bir siyasi parti, kuşkusuz kendi
kadrolarını da, (bir örnek olarak bakan düzeyinde) devlet birimlerine
taşımaktadır. Bu noktada, siyasi parti mensuplarına organik anlamda yakın
planda çalışan, böylece siyasi partililerle yakın ve/veya yoğun ilişkide
bulunan kamu görevlilerinin eylemlerinin, siyasi partiye isnat edilebilir olup
olmadığının açıklanması gerekmektedir.
Devletin idare mekanizması, söz konusu görevlinin
bulunduğu makamın ışığında, ancak dar bir yoruma tabi tutulmalıdır
(Vogt/Almanya Kararı). Bu bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti
mensuplarına yakın planda çalışan (müsteşar, genel müdür gibi) kişilerin
eylemleri, siyasi partinin amaçlarını ifadeye yönelikse, bu eylemler o
birim üstü parti mensuplarınca ve ayrıca/dolayısıyla siyasi parti
organlarınca zımnen veya açıkça benimseniyorsa, bunlarda siyasi partiye isnat
edilebilecektir. Çünkü, siyasi partinin özellikle iktidardaki siyasi
partinin amaçladığı modeli oluşturmak adına, bir bütünlük içerisinde ve bir
bütünün parçalarını oluşturmak adına bu eylemler gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla devlet kadrolarında yer alan anılan görevlilerin belirtilen
eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına ve bunun bir gereği olarak
ortaya çıktığından, biçimlendiğinden, siyasi partiye isnat edilebilecektir.
Bu bağlamda halen Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekilli
olan eski Başbakanlık Müsteşarı’nın konumu nedeniyle anılan kişinin iş ve
işlemleri, ayrıca önem taşımaktadır. Bürokrasinin en tepesindeki bu kişinin
de etkisiyle yapılanan kadrolarda, iktidar partisinin eylem ve söylemleri
gerçekleştiriliyor veya dile getiriliyorsa, siyasi partinin kendisini
sorumlu kılmamak adına, devlet mekanizması gereğince yakın ilişkide
bulunduğu bu kadrolardaki kişilerin, siyasi parti tarafından da benimsenen
iş ve işlemleri, tartışmasız olarak siyasi partiye eylem olarak isnat
edilebilecektir.
Yine TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de
konumları itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat
edilebilirliği önem taşımaktadır. Anayasa’nın 94 ncü maddesinin altıncı
fıkrasına ve SPY’nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, “TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri, üyesi
bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki
faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.” Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu
düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye
isnat edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır. Eğer Başkan ve
Başkanvekillerinin eylemleri, açıkça bu kuralı da ihlal ederek, mensubu
oldukları siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşüyor ve bu kişiler,
siyasi partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek
anlamında diğer parti mensupları gibi hareket ediyorlar ise, siyasi parti
tarafından kabul gören bu eylemler de siyasi partiye isnat edilebilecektir.
Diğer taraftan parti üyeliğinden ayrılanların fiil
ve söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül’ün,
parti kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı
olarak eylem ve beyanları da partiye yüklenebilecektir.
Bir iktidar partisi yönünden, hükümetin icraatları,
siyasi parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de
siyasi partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu
bağlamda, yasa tasarıları, eğer siyasi partinin kapatmaya konu olan
eylemlerinin yöneldiği amacı gerçekleştirmeye veya kolaylaştırmaya
yönelikse, bu tasarılar da siyasi parti eylemi olarak o siyasi partiye
isnat edilebilecektir. İHAM kararlarında da açıklandığı üzere, TBMM’nde
çoğunluğu oluşturan siyasi parti için, bu tasarıların eylem olarak
isnadiyeti için, yasalaştırılmalarını beklemek zorunluluğu bulunmamaktadır.
Çünkü bu eylemlerin yasalaşması yani somuta indirgenmesi, yasama organın da
çoğunluğa sahip bir iktidar partisi yönünden her an için olasıdır. İsnat
edilebilen eylem niteliğindeki bu tasarıların yasalaşması da, eylemin
yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden bahisle, siyasi partiye
isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi partinin eylemini
sürdürmesi niteliğindedir (RP/Türkiye Kararı).
Bu bağlamda, o siyasi partiye mensup
milletvekilleri tarafından sunulan yasa teklifleri de, siyasi partinin kapatma
yaptırımına konu olan siyasi projesiyle veya eylemleriyle örtüşüyorsa, yasama
organın da çoğunluğu oluşturan bir siyasi partiye, bu tekliflerin
yasalaşmalarını beklemeden isnat edilebilecektir.
Anayasa’nın 83 ncü maddesinin birinci fıkrası, yasa
tasarısı veya yasa teklifleri hatta yasa olarak ortaya çıkan bu eylemler
nedeniyle siyasi partinin sorumlu tutulmasını bertaraf etmemektedir.
Bireysel anlamda mutlak dokunulmazlık yaratan madde kapsamındaki eylemler,
siyasi parti yönünden bu maddenin koruma alanında kalmamaktadır (RP/Türkiye
Kararı)
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan
eylem veya söylemler nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve
haklarında disiplin soruşturmasının başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin
o siyasi parti tarafından benimsendiği anlamındadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla açıkça örtüşen
eylem ve söylemler nedeniyle siyasi partinin bu eylem veya söylem
sahiplerini eleştirmesi veya haklarında soruşturma yapması, sadece partinin
kendisini bu eylemlerden sorumlu kılmamak amacına yönelik olduğunda, bu
eylem ve söylemler de siyasi partiye isnat edilebilecektir. Göstermelik
olarak başlatılan, sonuçsuz kalan veya öngörülenden daha az yaptırımla
sonuçlanan soruşturmalar da, o siyasi partiyi sorumluluktan
kurtarmamaktadır.
D-
DAVALI SİYASİ PARTİ HAKKINDAKİ İSTEMİN İRDELENMESİ:
1-
Adalet ve Kalkınma Partisi
Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve
belgeleri 14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na vererek 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasası’nın 8 inci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır.
Tüzel kişilik kazanmasından sonra 03 Kasım
2002 ve 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel seçimleri sonucunda Parlamento
çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar olmuştur.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı
Recep Tayyip Erdoğan, daha önce Refah Partisi’nde siyaset yaparken, bu
parti listesinden beş yıl süre için 1994 İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı seçilmiş, ancak 06.12.1997 tarihinde Siirt”te yaptığı konuşma
nedeniyle halkı din ayrımı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek
suçundan on ay hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Bu mahkûmiyeti nedeniyle
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 11 nci maddesi gereğince siyasi parti
kurucusu (veya üyesi) olmasına yasal engel bulunmasına rağmen, Adalet ve
Kalkınma Partisi’nde kurucu üye olmuş ve bilahare partinin genel başkanı
seçilmiştir.
Bu durumun yasal olarak olanaksızlığı
karşısında Başsavcılığımızca 21.8.2001 tarihli başvuru üzerine Yüksek
Mahkemenizce, 09.01.2002 tarih ve 8/9 sayılı kararla adı geçenin parti
kurucu üyesi olamayacağı belirtilerek mevcut aykırılığın giderilmesi
konusunda ihtar kararı verilmiştir. Bu ihtar kararında öngörülen altı aylık
süre içerisinde aykırılık giderilmediğinden, Başsavcılığımızca SPY’nin
02.01.2003 tarih ve 4778 sayılı yasa ile değişiklik yapılmadan önceki 104
ncü maddesi uyarınca adı geçen parti hakkında 23.10.2002 tarihinde kapatma
davası açılmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, 27.12.2002
tarih ve 4777 sayılı yasa ile Anayasa’nın 76 ncı maddesinde; 02.01.2003
tarih ve 4778 sayılı yasa ile SPY’nin 8 nci, 11 nci, 104 ncü ve
Milletvekili Seçim Yasası’nın 11 nci maddelerinde değişiklik yapmış, ayrıca
adli sicil kaydından kaynaklanan yasal engeli bertaraf etmek için (veto
edilen 4779 sayılı yasa yerine) 4809 sayılı yasayı da çıkartmıştır.
Yasalardaki ve Anayasa’daki bu değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan
hakkında söz konusu olan mevzuat engelleri ortadan kaldırılmıştır. Açılan
kapatma davasında karar halen açıklanmamış ise de, yasa değişikliği ile bu
davaya konu SPY’nin 104 ncü maddesindeki yaptırım devlet yardımından
yoksunluğa dönüştürülmüştür.
Recep Tayyip Erdoğan, Adalet ve Kalkınma
Partisi kurulmadan önce, laikliğe aykırı eylemlerin odağı oldukları için
Anayasa Mahkemesi’nce 1998 yılında kapatılan Refah Partisi ve 2001 yılında
kapatılan Fazilet Partisi’nde siyaset yapmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından
18.11.2002 ila 14.3.2003 tarihleri arasında kurulan 58. hükümette Başbakanlık
görevini Abdullah Gül, siyasi yasaklılığının mevzuat değişikliği ile
kalkması sonrasında yapılan ara seçimde milletvekili seçilmesi üzerine
14.3.2003 tarihinde kurulan 59 ncu ve daha sonra kurulan 60.ncı
hükümetlerde ise Başbakanlık görevini Recep Tayyip Erdoğan üstlenmiştir.
Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Mehmet Ali
Şahin, Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun ve Zeki Ergezen daha önce Refah Partisi
ve Fazilet Partisi’nde siyaset yapmışlardır. Cemil Çiçek, Mehmet Vecdi
Gönül ise Fazilet Partisi’nde siyaset yapmışlardır.
22. dönemde TBMM Başkanı olan Bülent Arınç
daha önce Refah ve Fazilet Partisi’nde siyaset yapmıştır. TBMM
Başkanvekillerinden İsmail Alptekin daha önce Fazilet Partisi kurucu genel başkanlığı
görevinde bulunmuştur.
Laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle 1997
yılında Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü görevinden alınan Beşir Atalay
ise 58 nci ve 59 ncu hükümette Devlet Bakanı, 60 ncı hükümette İçişleri
Bakanı olarak görev almıştır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı olduğu dönemde, aynı belediyenin şirketleri olan İDO Genel
Müdürü Binali Yıldırım Ulaştırma Bakanı, İGDAŞ yönetim kurulu üyesi Mehmet
Hilmi Güler ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, yine aynı belediyenin
Veteriner İşleri Müdürü Mehmet Mehdi Eker Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak
görev almışlardır. TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil, Erdoğan’ın belediye
başkanı olduğu dönemde belediyeye bağlı İETT Genel Müdürlüğü görevinde
bulunmuştur
Milletvekilleri, örgütler, yerel yönetimler
ve üyeler bağlamında ise, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde halen siyaset
yapanlardan, geçmişte başka bir siyasi parti ile bağlantısı olanlar esas
alındığında; geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi
- Fazilet Partisi ilk sırada yer almaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tüzük ve
programı incelendiğinde, soyut metinlerde hedeflenen laiklik karşıtı modele
yönelik hükümlerin yer almadığı görülmektedir. Ancak davalı parti, laiklik
karşıtı eylem ve söylemleriyle yasalara ve Anayasa’ya aykırı olarak tüzük
ve programının ötesine geçmiştir.
2-
Adalet ve Kalkınma Partisinin davaya konu eylemleri
a- Adalet ve Kalkınma Partisi Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın laiklik ilkesine aykırı eylem
ve demeçleri
1) 2003 yılı Mayıs ayında Malezya’ya yapmış olduğu gezide bu ülkede
yayımlanan News Straits Times adlı gazeteye demeç veren Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘‘Modern
bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’
dediği, (Ek.1)
2) Yargıtay Onursal Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın ülkede yaşanan
gelişmeleri ve gidişatı da gözeterek 2003 Yılı Adli Yıl açılış
konuşmasında, “…Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet
kurmak isteyenlerin amaçları aynı…” şeklindeki tespitine, Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ …Bu bir defa çirkin ve olumsuz bir
yaklaşım, Bir defa özgürlükleri farklı bir noktada olan kişinin özgürlük
alanına kadar o alana giremezsiniz. Siz bir dinin mensubuysanız, farklı bir
dinin mensubunun olduğu alana giremezsiniz. İnancınızın gereği neyse, bu
inanca saygı duymak yönetimlerin görevidir.(…) Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek Türkiye’de, gerek Batı’da,
gerek Dünya’da tamamıyla dinlere saygılı olan bir anlayışın egemen kılınması,
aynı şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı yapıların, özgürlüklerin
oluşmasına fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını hazırlıyor. Biz
de böyle bir gayretin içindeyiz …” diye beyanda bulunduğu, (Ek.2)
3) Genelkurmay 2. Başkanı Org. İlker Başbuğ’un imam hatip lisesi
mezunlarıyla ilgili askerlerin rahatsızlığını ortaya koymasından sonra,
Üniversitelerarası Kurul üyesi profesörler ve Genelkurmay Başkanı Hilmi
Özkök ile görüşen Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın 16.10.2003 tarihinde yazılı basında yer alan
ifadesinde, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in acil olarak çıkarılmasını
savunduğu imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişini zorlaştıran
katsayı engelini ortadan kaldırması amacıyla YÖK Yasasında yapılacak
değişikliğe ilişkin tasarıyı “acelemiz yok” diyerek geri
çektiklerini bildirdiği, tasarının TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı
Tayyar Altıkulaç tarafından YÖK Yasa taslağı içerisinde değerlendirilmek
üzere alt komisyona gönderildiği, (Ek.3)
4) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29.05.2004 tarihinde Oxford
Üniversitesinde yaptığı konuşma sonrası verdiği demeçte imam hatip
liselilerin önünü açan YÖK Yasası’nı laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle
veto eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e, “Bu okullar çok partili dönemden beri var. Dün laikliğe aykırı
değildiler, bugün niye aykırı oldular? Bunun laiklikle alakası yok”
…”Normal liselerde okutulan birçok ders İHL’de de okutuluyor. Ayrıca din
dersi için de bir yıl fazla okuyorlar. Bu tür bir eğitim almak laikliğe
aykırı mı?” diye söylediği, “Son 5 yılda bu yasağı koymak hangi adalet
duygusuyla bağdaşır?,,” “Sizin için ılımlı İslamcı deniyor. Biz Avrupalılar
bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik birbiriyle nasıl bağdaşır?”
sorusuna “Ilımlı denilince, ılımlı
olmayanı varmış gibi oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey
konulamaz. Bu İslamı zedelemeye yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir
konudur. Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini
gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam ile laikliği yan yana
tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” yanıtını
verdiği, (Ek.4 )
5) RP İstanbul İl Başkanı olarak Ümraniye’de 1994 tarihinde yaptığı
konuşmanın kasedinin Kanal D’de yayınlanması üzerine Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 22.08.2001 tarihli Akşam gazetesinde
yayınlanan açıklamasında, söz konusu konuşmayı günün şartları içinde, üyesi
bulunduğu partinin söylemleri ve disiplini gereği gerçekleştirdiğini ifade
ederek, “Bazıları laikliği din gibi
algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine
mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil,
devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O
manada söyledim.” dediği,
(Ek.5)
6) Christchurch kentinde, “Ulusal
Avrupa Etütleri Merkezi” tarafından düzenlenen konferansa katılan Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Türkiye’de
Türkü vardır, Kürdü vardır, Lazı vardır, Çerkezi vardır, Gürcüsü vardır,
Abhazı vardır, aklınıza ne gelirse. Bizdeki
etnik unsurları birbirine bağlayan önemli bir din bağı vardır. Çünkü
Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman’dır. Bizdeki etnik unsurları birbirinden
ayıran ya da bağlayan bağ, Yugoslavya’daki gibi Hırvat, Boşnak, Sırp gibi
değildir. Yugoslavya’da savaşlar başladığı zaman birbirlerinden boşanmışlardır,
ayrılmışlardır. Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunu, Türk
vatandaşın sorunu kadardır, Laz kökenli vatandaşımın sorunu ne kadarsa Kürt
kökenli vatandaşımın sorunu da o kadardır.” şeklindeki beyanlarının
6.12.2005 tarihli basın yayın organlarında yer aldığı, (Ek.6)
7) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Avustralya’nın Sydney Kentini
gezerken, “Herkes kendi kimliğiyle
övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle,
Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında
söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC
vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır”...”Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı
Allah’tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele
vereceğiz” dediği, (Ek.7)
8) Yeni Zelanda ve Avustralya’ya yaptığı ziyareti tamamlayarak
Ankara’ya dönen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Esenboğa Havaalanı’nda
11.12.2005 tarihinde yaptığı basın toplantısında; “Türkiye’de etnik unsurları birleştiren ana unsur dindir’ şeklinde
bir ifadeniz oldu mu, yoksa yanlış anlaşılma mı oldu?” sorusu üzerine, “Ben ne söylediğimi çok iyi biliyorum.
Bakın bunu ne zaman, ne üzerine söyledim. İşin başını, arkasını bir tarafa
koyup ortasını almayın. Biliyorsunuz konu, Sayın Baykal’ın Yugoslavya
benzetmesi üzerine söylenmiştir. Türkiye, bir Yugoslavya değildir. Orada
Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi ayrı dinlerin mensuplarıdır. Aynı dinde olup
farklı mezheplerde olanlar da vardır. Ama Türkiye’de ise 30’a yakın etnik
unsur var. Bunu her zaman sizler de yazıyorsunuz, yüzde 99’u Müslüman bir
ülke Türkiye’de din bir çimentodur.”
cevabını verdiği,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar “din bir üst kimliktir” ifadesi
kullanmadığını vurgulayarak, “Üst
kimlik olarak kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve
bunun defaatle açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak
istemiyor. Yine söylüyorum, din bir
çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur. Tarih boyunca bu
böyledir….” diye söylediği, (Ek.8)
9) 2005 yılı Mayıs ayında Kazakistan ziyareti dönüşü Atatürk
Havalimanı’nda gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın; izinsiz açılan Kuran kurslarıyla ilgili olarak”Bir
defa, şu ifade, çok çirkin bir ifade (…) Kaçak Kur’an kursu diye bir ifade
olmaz. Yanlış bir şey. Bir defa, kanunun ruhuna aykırı. Kur’an öğrenilir.
Kuranı öğrenmede kimse suç ifadesi kullanmaz. Bu millet Müslüman’dır ve
Müslüman olan millet, kendi kitabı Kuranı da rahatlıkla öğrenebilir. ‘Kaçak
Kuran kursları’ diye bir kanun maddesi yok. Ortada olan madde şudur;
kanuna aykırı eğitim kurumlarıyla ilgilidir. Bu, birçok alanda eğitim veren
kurumları kapsamaktadır. Bu tür yanlışlarla ülkemizi, halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede, kendi kitabını
öğrenme konusunda, kalkıp da böyle laflar kullanmayalım. Ondan sonra da
kalkıp ‘efendim niye İncil dağıtılıyor’ diye bağırmanın bir anlamı yoktur.
Önce bu millet, Müslüman olarak, tabiî ki kendi kitabını öğrenecektir,
bilecektir ama onun ruhunu kavrayacaktır. Onun ruhunu kavramasına yönelik de kendi çarelerini bu millet,
yasalar içerisinde, tabiî ki üretecektir.”…Türban konusunda ise; “ben toplumun talebini çok iyi biliyorum
ve duyarlılığı çok iyi anlıyorum. Bu duyarlılığın bilinci içerisinde de
geleceğe bakıyorum. Çünkü ben yaşıyorum, ben konuşmuyorum” şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.9)
10) 2005 yılı Haziran ayında Amerika’ya giderken uçakta Dünden Bugüne
Tercüman gazetesinden Nazlı Ilıcak ile görüşen Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın laiklik konusunda, “Laikliği
din haline getirirseniz halkı üzersiniz”…”Bizim laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası’nın laikliği
düzenleyen maddesinin gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, ‘bütün dinlere
eşit mesafede olmak’ diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik değilim; devlet
laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz
laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz.
Türkiye iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan
nemalanmak isteyenler var. Türkiye’de ‘niyet okuyucuları’ haksız isnadlar
ortaya atıyor”…”Eski TCK’daki 261. madde yerine, 263. madde ikame edildi.
Biz sadece cezayı 1 yıla indirdik veyahut hâkimin takdirine bağlı olarak
para cezası koyduk. Şunu söyleyeyim ki, bu madde eğitim ve öğretim
özgürlüğü açısından hatalı. Eğitim
ve öğretim nasıl kanuna aykırı olur? Artık kendimize güvenen toplum olmak
zorundayız. ABD’de, İngiltere’de, örgün eğitimin dışında, çocuk evinde
oturuyor, eğitimi evde alıyor, ona diplomayı da veriyorlar. Biz ise, oradan
buradan buduyoruz, okuma imkânlarını kısıtlıyoruz. Sonra da 700 bin kız,
okuma yazma bilmiyor diye feryat ediyoruz. Aslında, 263. maddeye “Kaçak
Kur’an kursu” maddesi demek çok çirkin. Eğitim ve öğretim, suç kapsamına
sokulmaz ama, bazı hassasiyetlere saygımız olduğundan, hafifletmekle
birlikte, kanuna aykırı eğitim kurumlarına verilen cezayı kaldırmadık.”
dediği, (Ek.10)
11) 2005 yılı Haziran ayında Beyrut’tan İstanbul’a dönerken, uçakta
gazetecilere, açıklamalarda bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kur’an kursları için yaş sınırı
konulmasına karşı olduğunu söylerken, kendisinin de 7 yaşında Kur’an kursuna
gittiğini hatırlatarak, “Çok açık
net bir şey söylemek istiyorum. Bir defa eğitimin kanuna aykırılığının
tartışılması lazım. Adı üzerinde eğitim kurumu. Burada eninde sonunda
eğitim yapılıyor. Bu kişileri silahlı eyleme götüren bir olaysa, zaten başka
maddelerde bu var. Nedir eğitim? Çünkü bugüne kadar bizim en büyük
sıkıntımız madde konur, kelime orda durur, ama nedir diye geldiğinizde
tanımda yok. Orada biz arkadaşlara dedik ki bu eğitim kurumunun gerekçede
tanımını yapalım. Bu tanım orada açıkça yapılıyor. Bu kadar açık ve net
olduğuna göre, bunu başka bir yere saptırmak gerçekten de çirkin. Kaldı ki
Kuran öğrenecek. Kuran’ın eğitimi olmaz. Kuran’ın öğrenimi olur. Yani bir
taraftan kalkacağız diyeceğiz ki, yani işte misyonerler geldi şunu bunu yapıyor,
İncil dağıtıyor, Tevrat dağıtıyor, ama öte yandan geleceksin Kuran’ı
öğrenmeyi yasaklayacaksın. Bir şey söyleyeyim. Çeşitli yazılarınızda mesela
Orhan Pamuk un kitabında (Sütlüce Kaymakamı’nın kitabın toplatılması
isteği) ne yaptınız, hep beraber isyan ettiniz. Öbür tarafta şiir okuyan
bir çocukla ilgili bir durum oldu. Hepiniz dediniz ki böyle bir şey olmaz.
Peki bir Müslüman’ın kendi arzusuyla, Kuran’ı öğrenmesine niçin karşı
çıkıyoruz…Kuran öğrenimi konusundaki tartışmalar gerginliğe yol açıyor. Ondan
sonra bunun sorumluları kimse bunları aramaya başlıyor. Bir çocuğun Kuran’ı öğrenmesinin ona getireceği olumsuz ne
olabilir? Burada bir yaş sınırı getirildiği zaman öğrenme kolay olsun diye
değil, tam tersine bunun önünü nasıl keseriz; bu anlayışla getirildi. Şu
anda Diyanet konu üzerinde çalışıyor. Milli Eğitim de çalışıyor. Birisinde
12 yaş, diğerinde 15 yaş. Diyor ki bu yaşlardan önce öğretemezsin. Bırakılım
kitabını, Kuran’ı öğrensin. Bu durumdan niye rahatsız olalım. Bırakalım
rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya hiç kimse mani olmuyor ama
kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz.”… “Benim tezgâhımdan geçmiş olanların, ülkeme ne zararı var ki. Bunu
öğrenenlerin ülkelerine ne zararı var. Varsa üzerinde duralım. Ben, ülkeme zarar verecek bir şeyi niye
yapayım? Deli miyim?...” Din
kültürü, ahlâk bilgisi dersinde Kur’an öğrenmiyorlar ki. Ben biliyorum,
sûre ezberleme problemi olan çocuklar aradı. Şimdi bakın, burada namazla
ilgili bahislerde, namazla ilgili bazı sureleri öğretmenler öğretebilir.
Ama, bu, Kur’an öğretmek değil. Orada birkaç tane sûreyi öğretmişsin; başka
bir şey değil. Kur’an dersi dediğimiz zaman bunda tecvid var, tilavet var,
tefsir var; bunlar ayrı şeylerdir” dediği,
Başörtüsü konusunda ise “Ülkenin bir gerçeği olduğuna inanıyorum”…”Toplumda mutabakat
olduğuna göre, kurumlar arasındaki, kuruluşlar arasındaki uyumsuzluğu
anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı tesis etmişsin. Kurumsal
mutabakat da tesis edilsin ki, birbirine şüpheyle bakan bir ülke olmayalım”
dediği, Başbakan, “türban sorunu”nu
nihai kertede aşmak için referanduma gidilmesi gereğinin de “zaman zaman
kendi düşünce dünyasına girdiğini” söylerken, “Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli. Olayın sosyal
boyutu var, siyasal boyutu var. Bütün bunların değerlendirmesini, analizini
aramızda hükümet olarak, parti olarak yapmamız lazım. Diğer partilerle bunu
değerlendirmemiz lazım. Ben yaptım oldu, şeklinde olmaz” diye
söylediği, (Ek.11)
12) a-Başbakan Recep Tayip
Erdoğan’ın basına yansıyan geçmişteki beyanlarında:
- Fanilere kul olmayacağız, dedik.
Biz sadece bir zihniyetin, bir sistemin bu ülkede iktidarı için
çalışıyoruz. Bu zihniyet, bu sistem er geç bu ülkede iktidar olacak.
Dolayısıyla kula kul olmayacağız, çıkara kul olmayacağız. Fanilere kul
olmayacağız, sadece Allah’a kul olmanın hazzını yaşayacağız.
- Türkiye’de şu anda birilerinin
şeriatı var. Ama bu şeriat tükendi. Şu anda kahrolsun şeriat diyenler,
kendi kendilerine kahroluyorlar.
- Ben İstanbul’un imamıyım.
- Elhamdülillah şeriatçıyım.
- Yılbaşına karşıyım.
- Ata’ ya saygı duruşunda sap gibi
ayakta durmaya gerek yok.
- Bizim için günah dosyası
hazırlamışlar. Bizim günah dosyamızda ne var, İstanbul Büyükşehir Belediye
Meclisi’ni fatiha ile açmak var. Bir Meclis’i fatihayla açtık. Fatiha ile
Meclis’i açmak nedir? Önce bunu açıklayalım... Fatihanın manası nedir?
Fatiha, karanlığı aydınlığa açmaktır.
- Yirmi yıl önce, yirmi beş yıl önce
deselerdi, pop yıldızlarının çılgınlıklarını sergiledikleri Gülhane
Parkı’nda bir gün gelecek, Allah’a âşık olanlar, ona sadık olanlar,
muhlisler bu çınarların altını dolduracak ve buradan dünyaya nasıl
ortaçağın karanlıklarından bir yeni çağ açmışlarsa, Allah’ın izniyle bir
yeni çağ açılmışsa, Allah’ın izniyle yeni bir çağ, zulüm çağı kapatılacak,
aydınlık bir çağ açılacaktır.
- İmamlar da nikâh kıysın.
-
Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker.
- Ben tekkeye değil dergâha gittim….,
şeklinde ifadelerde bulunduğu,
RP İstanbul İl Başkanı olduğu 1994 yılında Refah Partisi’nin
Ümraniye İlçe Örgütü’nün yeni hizmet binasının açılış töreninde:
“…1 Kasım bir dönüm noktasının
adıdır. Zafer değil. Zafer böyle yakalanmaz. Şu anda daha henüz bir yoldayız.
İnanıyorum ki yeşil ışıklar gözükmüştür. Fakat biliniz ki oraya kadar daha
çok işaretler var. Ama inanıyorum ki zafer Allahın lütfuyla er geç bizim
olacaktır. Çünkü vahi ilahi böyledir bunun işaretleri gözüküyor. Biz
Cezayir gibi olmayız. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allahın
izniyle.”
“Bir buçuk milyarlık İslam alemi
Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Şu anda
içte onun ışıkları göründü. Allahın izniyle. Bu kıyam başlayacak. Koşmaya
mecbursun. çalışmaya mecbursun. Eğer çileyi çekmezsen gelmez. Eğer
çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer zevceleriniz sizi bu davadan gayretten
alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya
mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları bize yakın olacaktır. Ve o
zaman hak nurunu tamamlayacaktır.”
“Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman. Hem
laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada
olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisinin bir
arada olması. Durum böyle olunca ben Müslüman’ım diyenin tekrar yanına
gelip bir de aynı zamanda da laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü
Müslüman’ın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir. Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir. Bak yalan koskoca bir yalan.”
“Tutturmuşlar
laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten
sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. Yani
zorla bu milletin elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu yürümez
zaten. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına. Bir tarif edin diyorsun, tarif
etmiyor. Bugün her kavramın lugatta bir tarifi vardır. Ama çıkıyor içişleri
bakanı devlet dine karışır. Eee!... Gerisini niye, söylemiyorsun. Din de
devlete karışır niye demiyor.”
“Belediyelerimiz hastaneler,
doğumevleri yapıyor. Doğumevlerinde sadece kadın doktorlar çalışacak. Adil
düzenin sağlık anlayışı da görülecek. Psikolojide, çocuk bakımında,
öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu
başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek...” diye söylediği, (Ek.12)
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra
sürekli ‘‘gelişerek değiştiğini’’ savunan ve Milli Görüş için ‘‘Biz
o gömleği çıkardık’’ biçiminde beyanda bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın TRT 1 de
21.06.2006 tarihinde yayınlanan “Enine
Boyuna” programında söylem değiştirerek; ‘‘Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı
mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum,
değişemem, değişmedim’’ dediği, (Ek.12)
13) 9 Temmuz 2004 tarihinde Kanal D isimli yayın kuruluşunun “Teke Tek” isimli programına katılan
Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, NATO Zirvesinde yaşanan türban
gerginliğini değerlendirerek, “Kamusal alan sadece bizde var.(…) Sivil toplum örgütleri vakıf üniversitelerinde başörtülü eğitime
ilişkin bir dayanışma ortaya koyarlarsa, burada hazır bir hükümet var. Bunu
zorlayamam.(…) Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım.
Devlet’te görev verilmesin. Özel sektörde çalışsınlar.”…’’Türkiye’de
kavramlar kargaşası var. İşimize geldiği zaman sahipleniyoruz, işimize
gelmediği zaman sahiplenmiyoruz. Bu konunun Türkiye’de uzmanları var. Önüne
gelen, ağzı olan konuşuyor. İlgisi alakası olan, olmayan, din, diyanet
bilmeyen konuşuyor. Bir toplumun dini değerlerle ilgili ihtiyacı var. Yok
mu?. Anayasamızın 24. maddesi çok açık, bütün bunlara rağmen bütün bunları
işine geldiği gibi yorumlayanlar var. Bir ülkede devletin en önemli
görevlerinden bir tanesi de o ülke halkına dini eğitimi, öğretimini
vermektir. Ama diyorlar ki yapmayın. Siz bunu vermediğiniz zaman illegal
yapanlar devreye girer. Sizin yasak koyduğunuz o yapılar kendileri için
müşteri bulmaya başlar, yeraltına girer.’’…”Bizde ülkenin ileri gelenleri caminin semtine uğramazlar. Uğradığı
zaman bazı değerlerini kaybettiğini düşünür veya elden gidiyor diye
düşünür. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın cenaze töreninde ABD’nin en
büyük katedralinin içindeydik. Herkese dağıtılan ilahi kitabı vardı,
ilahilere katılarak, okudular. Hiçbir kutsalları veya değerleri kaybolmadı,
ellerinden gitmedi. Bizde ise bu endişe niye, niçin biz bu noktada rahat
olamıyoruz. Bu değerlerimizi kaybetmek mi iyi, yoksa yakalamak mı iyi.
Doğru, gerçek olduğu şekilde yakalamak.’’…’’Biz de ortada yönetim tarzını
icra ediyoruz. O dediğimiz zihniyetler aynı şeyi bizim için de söylüyorlar.
Yahu kardeşim ben senin yaşadığın gibi yaşamaya mecbur muyum, değilim
ya...” diye beyanda bulunduğu, Konuşmasında ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyası sırasında yaşadığı ilginç bir
olayı anlatarak, genç kızların okula gönderilmesini istediklerinde bir
kızın “Okula gideyim; ama başörtüm
var!” cevabını verdiğinden söz ederek; “Başörtülüyü devlet okuluna
sokmuyorsun, bari bırak özelde okusun. Gelin bunun önünü açalım. Sen yarın yine bu çocukları devlette işe
alma, özel sektörde çalışsın. Şimdi bunların mantığı şöyle; ‘Sen
başörtünle tarlada çalış, çapa yap; ama sosyolog olma, psikolog olma.’ Bunu
artık aşmamız lazım.” diye söylediği (Ek.13)
14) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Alman Welt am Sonntag gazetesine
2005 yılı Şubat ayında verdiği demeçte, kızlarının neden türban taktığı
sorusunu, kızları Sümeyye Erdoğan ve Esra Albayrak’ın Kuran’a uyduğunu dile
getirerek “İnançlı Müslümanlarız.
Kuran’da kadının toplum içinde türban takması gerektiği yazıyor”… “Bundan,
din ve devlet işlerinin ayrılmasına karşı olduğum anlamı çıkmaz. Ayrıca kızım
türbanı şık buluyor” “Yüksekokullardaki türban yasağını hata olarak
görüyorum. Bir demokratik ülke din
özgürlüğünü sağlamalı. Buna, vatandaşların dinlerini yasalara saygı
koşuluyla semboller vasıtasıyla ifade etmesi de dâhildir. Türban yasağı
liberal değildir.” biçiminde yanıtladığı,
Yasağı değiştirerek, yüksekokullarda türbana izin
vermeyi istiyor musunuz? sorusuna; “Evet,
bunu araştırıyoruz. Bu adımı, vatandaşa daha çok din özgürlüğü verilmesi
açısından doğru buluyorum.”
AB’yi İslamlaştırmaya çalışacak mısınız? sorusuna; “Biz dini misyonerler değiliz...
Türkiye’de laiklik geleneği var. Avrupa bir Hıristiyan kulübü değildir.
İslami haçlı seferleri asla olmadı. Bizim topraklarımızdan ne dini, ne de
askeri şiddet çıkmayacaktır”, Fransa’daki başörtüsü yasağı konusunda
ise “Yasaklama, Fransızların
kullandığı bir yöntem. Türkler, laikliğin Anglo-sakson yorumunu daha uygun
buluyor. İnsanlara 21. yüzyılda bir şeyleri yasaklamayı saçma
buluyoruz.” yanıtını verdiği,
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, daha sonra bu röportajın
“aslı astarı” olmadığını
açıklamış, röportajı yapan gazetecinin ses kaydının olduğunu söylemesi
üzerine ise basın danışmanı Ahmet
Tezcan’ın, yazının doğru, ancak eksik olduğunu, yazıda Başbakan’ın ‘‘toplumsal mutabakat şartıyla’’
sözlerine yer verilmediğini açıkladığı, (Ek.14)
15) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2004 yılı Ocak ayında New
York’taki Dış İlişkiler Konseyi’nde “Türkiye’nin
dış politikası” konulu bir konuşma yaptıktan sonra “Fransa’daki başörtüsü yasağını hatırlatan bir katılımcının,
Türkiye’deki durumu sorması” üzerine; “Başörtüsü, yüzde 98’i Müslüman olan Türkiye’de gerek millet ve
gerekse kurumların ortak sorunu. Biz
bunu toplumsal mutabakatla çözmek istiyoruz. Ama sonuçta şunu da söylemek
zorundayım ki, bu sorun Türkiye’de vardır.”…”Farklı olan bu yaklaşımın,
Avrupa Birliği’nin (AB) temel ilkesi olan Kopenhag kriterleriyle, yani din ve vicdan özgürlükleriyle, inanç
özgürlüğüyle açıklanması nasıl olur, merak ediyorum?” dediği, (Ek.15)
16) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Adalet ve Kalkınma Partisi Kadın
Kolları Başkanlığı’nın 2004 yılı Mart ayında Dünya Kadınlar Günü
dolayısıyla Dedeman Otel’de düzenlediği ‘Siyaset ve Kadın’ konulu panelin açılışında yaptığı konuşmada,
türban sorununa dikkat çekerek “Her
gün üniversite kapılarından töre cinayetlerine, fabrikadan mahkeme
salonlarına, gazete sütunlarından televizyon ekranlarına yürekleri yakan
binlerce dram karşımızdayken, yılda bir kez Kadınlar Günü kutlamanın bana
göre anlamı yok. Kadına karşı ayrımcılık, ırkçılıktan daha tehlikeli, daha
ilkel bir tutumdur. Her tür ayrımcılığa karşı mücadele etmek zorundayız.
Kadına ve kız çocuklarına karşı ayrımcılık insanlığın cahiliye
dönemlerinden kalma meselesidir.’’ diye söylediği, (Ek.16)
17) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2004 yılı Nisan ayında Ukrayna
ziyareti sırasında kaldığı otelde bu ülkede okuyan ikisi türbanlı Türk
öğrencilerinin denklik sorununu gündeme getirmesi üzerine; “Bu soruyu her yerde soruyorlar, ama
artık sormayın. Ben bu konuyu iyi biliyorum. Benim çocuğum Boğaziçi’ni
kazandığı halde imam hatip lisesi mezunu olduğu için puanı düşürüldü,
buraya gidemedi. Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı.
Biz ailece bu konunun mağduruyuz. Bu tip ayrımlara karşıyız. Ama sizin bu sorunlarınızın çözümü
sadece bizim isteğimizle değil tüm siyasi partilerin katılımı ve
uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o
durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum…
Kızlarım başını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı” dediği, (Ek.17)
18) 2007 yılı Mayıs ayında NTV’de katıldığı canlı yayında Ankara
Temsilcisi Murat Akgün’ün sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün “Türban daha modern olabilir”
sözlerinin ardından yaşanan tartışmaya ilişkin görüşlerini de aktararak “Sizce türban modernleşir mi?”
sorusuna karşılık: “Ben o şekilde bir
ifadeyi doğru bulmuyorum. Bu işin aslı başörtüsüdür. Türban ifadesini
yanlış buluyorum. Olay türban ifadesiyle siyasallaştırıldı. Başörtüsü inançtan
geliyor. Takan, dinimizin bir gereği olarak takıyor. Moda noktasında buna
çeşitli şekiller getirebilirsiniz. Kalkar boynun altından bağlarsınız.
Kimin estetik anlayışı neyse buna saygı duymak lazım. Ama burada yerellik
öne çıkar. Doğu bölgelerinde kadınlarımız farklı, batıda farklı örter.
İslam ölçü koymuş, o ölçüyü değişik şekilde ortaya koyar. Bazıları düz
kumaş, bazıları çiçekli kumaşlar kullanıyor. Dünyanın tanınmış marka
firmaları bunlara yönelik ürünler kullanıyor. Burada ölçü vardır. Örtmek, örtmemek,
bunun hesabını sormak bizim görevimiz değil. Sormamamız lazım. Bu ülkede
başörtüsüne de başını örtmeyene de saygı duyulmalıdır. Bireysel tercihini
başını örtmekten yana kullanıyorsa, ona saygı duymak zorundayız. Bizim
ülkemizde her siyasi partinin mensupları içinde eşi başı örtülü olan da
var, başı açık olan da var. Bunlara takılıp kalmamalıyız. CHP’nin grup
toplantılarına başörtülü geldiğinde kıyamet kopmuyor, Adalet ve Kalkınma
Partisi’ne geldiğinde kıyamet kopuyor. Türkiye bunları aşmalı. Aşmazsak
yazık olur. Bu ülkenin evlatları arasında ayrımcılık yapmamamız lazım. Ağlayan yavrular onları affetmeyecektir.
Bu konuda toplumsal mutabakat var,
ama kurumsal mutabakatta sıkıntımız var. Başörtüsü bir oy zemini
olmamalı. Ben bir oy zemini olarak görmüyorum. 3 Kasım seçimlerinde de ‘böyle bir vaatle gelmiyorum’ dedim. Kurumsal mutabakat sağlandığında bu
zaten çözülecektir. Yavrularıma da asla bu noktada müdahale edemem.” diye
beyanda bulunduğu, (Ek.18)
19) 2005 yılı Temmuz ayında ABD’de San Francisco’daki “World Affairs Council of Northern
California’’ ve ‘‘Commonwealth
Club of California” isimli
kuruluşlar tarafından Fairmont Oteli’nde düzenlenen toplantıda Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Laik
toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm inanç gruplarına
eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin edildiği
içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır. Kamusal alanın
henüz tanımı yoktur. Sıkıntı biraz buradan kaynaklanmaktadır. Bizdeki sorun, üniversitelerde başörtülü
kızlara yer verilmemesi sorunudur. Tabii bu sorunu burada dile getirmem de
hemen sanki bunu burada şikâyet etmiş gibi ifade ediliyor. Benim böyle bir
şikâyete ihtiyacım yok. Bu noktada benim bu tür sorunları paylaştığım,
ülkemin insanıdır. Tek sorunum, ülkemde toplumsal bir mutabakat var, ama
kurumsal bir mutabakat yok, bunu halletmenin gayreti içerisindeyiz. Ve
artık bunları aşmanın gereğine inanıyoruz” diye konuştuğu, (Ek.19)
20) 2005 yılı Kasım ayında Almanya dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet
eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın,
Fransa’nın varoşlarında başlayan isyan eylemlerini okullardaki türban
yasağıyla ilişkilendirerek; “Başörtüsünün
yasaklanmasının da etkisi var. Bu gibi tutumlarla göçmen toplumlarının
dışlanması şiddet olaylarını fitilledi. Daha önce Fransa’da hiç böyle bir şey olmamıştı. Bir buçuk yıl önce
Fransız iş adamları ve entelektüellerinin de bulunduğu bir grupla bir araya
geldim. Kendilerine anlattım, bizi dikkate almadılar. Bizim, Türkiye olarak
bu gelişmeleri engellemek açısından yapabileceğimiz çok şey var.
Medeniyetler ittifakında biz yardımcı olabiliriz. Avrupa da yasaklarla bir
yere varılamayacağını anlamalı. Türkiye’siz bir Avrupa’nın geleceğinin
güven içinde olmadığı belli olmuştur.” şeklinde beyanda bulunduğu, bu beyanının
tepki çekmesi üzerine Erdoğan, Partisinin 8.11.2005 tarihli Grup
Toplantısı’nda yaptığı konuşmada Fransa’daki olaylarla ilgili
değerlendirmelerinde, tek sebep olarak “türban
yasağını” gösterdiğini yazan gazeteleri eleştirerek; “Bu tür sosyolojik hadiseler, tek bir
sebebe indirgenemeyecek kadar karmaşık ve derinliklidir. Bunların altında
yılların birikimi vardır. Sosyo-ekonomik ve kültürel faktörlerin tesiri
vardır. Yanlış politika ve anlayışların rolü vardır. Bunların hepsi
doğrudur. Bizim söylediğimiz de budur. Yoksa bazı yasakçı uygulamaların bu
olaylardaki etkisine dikkat çekerken meseleyi
tek bir sebebe indirgemiyoruz. Fransa’daki bundan aylarca önce başörtüsüyle
ilgili yasağının da bugünlere gelinmesindeki, bu süreç içerisindeki
etkenlerden bir tanesi olduğunu orada ifade etmişizdir. “ açıklamasını yaptığı, (Ek.20)
21) 2005 yılı Nisan ayında Zaman Gazetesi yayın yöneticilerini kabul
eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın; imam hatip liseleri ve başörtüsü
sorunu ne zaman çözülecek? sorusuna “Başörtüsü sorunu konuşulmaz, yaşanır.”
… “Halk nezdinde bir mutabakatı kastetmiyorum. Orada zaten mutabakat var.
Parlamento içi mutabakat gerekir. Parlamento halkın iradesini yansıtmıyor.
Sıkıntı burada.” dediği, (Ek.21)
22) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılı Nisan ayında, Anayasa
Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in “türbanla”
ilgili yaptığı uyarılara,
“Türkiye’de, bir halkın mutabakatı, bir de halkın temsilcisi olanların ve
kurumların mutabakatı vardır. Görünen o ki, halkın mutabakatı ile
kurumların mutabakatı henüz oluşmuyor”… “Bugün çok daha net olarak
söylüyorum; Türkiye’de halkın mutabakatı ile halkın temsilcisi olanların ve
kurumların mutabakatı henüz oluşmuyor” …”Eğer evrensel hakları
görmemezlikten gelirsek, ülkemize yazık ederiz. Bir hak, dünyanın bir
ucunda farklı, bir başka ucunda farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan doğar;
kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla güvence altına alınır. Şu anda bütün
gayretimizi ülkemizdeki bu mutabakat üzerine tahsis ediyoruz.” şeklinde
yanıt verdiği, (Ek.22)
23) 2005 yılı Mayıs ayında Bolu’da Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun
yaptırdığı öğrenci yurdunun açılışına katılan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın, “Gençler yurtdışına
eğitim almaya gidiyor ve bunun için 1 milyar 250 milyon dolar ödüyor.
Buradan nerelere, ne mesajı verdiğimi anladınız. Bu sorunu halledersek
onlar da gitmez” dediği, (Ek.23)
24) 2005 yılı Haziran ayında Lübnan seyahati dönüşü uçakta
gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın; “Başörtüsü ülkenin bir gerçeği. Ortadaki
gerginlikleri kaldırmakla yükümlülüğümüz olduğuna göre bu sorun çözülmeli.
Bu konuda araştırmalar var, üç dört sene olmuştur. Sonraki süreçte
tespitler değişmedi. Lehte gelişme var, aleyhte gelişme yok. Bugün
toplumda mutabakat olduğuna göre kurumlar arası, kuruluşlar arasındaki
uyumsuzluğu anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı da tesis
etmişsin. Kurumsal mutabakat da tesis edilsin ki birbirine şüpheyle bakan
bir ülke olmayalım. (…)Referandum
anayasal bir süreçtir. Gerekirse o da düşünülebilir, gerekirse bu yönde
gidilebilir. Tabii taymingi önemli…” diye beyanda bulunduğu, (Ek.24)
25) Adalet ve Kalkınma Partisi grubunda konuşan Tokat milletvekili Resul
Tosun, üniversitede türbana serbestlik tanınmasını isterken hükümetin
AİHM’deki duruşmada yanlış taktik izlediğini ileri sürmüş, Anayasa ve yasalarda
türban yasağı bulunmadığını belirterek “Hükümet
pasif kalabilirdi, hiç savunma yapmayabilirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Anayasa
Mahkemesi kararları ve Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın etkisinde kalınarak bu
savunma yapılmış. Daha sağlıklı bir cevap verilebilirdi. Dışişleri
Bakanımız Abdullah Gül ‘ün bunu hükümetin görüşü olarak söylemesi de
hükümeti sıkıntıya soktu, töhmet altında bıraktı. Bu savunmayı tasvip
etmemiz mümkün değil”, “Partimiz güçlü, çoğunluğumuz var. Bu konuları
halletmemiz lazım, önümüzde kısa bir zaman kaldı. Bu düzenlemeleri niye
yapamıyoruz?” diye sorması üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın;
“Metnin tamamını okuyun, ona göre
konuşun. Metnin tamamı basında yer aldığı gibi değil’’ şeklinde cevap
vererek savunma metnini getirttikten sonra ‘‘Bu, hükümetin savunması ve bu savunmayı bilinçli olarak yaptık.
Biz AB kriterlerini koyduk ve arkasından ‘takdirlerinize bırakıyoruz’
dedik. (TBMM Genel Kurulu’nu işaret ederek) Burada ‘Egemenlik milletindir’
yazıyor. Ama bazı kurumların, bunun böyle olmadığı, egemenliğin bölüşüldüğü
yönünde görüşleri var. Biz de böyle olmadığını biliyoruz. Bir karar
alıyoruz, Cumhurbaşkanı’ndan dönüyor, Anayasa Mahkemesi’nden dönüyor. Hani
hükümet tek başına karar veriyordu. Resul Bey sen bu gruptan birisin;
ne zorluklarla bu düzenlemeleri getirdiğimizi biliyorsun. Bunlar basit
şeyler değil, kolay halledilecek meseleler değil. Çok acelecisiniz, biz
sorumluluk sahibiyiz. Bu işi kangren haline getirenlerin şimdi
dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz de onların oyununa geliyorsunuz, sabırlı
olun.” dediği, (Ek.25)
26) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Yeni Şafak gazetesi yazarlarına
2005 yılı Haziran ayında yaptığı açıklamalar sırasında; YÖK, kamu reformu,
2B gibi konularda takvimin ne olduğu, başörtüsü sorununun nasıl çözüleceğinin
sorulması üzerine; “Kesin bir takvimimiz yok. Biraz
atmosfer ve zemin olayı. Bunlar anayasa değişikliği gerektiren
konular. Anayasa değişikliğiyle netice alıp alamayacağımız, referandum
yolunun denenip denenmeyeceği, bunlar aramızda tartışılan konular. Paket
olarak referanduma gidilir gerekirse. Ancak başörtüsü anayasa konusu değil.
Farklı bir konu. Burada biz toplumdaki bütün hassasiyetleri düşünerek
adımlar atıyoruz. Onun için şu saatte bunu yapacağız diye bir şey yok. Zemin ve atmosfer elverirse adımı
atarız. Yoksa bunu
erteleyebiliriz de. Bizim parametreleri kaybetmememiz lazım. Ekonomik
öncelikleri gözetmemiz lazım” diye söylediği, (Ek.26)
27) 2005 yılı Mayıs ayında Haldun Alagaş Spor
Salonu’nda düzenlenen “1. Bölge
Teşkilat Toplantısı”nda konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın: “Genciyle, yaşlısıyla, bak buradan bir
kez daha açık ve net söylüyorum, başı örtülü, başı örtüsüz, kim olursa
olsun bütün benim bayan kardeşlerim canımdır, ciğerimdir. Bu ülkede haksız
yere ayrımcılık yapıldı. Ama biz asla ayrımcı değiliz. Bu çatı, bütün
vatandaşlarımı bir arada toplama çatısıdır. Bunu böyle bilin. Çok değişik
şeyler konuşabilirler. Şu anda biliyorum, bazı sıkıntıları yaşıyoruz. Bunu
ben de yaşıyorum. Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar var.
Bunu da açıkça söylemek zorundayım. Fakat şunu bilmenizi istiyorum; her şey
zamana gebe. Zira millet iradesi birçok şeyi halledecektir. Ama sabırlı
olmaya mecburuz. Niçin? Bu toplumda gerilmeyi asla Adalet ve Kalkınma
Partisi yaratmayacaktır. Varsın olsun, birileri yaratsın. Onların cevabını
birileri veriyor ve verecektir. Ama bu oyuna asla benim kardeşlerim
gelmeyecektir ve gelmemelidir”… “Türkiye’de marjinal siyaset yapan
grupların yıllarca başörtüsü üzerinden siyaset yaparak ülkeye nasıl
faturalar ödettiklerini biliyorsunuz. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi
başörtüsü üzerinden siyaset yapmayacak, yapılmasına da müsaade etmeyecek.
Bu olay konuşulmaz, bu olay yaşanır. Biz felsefemizi insanları tüm
inançlarını yaşama noktasında olduğu gibi yaşamaya kabul etmeye mecbur
olduğumuzu anlatıyorum”… “Ülkemizin yüzde 99’u Müslüman. Ve bu ülke bir
Müslüman ülkesidir. Halkının yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde şunu
unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam
devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa
bunu çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına
bakacağız. Ben teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet
ediyorum…” diye beyanda bulunduğu, (Ek.27)
28) 2005 yılı Haziran ayında resmi ziyaret için Washington’da bulunan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Amerikan CNN International
televizyonundan Wolf Blitzer’ın; “Başörtülülerin
kamu okullarına ve kamu binalarına girmeleri yasak. Buna mukabil, eşiniz
başının örtüsüyle Beyaz Saray’a davet edildi. Amerikalılar Türkiye’de dini
hoşgörünün bulunup bulunmadığı hususunda endişe ediyorlar. Türkiye’de
değiştirilmesi gereken bir kanun mu var?” şeklindeki sorusuna; ‘‘Bunu yasaklayan bir konu yok ki. Sıkıntı
burada. Sadece şu anda buna yönelik olarak bir algılama var, yorumlama var.
Ama biz özellikle ülkemizde bir toplumsal gerilim olmasın diye sabırlı
hareket ediyoruz. Ve diyoruz ki bir toplumsal mutabakat olsun. Bakın
benim kızlarım ABD’de okuyor. Burada o özgürlük anlayışı var. Ama ülkemde
yok. Şu anda ben bu acıya sadece ülkemde bir toplumsal gerilim olmasın diye
katlanıyorum. Halkımın arasında böyle bir sıkıntı yok. Ama kurumların
yaklaşımı toplumun yaklaşımıyla örtüşmüyor. Onun için biraz sabredeceğiz.
Biraz daha bu işin çilesini
çekeceğiz gibime geliyor. Ama inanıyorum ki eninde sonunda hak yerini
bulacaktır.’’ şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.28)
29) 2005 yılı Haziran ayında AB büyükelçileri onuruna Başbakanlık
Konutu’nda verdiği yemekte Belçika Büyükelçisi Mark Van Rysselberghe’nin
Türkiye’de dini azınlıkların özgürlükleri kapsamında Fener Rum Patrikhanesi’nin
statüsü ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın misyonerlik faaliyetlerine yönelik
eleştirilerini anımsatması üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Bu
sorunu sadece azınlıktaki gayrimüslümler değil çoğunluktaki Müslüman kesim
de çekiyor. Bu konu bizim için de zor” demiş, türban yasağı
konusundaki rahatsızlığını da “Bu
sorunu bizzat ben yaşıyorum. Eşim başörtülü. Eşim Başbakanlık Konutu’nda
takabiliyor, karşıda (Cumhurbaşkanlığı’nı işaret ederek) takamıyor. Bu
konularda bir toplumsal ve kurumsal mutabakat henüz sağlanmadı.”
diye konuştuğu, (Ek.29)
30) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2005 yılı Temmuz ayında ABD’ye
giderken uçakta gazetecilerle yaptığı sohbette; “Biz niye türbana karışıyoruz? Bırakalım kadınlar, kızlar kendileri
karar versinler. Bakın Türkiye’de dekolte aldı başını gidiyor. Karın kısmı
açık pantolonlarla üniversiteye bile gidiliyor. Biz bunları düzenlemek için
bir kanun çıkarıyor muyuz?...”Biz
önce devlet üniversiteleri ile özel ve vakıf üniversiteleri arasında bir
ayrım yapalım, diyoruz. Hiç olmazsa isteyen kızlar özel ve vakıf
üniversitelerine türbanla girebilir, eğitim hakkı alabilir. Bu toplumsal
sorunu böyle çözebiliriz. Ama buna bile itiraz ediyorlar... Bu yüzden
kızların okula gönderilmemesi yönünde sosyal baskı var. Bir genç kız
üniversiteye gidip eğitim alsa, bu baskılara daha kolay direnemez mi? Ama
muhalefet buna tam tersinden bakıyor… .Camilere kadro verilmesine bile
karşı çıkıyorlar. Anadolu’ya gidin, birçok caminin kadrolu imamı yok. Peki
insanlara kim namaz kıldıracak? İşte o zaman cahil insanlar imamlık yapmaya
başlıyor…Ailede başı açık niye kabul etmeyeyim? Kayınbiraderimin eşinin
başı açık. Kızlarının başı da açık. Ama bu soruları sormak doğru mu? Ben de
size, “Niye çevrenizde hiç başı örtülü kadın yok?” diye sorabilirim. Benim
eşimin başına örttüğü türban değil, başörtüsü… Biz niye buna karışıyoruz?
Benim idealim hep şu oldu: Başı açık kız ile örtülü kız yan yana okusun,
kol kola gezsin… Üniversite kapıları açık olsaydı kızlarım Türkiye’de
okurdu. Oğlum da burada katsayı engeline takıldı. Aldığı puan Boğaziçi
Üniversitesi’ne girmesine müsaitti. Ama imam hatipte okuduğu için giremedi.
İmam hatipin tarihi Atatürk’e dayanıyor. İmam bu toplumda dini ihtiyaçları
karşılayan insan. Hatip iyi konuşmacı. Bu okullara niye itiraz ediliyor,
anlamıyorum. Biz imam hatiplere arka bahçe diyenlerle o yüzden ayrıldık...Ben,”Referandum
yapacağız” demedim. “Gerekirse referanduma da gidebiliriz” dedim.
Çıkardığımız yasaya Kuran kursu maddesi demek yanlış. Bu, adı itibarıyla
talihsiz bir kanun. Dünyanın herhangi bir yerinde, “Kanuna aykırı eğitim kurumları” diye bir ifade var mı? Anayasa
Mahkemesi bunu iptal ederse gerekçeli kararları tarihe büyük bir not
düşecektir. Siyasi bir karar almamaları gerekir. Bu gibi sorunları
konsensüsle çözmek istediğimizi söyledik. Ama kimse bize yardımcı olmadı.
Tam aksine, tam aksini yaptılar. Bize bu konulardan vurmaya çalıştılar...”
dediği, (Ek.30)
31) 2005 yılı Ekim ayında Londra’da AB zirvesine katıldıktan sonra
London Shools of Economics’te “Kültürel
Çeşitlilikte Kadının İnsan Hakları” konulu konferansta katılımcıların
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın; İngiltere,
ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında
başörtülü insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan
Türkiye’de kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını, başörtüsünün insan
hakkı olduğunu, türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini söyleyerek; “Tartışılmaz tabii ki insan hakkıdır. Yani ‘din ve vicdan
özgürlüğü’ diyoruz. Din ve vicdan özgürlüğünün gereği neyse şüphesiz ki
sağlanmalıdır. Bu, ağırlığı
Hıristiyan olan ülkelerde sağlanmışsa, ağırlığı Müslüman olan Türkiye’de de
konsensüsle başarılmalıdır, sağlanmalıdır. Biz geldiğimizden beri hep şunu söyledik; seçim öncesinde de ben söyledim;
‘bir toplumsal mutabakat sağlandığı anda çözüleceğine inanıyorum’ dedim.
Bugün de aynısını söylüyorum. Bu
konuda toplumsal mutabakat Tükiye’de vardır. Mutabakat yüzde 100 değildir
ama yüzde itibariyle, daha önce birçok kurumun yaptığı araştırmalar bu,
yüzde 70-80’lerde. Bu konuda mutabakat vardır. Kurumlar arasında mutabakat
var mı derseniz, parlamento içi siyasi partilerde henüz bir mutabakat oluşmamıştır.
Parlamento içinde bu mutabakat oluştuğu anda parlamentoda bu işi çözeriz. İnanıyorum
ki parlamento dışı kurumlarda da mutabakat büyük ölçüde vardır. Eğer özgürlükten yanaysak,
özgürlükleri savunuyorsak, o zaman ‘özgürlüğün bir kısmını kabul ediyorum’
deyip, ‘bir kısmını kabul etmiyorum’ mantığı yanlış bir mantıktır. Bunu
özgürlük tanımı içine sokamazsınız ve insanları olduğu gibi kabul etmek
durumundasınız. Kabul etmiyorsanız, o zaman sizin değişmez tabularınız
vardır. Bu tabuları yıkamadığınız sürece işte o zaman yine kadın haklarıyla
ilgili özgürlüklerde de maalesef bir yanlış ve eksik yaklaşım tarzı doğar
ki ben, buna da doğru bakmıyorum. İnanıyorum ki Türkiye, bu yanlışını
düzeltecektir. Bu yanlışı da bir an önce aşacaktır çünkü gerilim noktalarından bir tanesi de
maalesef budur. Bunu başardığımız anda el ele başörtülüsüyle, başı
açığıyla herkes yürüdüğü zaman, toplumun birbirine olan saygısı, sevgisi, dayanışması
daha misli olacaktır. Bizim bu noktada bir endişemiz yok.” dediği, (Ek.31)
32) 2005 yılı Kasım ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Tayland
Başbakanı Thaksin Shinawatra ile yaptığı ortak basın toplantısında AİHM’in
türban yasağı konusunda verdiği kararı değerlendirmiş;”Neyin noktasını koymuşsunuz? Neye göre koymuşsunuz? Böyle bir şey
olabilir mi? Başlıkların atılış şekli de çok yanlış. Dünya, özgürlüklerde
nerelerden nerelere geldi. AİHM’deki bu kararı verenlere şu soruyu
sormak istiyorum; sizin ülkelerinizde mevcut yasalarınızın inançlarla
örtüşen veya çakışan yanlarını değerlendirdiniz mi? Bu soruyu bir sormak
lazım. Acaba örtü nedir? Bunu acaba sorarak, bunun yetkilisi olanlardan bu
konuda herhangi bir cevap alınmış mıdır? Böyle bir cevap alınmamıştır ve bu cevap alınmadan böyle bir karara
varmak bir defa din ve vicdan özgürlüğüne ters düşer, eğitim özgürlüğüne de
ters düşer. Bu karar, bu dosya olsa olsa kendi içinde
değerlendirilebilir. Bunu böyle bir genelleştirme gayreti içine girmek
maalesef art niyetli davranmaktan başka bir şey değildir. Bunu da özellikle
ülkemdeki, bu konuyu böyle değerlendirme gayreti içinde ideolojik
yaklaşımlarını ortaya koyanlara ifade etmek istiyorum.’’... “İnsanların
hukukunu yanlış yasalarla yok edemezsiniz. Geçici bir süre yok
edebilirsiniz ama eninde sonunda bu hukuk yasa haline gelir, geldiği zaman da
beklenen çözüme kavuşulmuş olunur. Bu sorunu da Türkiye kendi içinde
toplumuyla halletmiştir. Millet olarak halletmiştir. Her zaman söylüyorum
kurumların sorunu vardır, müesseselerin sorunu vardır, siyasi partilerin
sorunu vardır. Bu sorun, kendi içinde çözülecektir. Çözüldüğünde de
inanıyorum ki bu gerginlikler de kalkacaktır.” şeklinde beyanda
bulunduğu, (Ek.32)
33) 2005 yılı Kasım ayında Katar’a hareketinden önce Esenboğa
Havalimanı’nda basın toplantısı düzenleyen Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın, bir gazetecinin, “Sayın
Cumhurbaşkanı, AİHM’in türban kararı ile ilgili olarak ‘AB’nin gereğini
yapanlar bunu da uygulamalıdır. Konu hukuken kapanmıştır’ dedi. Bu konu
hukuken kapandı mı? Bundan sonra hangi düzlemde tartışılacak?”
şeklindeki sorusuna; “Ben düşüncelerimi
daha önce söyledim. Sayın Cumhurbaşkanı ile bir atışma içerisine girmek
istemem. Benim düşüncem bellidir. Bu genellenmemelidir. Burada verilen
karar bir genel karar değildir, bir dosya ile ilgili karardır. Dolayısıyla
bundan sonraki süreci de bu anlayış içerisinde değerlendirmenin gereğine
inanıyorum. AB sürecine kim saygı duyuyorsa, AB üyesi ülkelerdeki
icraatlara da saygı duysunlar. Çünkü yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’deki
bu uygulama, AB üyesi ülkelerden acaba hangisinde var? Bu soruya da cevap
bulmalarını özellikle isterim. Eğer bu soruya da cevap bulabilirlerse, o
zaman bu düşüncelere çok daha farklı bir şekilde ben de saygı duyarım.” yanıtını verdiği, (Ek.33)
34) Katar’a gidişinde uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın;
“Emredici bir hüküm getirseydi, tüm AB ülkelerinde uygulanması gerekirdi.
Avrupa’da ve dünyada genel olarak üniversitelerde başörtüsü yasağı yok.
AİHM’nin Türkiye’ye özgü şartlar nedeniyle böyle bir karar aldığını
düşünüyorum. Böyle bir yasak Anayasa’da yok. Sadece Anayasa
Mahkemesi’nin bir yorumu var. Yasama yeni bir yasa çıkarırsa, Anayasa
Mahkemesi durumu gözden geçirmek zorundadır, bu yorum da kalıcı değildir.
Yasa çıkarabiliriz. Ama arzumuz bu sorun toplumsal gerilime yol açmasın ve
özgürlükler noktasında çözülsün.” şeklinde konuştuğu, (Ek.34)
35) 2005 yılı Aralık ayında Avustralya’da yaşayan Türklerin
temsilcileriyle bir araya gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Türban sorunu ne zaman bitecek” sorusuna,
“Burada böyle bir sorun
yaşamıyorsunuz değil mi?” sorusuyla karşılık vermiş, kalabalıktan, “hayır” yanıtını alan Erdoğan,
Türkiye’de kabul edilse de, edilmese de bunun bir sorun olduğunu
söyleyerek, Avustralya’da ilkokulda bile türban yasağı olmadığı söylenince;
“Gerginlik olmasın diye toplumsal
mutabakat ifadesini kullandık. Toplumun yüzde 80’inde bu mutabakat var. Ama
kurumlar arası mutabakat ve parlamentoda mutabakat olması gerekiyor.
Parlamentoda ve diğer kurumlarla mutabakat sağlandığı anda bu işi çözeriz.
Yasama organı içerisindeki mutabakat önemli. Yoksa toplumsal gerginlik
olur. Hassasiyet içerisindeyiz. Böyle davranmaya mecburuz.” dediği,
(Ek.35)
36) 2005 yılı Aralık ayında İzmir ili Buca’da parti örgütüyle bir araya
gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘‘İzmir’in
üzerindeki o zaman zaman yakıştırılan bazı ifadeler vardır ya, bu
ifadelerin olmadığı da görüldü. Çünkü İzmir’in hakkı bu değil. O
yakıştırmalar değil. İnşallah o yakıştırmaları da bir şekilde silip
atacaktır İzmir. Ben buna inanıyorum. Biz böyle bir ifadeye hiçbir zaman
inanmadık. Bugün de inanmıyoruz. Yarın da inanmayacağız’’ diye
konuştuğu, adını anmadan ‘‘türban’’
ve öteki konularda örgütten ‘‘sabırlı’’ olmalarını isteyen
Erdoğan, ‘‘Şunu unutmayın, sağlıklı bir doğum, 9 ay 10 günde olur’’..: ‘‘Bazılarının tahriklerine sakın
aldanmayın. Biz dertliyiz. Biz nerde, neyin, nasıl dertleri olduğunu
biliyoruz. Ama her şey bir yol
haritası içerisinde yürüyecektir. Öyle, kimse Adalet ve Kalkınma
Partisi’ni gaza getirmeye çalışmasın. Bizim gaza gelmeye niyetimiz yok. Burada
gaza basan biziz ve gaza ne kadar basacağımızı da iyi biliyoruz. Bu gaza,
ben örgütüme de söylüyorum, özellikle dikkatli olun. Ne siz milletvekillerimize
baskı yapın, ne milletvekillerimiz bize baskı yapsın.’’ şeklinde
konuştuğu, (Ek.36)
37) 2005 yılı Kasım ayında Danimarka Avrupa Hareketi tarafından
Kopenhag’da düzenlenen “Medeniyetler
arası ittifak: Türkiye’nin rolü” konulu toplantıya katılan Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu
(başörtüsü yasağı) 8 yıllık bir süreçtir. Bu süreç içerisinde üniversiteye
giden kızlarımız, başları örtülü olarak devlet üniversitelerinde ve vakıf
üniversitelerinde başörtülü olarak derslere girememektedir. Bu, bana
göre din ve vicdan özgürlüğünün, eğitim özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. AİHM’nin
son kararı var. Ben bu kararlara şaşıyorum. Bazı hukuki yorumlara, bazı
köşe yazarlarına baktığımız zaman, bizim yaklaşım tarzımızı ‘Bunların
hukuka saygısı yok’ diye değerlendiriyorlar. Bu bir dosya kararıdır. Ben
cezaevine girdiğim zaman gazeteler ‘Artık muhtar bile olamaz’ diyorlardı.
Recep Tayyip Erdoğan TC’ye Başbakan oldu. Neyle oldu? Gene yargıyla,
değişen, gelişen yasalarla oldu. AİHM’nin verdiği bu karara ben yargı
kararı olarak uyarım, ama haklar, özgürlükler noktasında doğru bakmam.
Niye? Çünkü nasıl olur da bir insan başını örtüyor diye eğitim, din ve
vicdan özgürlüğü ortadan kalkar? ‘İnanç hiçbir zaman yasanın önüne geçemez’
diyor. Benim bu kızımın böyle bir iddiası yok ki... İnancı böyle olduğu
için başını örtüyor, o halde saygı duymak lazım. Mahkemenin de bu konuda
söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.
Açarsın o dinin mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hıristiyansa o
dinin mensubuna sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı?
Varsa saygı duymak zorundasınız. Yoksa ayrı bir konudur, o zaman
siyasi, ideolojik olur. O farklı bir olay. Dinde bunun yeri varsa saygı duymak zorundasınız. Ben diyorum ki
dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık. Bu alanda hiç
alakası olmayanların, İslam dininin aydınlarına sormadan böyle bir kararı
farklı bir yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır Bu bir sorundur ve er
veya geç çözülmelidir. Okula gidemeyen yüz binlerce kızımız var. Bu
aşıldığı anda gidebileceklerdir. İmkânı olanlar Avrupa’ya, Amerika’ya
gidiyor, okuma fırsatını buluyor, olmayan kaderiyle baş başa kalıyor.
Kurumlar arası mutabakat sağlandığı anda bu sorun aşılacaktır.” diye
konuştuğu, (Ek.37)
38) Açılışlara katılmak üzere gittiği Denizli’de “ulema” tartışmalarına değinen Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Cehalet
içinde konuşuyorlar. Açsınlar Türk Dil Kurum lugatını. Milli Eğitim
Ansiklopedisi’ni, diğer lugatları açsınlar. Ulemanın ne anlama geldiğini
okusunlar. Bunlar şecaat arzederken sirkatlerini de ortaya koyuyorlar. Yani
kendilerini överken açıklarını da ortaya koyuyorlar. Ulema, alimin
çoğuludur. Bugünkü söyleyişle bilginin çoğuludur. Ulema ise bilginler
anlamına gelir.(…)Danimarka’da yaptığımız konuşmada, AİHM’nin
Müslümanlara ait örtü ile ilgili karar verirken bu konuda bilirkişi olarak
İslam’ın din bilginlerine sorması gerekirdi. Bu örtü ideolojik mi,
sosyolojik mi, dinin gereği mi? (…) Sorduktan sonra kararını yine orası
versin. Biz onların kararına uyarız. Türkiye’de de kimse bunu saptırma
yoluna gitmesin.” dediği, (Ek.38)
39) Adalet ve Kalkınma Partisi Kadın Kolları Başkanlığı’nın 3. kuruluş
yıldönümü nedeniyle Bilkent Otel’de düzenlenen etkinliğe katılan Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın, Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin
26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; “Bugün kadına karşı adaletsizlikler
dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Tabii ki bu haksızlık
ve acıları onaylamak imkânsızdır…Bütün dünyada, özelde ise Müslüman
toplumlarda, kadınların toplumsal hayata katılması ve üretim süreçlerine
dahil edilmesiyle ilgili bazı sorunlar yaşanıyor. Hiç kimse bu sorunu
yalnız bize özgü bir sorun olarak görmesin. Bu sorun, en gelişmiş ülkelerden,
en geri kalmış ülkelere kadar bütün dünyanın gündeminde var…Kadına karşı
ayrımcılık bizim geleneğimizde cahiliye örneğidir. Kadını özel alana hapseden, kamusal alandan dışlayan, cinsiyet
ayrımcılığına dayanan baskıcı ve tutucu anlayışlar medeni olamaz. Bazı
eksiklerimiz var. Biraz zaman alacak, ama kurumlararası, toplumsal mutabakat
sağlanarak elimizden geleni yapacağız. Bu ülke bu sorunu da çözecek…Sorun adalet sorunu. Bugün kadına
karşı adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Bu
haksızlık ve acıları onaylamak imkânsız. Kadına karşı ayrımcılık, kız
çocuklarını temel haklarından mahrum bırakmak, kadını üretim sürecinden
dışlamak gibi anlayışlar cahiliye geleneği…Günlük hayatta toplumsal ve
geleneksel yapıdan kaynaklanan kadınlarımızın halen karşılaştığı sorunları
görmezden gelemeyiz. Bu sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri yapan
bir kurumu, bir duyarlılığı hayata hâkim kılmalıyız. Toplumların olduğu
gibi devletlerin de kadına karşı ayrımcılığı töre haline getirmesi kabul
edilemez. Kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık kadar tehlikeli.
Hiçbir mazeret insana karşı şiddet kullanılmasını haklı kılamaz. “ diye
söylediği, (Ek.39)
40) 2006 yılı Mart ayında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 6. İstişare
Toplantısı’nın açılış konuşmasını yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile özgürlükler alanında önemli
iyileşmeler sağlandığını ifade ederek “Biz
iktidara gelmeden önce bu ülkede düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü
yüzünden hapis yatanlar vardı. Şimdi bunlar kalmadı. Bugün bunlar suç
olmaktan çıktı. Özgürlükler
konusunda genel mutabakat ile bütün mağduriyetleri giderme
kararlılığındayız. Niyetimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın” biçiminde
konuştuğu, (Ek.40)
41) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2006 yılı Mayıs ayında Berlin’de
halkla buluşma toplantısında, vatandaşların pasaportlarında türbanlı fotoğraf
bulunması hususunda tartışma yaşanmış, Büyükelçinin durumu açıklamaya
çalışması sırasında Başbakan Erdoğan’ın; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyükelçiliği’ne benim vatandaşım bu kıyafetiyle
girer, bir genelge olduğunu hiç zannetmiyorum, bunu bir kere göreceğim,
“Bakacağım. Çözümünü de buraya emredeceğim inşallah. Bu genelge nasıl
gönderildiyse o şekilde de iptal edilir” dediği, Büyükelçimizin
Başbakan’ın yanında yuhalandığı, (Ek.41)
42) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2006 yılı Şubat ayında partisinin
Mersin Merkez İlçe İkinci Olağan Kongresi’nde Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç
Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile
ilgili olarak; Bu kararı hukuk
ilkeleri içerisinde tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Kalkıp da bir anaokul
öğretmenine, öğretmenlik yaparken başını açtın, dışarda da başın açık
olarak gezeceksin deme hakkına kimse sahip değildir. Hangi makamda olursa
olsun. Bu anlayış, hiçbir hukuk anlayışı içerisinde tanımlanamaz.
Türkiye’de kendilerine göre alanlar belirlemek suretiyle vatandaşımızın din
ve vicdan özgürlüğünü kimsenin kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu böyle biline.
Özgürlüklerin egemen olduğu bir ülkede alınan bu kararı ben bu ülkenin bir
başbakanı olarak, evladı olarak,-bu karar alındığı için bu yorumu yapıyorum,
yapmak zorundayım- doğrusu kınıyorum. Bunu hiçbir yere sığdıramıyorum.
İnsanın bir özel alanı vardır, kamusal alanı vardır bir de kamu alanı
vardır. Bu alanlara hükmetmeye kimsenin hakkı yoktur. “Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle şöyle
davranacaksınız diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil.
Herkes yerini belirlemek zorunda. Biz gerilim olmasını istemiyoruz.
Birileri nemalanmasın diye sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını
işgal edenler, bu ülkede böyle bir zemini hazırlama gayreti içine
girmesinler. Ben milletin vekili olarak konuşuyorum, konuşmak
zorundayım. Ben yargı makamı değil, yürütme makamıyım. Sorumluluğum ne ise
onu yapıyorum. Yargıdan da adil yaklaşmalarını bekliyorum”…”Meslek
liseleriyle ilgili biz üzerimize düşeni yaptık. Meslek liselilere bizim dönemizde olduğu gibi fark derslerini
vererek düz liseden mezun olma hakkı verdik. Ancak YÖK bu konuyla ilgili
Danıştay’a gitti. Danıştay da maalesef bunu reddetti. Bunu anlamak mümkün
değil. Düz lise mezunu meslek lisesine başvurarak fark dersleri vererek
mezun olma hakkına sahip. Meslek liselilerin düz liseyi bitirme hakkının
önünü niye kesiyorsunuz? Danıştay’ın kararını anlamakta zorlanıyorum. Bu
eğitimde nasıl bir eşitliktir? İster meslek, ister düz liseli olsun ÖYS
imtihanına hepsi eşit gitsin. Kazanan devam eder, kazanamayan da mesleğine
devam eder. Dünyanın gelişmiş ülkelerine bakıyorsunuz yüzde 70’i meslek
lisesi, yüzde 30’u düz lise. Bizimkiler de ama inadına düz lise diyorlar.
Bunlar ne yapıyorlar? İmam hatipten çekindikleri için diğer meslek
liselerini de mahrum ediyorlar. Ama ne kadar imam hatipli var, yüzde 3. Ne
kadar meslek liseli var, yüzde 27. İnsaf edin ya. Bunu niye bu kadar
engelliyorsunuz? İHL’nin önünü kesmek için. Diğer meslek liselilerin de
yazık ediyorlar. Ama bu noktada herhalde eninde sonunda bir gün aklı selim
hakim olacaktır.” …”Şimdi çıkmışlar dürüstlük adına dolaşıyorlar. Bunların
hedefi, ‘Çamur at, tutmazsa iz bırakır’. Güneşi balçıkla sıvamaya
uğraşmasınlar. İşimiz var. Yolumuza devam ediyoruz. Böyle bir kaba
gürültüye de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu
aklından çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün
varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? Musalla taşına
yatırıldığınız zaman ‘Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı’ veya
‘Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine’ demeyecekler. “Er kişi
niyetine’ diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri
şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler’e şunları söylüyorum:
Mütavazı ol”…”Sınıf öğretmenliğinden alan öğretmenliğine geçiyoruz. Yani
artık din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları verecek.
Uygun olan odur. Ama ‘Din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat
mezunları niye versin’ diyenler olabilir. Niye, Çünkü bunlar ideolojik
yaklaşımlardır. Halen ilahiyat fakültelerine öğrenci almamak suretiyle
adeta ilahiyat fakültelerini kapatma gayreti içerisindeler. Kimse, bu
konularda belli mevkilere, makamlara gelmiş olanlar bana laf yetiştirmeye
kalkmasınlar. Ülkede din kültürü dersi öğretmenine ihtiyaç var mı, yok mu?
Diyanet İşleri 16 bin camimizin boş olduğunu belirtiyor. Bazıları da çıkıp
2 yıllıklar var, şu var bu var diyorlar.
Efendi bak. Bu senin işin değil. Diyanet İşleri’nin işi. Benim
ihtiyacım var diyor. Eskilerin dediği gibi ‘yarım imam dinden, yarım doktor
candan’ etmesin. Camilerde dinimizi hakkıyla bilenler olsun. Köyden gelen
birine Cuma hutbelerini verirsen farklı İslam dini olur.” şeklinde konuştuğu
(Ek.42)
43) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılı Haziran ayında Yeni
Şafak gazetesi yazarları ile yaptığı kahvaltılı toplantıda; “Anadolu’ya gidiyoruz. Sizin
tabanınızdan insanların rahatsızlıkları var. İktidar olup muktedir olamamaktan
söz ediliyor... Türkiye’de hiçbir kurum kayıtsız şekilde tek başına
muktedir değildir. Buna siyaset de dâhil. Parlamentoda egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir deniyor. Bunun tanımına bile son zamanlarda dikkat ederseniz
çok farklı cümleler getirenler oluyor. Türkiye’de iki devlet vardır
diyenler de oldu. Fakat biz bu alanlarda da mesafe aldığımıza inanıyoruz. Eğer hıçkırıklarımızı içimize
atıyorsak, sebepleri var. Gerilim istemiyoruz. Gerilimin faturaları çok
ağır oldu. Ormanı yanmaktan kurtaralım istiyoruz. Onun için üç beş ağaç
yanıyor, bunu feda ediyoruz. Anadolu’daki serzenişler. Bunun içinde
başörtüsü var, sonra 263 var... Ana muhalefet lideri, kaçak Kur’an eğitimi
diyor. Kur’an eğitimi almanın kaçak olması mümkün değil. Zaten kanunun
metninde böyle bir şey yok, ruhuna aykırı. Bu ülkenin yüzde 98’i Müslüman
olan halkına hakaret ve saygısızlıktır. “ dediği, (Ek.43)
44) 2007 yılı Ekim ayında Ankara Mehmet Akif Kız Kız Öğrenci Yurdu’nda
öğrencilerle birlikte iftar yemeği yiyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın,
bir öğrencinin türbana ilişkin sorusuna, “…En büyük dileğim başı
kapalı kızlarımızla, başı açıkların el ele dolaştığı bir üniversite, bir
ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek en büyük aşkımdır (…) Bunun için çalışıyoruz. Bunlar aşama aşama yapılacak şeyler,
birden olmuyor. Bazı mutabakatlar aranıyor. Bu konuyu her
getirdiğimizde önümüze engel çıkarılıyor. Şu an tek sorunumuz başörtüsü
değil. Anayasa meselesi de var.(…) Bu durumun da sonu gelecek.
Üniversitelere özgür, istediğiniz gibi girebileceksiniz.(…) İki oğlumun ikisi de istedikleri
üniversiteleri katsayı nedeniyle kaybetti. Bu bana hak mı? Çocuklarım da
katsayı kurbanı. Bizim imkânımız var da yurtdışında okutuyoruz(…)”
şeklinde yanıtladığı, (Ek.44)
45) 2007 yılı Aralık ayı başlarında Adana/Kozan
ilçesinde bir kompozisyon yarışmasında ödül alan Tevhide Kütük isimli lise
öğrencisinin, resmi ödül töreninde türbanı ile yer almak isteyince kürsüden
indirilmesine tepki gösterdiği, aynı tarihlerde benzer bir olayın Rize’de
meydana geldiği, Emine Elif Azder isimli bir ilköğretim öğrencisinin
birincisi olduğu bir kompozisyon yarışmasının resmi ödül törenine başı açık
katıldığında, öğrencinin babasının kızının başının zorla açıldığı
iddiasında bulunduğu, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın her iki öğrencinin
ailelerine telefon ederek üzüntülerini bildirdiği, bu haksızlıkların bir
gün mutlaka biteceğini, başörtüsü ile resmi toplantılara katılmalarına izin
vermeyen kamu görevlileri hakkında inceleme talimatı verdiğini belirttiği,
Başbakanın kamuoyuna
yansıtılan “aileleri arama” eyleminden hemen sonra 12.12.007 tarihinde,
TUBİTAK tarafından Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonunda düzenlenen ve
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in de katıldığı ödül töreninde, lise 1.
sınıf öğrencisi türbanlı Elif Büşra Doğan’a ödülünü Milli Eğitim Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı Mehmet Temel’in verdiği,
Aynı törende bulunan Adalet
ve Kalkınma Partisi Adıyaman Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu’nun,
ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz verdiği,
(Ek.45)
46) Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2007 yılı Aralık ayında “2. AB-Afrika
Zirvesi”ne katılmak üzere Lizbon’a giderken “Yeni Anayasa’da türbanla
üniversiteye girişi serbest bırakacak mısınız?” şeklindeki soruyu; “Benim özellikle üzüldüğüm konu şu:
Anayasa tartışmalarını başörtüsüne niye indirgiyoruz? Eğitim özgürlüğü
başka bir şey, din ve vicdan özgürlüğü başka bir şey. Zaten pazarda çarşıda
bu insanlar arasında bir problem yok. Problem seçkincilerin kafasında.
Hizmet alanlar noktasında genelde sorun yok. Gerçi bazı yerlerde son
zamanlarda maalesef sorun başladı ama genelde sorun yok. Eğitime gelince, ülkemizde eğitim
özgürlüğü noktasında kızlarımızın bu sıkıntısının aşılması gerekir diye
düşünüyorum. Türban yüzünden kızlarımız eğitim hakkından yararlanamıyor.
İmkánı olanlar yurtdışına gidiyor, olmayanlar ilkokuldan sonra eğitimi bırakmak zorunda kalıyorlar.
Üniversitede nasıl olsa önüm tıkanıyor diyerek liseye de gitmiyorlar. Ben
buna üzülüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan uygulama başka ülkelere de
örnek teşkil ediyor. Bazı Batı ülkelerinde eyalet düzeyinde de olsa ‘Siz
Müslüman ülkesiniz, bakın sizin ülkenizde türban yasağı var’ diyerek böyle
bir uygulamaya gidiyorlar. Bunu bir yerden çözmemiz lazım ama hep beraber
çözmemiz lazım. Rejim elden gidiyor diyorlar, rejim niye elden gitsin? Bu
hepimizin rejimi, hep beraber koruruz.” biçiminde yanıtladığı, (Ek.46)
47) Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın 2008 yılı Ocak
ayında “Medeniyetler İttifakı Forumu” için gittiği İspanya’da Europa
Press’in konuğu olarak katıldığı kahvaltılı toplantıda, “Türban sorununu
yeni anayasa ile çözecek misiniz?” sorusunu; “semboller dediniz, Benim partim içinde nasıl başörtülü varsa diğer
partiler içinde de var. Hepsinin siyasi tercihidir bu. Bu onların siyasi
tercihine, dinin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu
şekilde uygulayana zorla şu söyleniyor; ‘sen bunu siyasi simge olarak
takıyorsun ‘ deniyor. Hayır ben bunu siyasi simge olarak takmıyorum, diyor.
Velev ki (türbanı) bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir
siyasi simge olarak takmayı da suç kabul edebilir misiniz? Simgelere,
sembollere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın
neresinde böyle bir yasak var?” şeklinde cevapladığı, (Ek.47)
48) Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, İspanya dönüşü Ankara Esenboğa
Havaalanı’nda yaptığı konuşmada; “Yeni
Anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay. Oturup beraber
mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür.(…)bizim kafamız gayet nettir.
Karmaşıktır diyenler, kendi kafalarının durumunu düşünsünler.(…) Türkiye
hala bu sorunu çözemiyorsa bu özgürlükler noktasında ciddi sıkıntıdır. Bunu
beraber aşarız.” dediği, (Ek.48)
49) Başbakan Recep Tayip
Erdoğan’ın 2008 yılı Ocak ayında partisinin İstanbul Ümraniye Kadın kollarının
düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmada; Üniversitelerde türbanın
serbest bırakılmasının laiklik ilkesiyle çelişeceği yönünde açıklamalar
yapan kurumları hedef alarak,”…Bizim önümüze ikide bir Anayasayı
çıkarmasınlar. (…) En az onlar kadar Anayasa’yı biz de biliriz. (…)kimse
kendini yasama-yürütme organının üstünde göremez. Yargı ihsası rey makamı
değil.(…)Herkes konumunu, yerini gayet iyi bilmeli…” diye söylediği, (Ek.49)
50) 9 Şubat 2008 günü Almanya’da gazetecilerin “İslamiyet ile AB sürecini
nasıl bağdaştırdığını” sormaları üzerine Başbakan Erdoğan’ın; “…Farklı dinlerin mensuplarına bizler
nasıl ‘siz niçin dininizi bu kadar iyi yaşıyorsunuz ya da bu kadar
hassasiyetle yaşıyorsunuz’ deme hakkına sahip değilsek, bir müslümanın da
dinini yaşamasına kimse kalkıp ‘sen niçin dinini bu kadar iyi yaşıyorsun,
başarılı yaşıyorsun’ deme hakkına sahip değildir. Bir taraftan din ve
vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür
taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansa
uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok” dediği, (Ek.50)
51) Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği “Eğitime Yüzde Yüz Destek” kampanyasının başlatılması töreninde
konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın; mesleki ve teknik eğitime büyük
önem verdiklerini kaydederek “üniversite sınavlarında meslek liseleri
aleyhine işleyen katsayı uygulamasının da önümüzdeki yıldan itibaren
kaldırılacağını” belirttiği,
(Ek.51)
52) 24.11.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve
Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile
ilköğretimi bitirmiş veya ilköğretim çağını geçmiş, gündüz çalışmak zorunda
olan ve kursa devam edemeyenlerden 10 kişinin müracaatı üzerine, müftülüğün
teklifi ve mülki amirin onayı ile kurs binaları ve müftülükçe uygun görülen
yerlerde “akşam Kur-an kursları”,
okulların yaz tatiline girmesinden bir hafta sonra, ilköğretimin 5.
sınıfını tamamlayan öğrenciler için kanuni temsilcilerinin talebine bağlı
olarak Kur-anı kerimi ve mealini öğrenebilmeleri ve dini bilgilerini
geliştirebilmeleri amacıyla Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve
gözetiminde “yaz Kur-an kursları” açılabileceği,
kadrolu öğretici bulunmadığı takdirde imam hatip lisesi mezunlarının
öğretici olabilecekleri, okulların tatil olduğu zamanlarda iki ayrı ve
haftada 5 günü geçmeyecek şekilde sınırlanan yaz Kuran kursları için bu
sınırlamanın kaldırılması, önceden eğitim öğretim yılı devamınca açık olan
yurt ve pansiyonların, kurslarda eğitim öğretim yapıldığı sürece açık
olması hükmünün getirildiği,
Oluşan tepkiler ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer’in 9.12.2003 günü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile Devlet
Bakanı Mehmet Aydın’ı ayrı ayrı kabullerinde yaptıkları görüşmesi
sonrasında, Diyanet İşleri Başkanlığı değişiklik üzerinde yeniden çalışma
yaparak 23.12.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve
Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”
uyarınca 24.11.2003 tarihinde yapılan değişiklik ile getirilen
düzenlemelerin kaldırıldığı,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın; “öğrencilerin
önündeki eğitim engellerinin kaldırılması gerektiğini” söyleyerek, önceki değişikliğin
destekçisi oldukları mesajını verdiği,
03.12.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan “Özel Öğrenci Yurtları Yönetmeliği”nin
51. maddesi ile 13.1.1989 tarih ve 89/13715 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı
ile yürürlüğe konulan Öğrenci
Yurtları ile Benzeri Kurumların Açılması, İşletilmesi ve Denetlenmesi
Hakkında Yönetmelik’in yürürlükten kaldırıldığı, yeni düzenleme ile
eski yönetmeliğin 51/c maddesinde yer alan özel öğrenci yurtlarında, dinin
veya dini hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek
faaliyette bulunmak hükmünün, kapatma nedeni olmaktan çıkartıldığı, (Ek.52)
53) Birlik Vakfı tarafından Grand Cevahir Otel’de düzenlenen ‘Meseleler ve Çareler’ konulu
toplantıda, imam hatip liseleriyle ilgili düzenlemelerin Cumhurbaşkanı’nın
13.05.2004 gün ve 5171 sayılı “Yükseköğretim
Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunu’nun” vetosunun ardından yeniden TBMM gündemine alınmamasıyla
ilgili eleştirilerle karşılaşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Yasanın
tartışıldığı dönemde, başta Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı
olmak üzere, sivil toplum örgütlerinin tepkisini “yasanın karşısına
dikilenler” olarak niteleyip, meslek liselerinde çocuklarını okutanları
çocuklarının durumuna sahip çıkmamakla suçlayarak, toplumun gerektiği
cevabı vermediğini öne sürerek, Yasanın Mecliste ikinci defa görülmemesinin
nedenini; ‘Şunu hatırlatmak
isterim, biz bunun ikincisini de yaparız, yapardık. Ama bunun bedelini siz
ödemeye hazır mısınız? Bunun bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli
ödemeye hazır değiliz. Çünkü daha önce ödenen bedeller var. Biz şimdi bu
meslek liselerinde okuyanlara da aynı bedeli ödetemeyiz. Bunun için de bu
adımı atamayız. Toplum buna hazır olduğu zaman bu adım atılır.’’
şeklinde ifade ettiği, (Ek.53)
54) 23.6.2005 günü Nizip’te halka hitap eden Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın:
“İmam hatip ve meslek liseleriyle diğer düz liseler
arasında üniversiteye girişte uygulanan katsayı farkını doğru bulmuyorum. YÖK’ün bu
tavrını tasvip etmemiz mümkün değil. YÖK şu anda, düz liselerle meslek
liseleri arasında ayrımcılık yapar durumda. YÖK bu ayrımcılığı yapma
hakkına sahip değil. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde, ‘Sen meslek, sen
düz liselisin’ ayrımı yapılmaz. Şüphesiz bunlar kendi içinde yapılmadığı
sürece o zaman bizler, yasama organı olarak yapılması gerekeni yaparız. Ben
ve çocuklarım imam-hatip mezunuyuz. Türkiye’de böyle bir ayrımcılığı kabul
edemeyiz. Sürekli olarak imam-hatip okullarını öne çıkarmak suretiyle
meslek liselerini mahrum etmek ayrımcılıktır. Bu yanlıştan vazgeçmelisiniz.
Eninde sonunda bu ülke bu sorunu
halledecek. Yavrularımızın önünü açın ki okusunlar… Katsayı adil bir yaklaşım değil. Bir defa üniversiteye girecek olan
öğrencilerin önüne böyle bir katsayı zulmünü koymak çok büyük bir
adaletsizlik. Çünkü bu bir yarış. Siz bir imtihan yapıyorsunuz.
O zaman ‘Bu imtihanı niçin yapıyorsunuz’ diye sorarlar. Eğer bir meslek
lisesi mezunu da bu imtihana giriyor ve başarıyorsa yola devam eder. Önünü
kesemezsiniz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Diğer ülkelerde,
öğrenciler imtihana katılır ve başarırsa istediği üniversiteye girer. Bunu
kendi ailemde de yaşadım. Yavrularımın hepsi arzu ettikleri üniversiteye
imtihanları neticesinde girdiler. Bu süreci icat edenler sadece meslek
liseleri noktasından bakmadılar. Niyet okuyarak baktılar ve bu niyet
okuyucuları süreci şu anda bir zulme
dayalı olarak maalesef devam ediyor… Sen YÖK yönetimi olarak başarılı
olmayı istiyorsan, ben de buradan YÖK yönetimine sesleniyorum: Şu anda
Türkiye üniversiteleri dünyada ilk 500’ün içerisinde yer alamamış. İkinci
500’ün içerisinde iki üniversite var. Birisi 600 küsur, diğer 900 küsur
sırada. Önce bunu halledin. Sen buralarda başarılı olamıyorsun, gelip
yavrularımızın önünü kesiyorsun. Bu, adalet değil.”…”Diyorlar ki, bu bir siyasi simge. Ne siyasi simgesi, ne alakası
var? Bu siyasi simge ise bu başörtülü vatandaşım sadece Adalet ve
Kalkınma Partisi de mi var? Diğer siyasi parti mensupları arasında
başörtülü yok mu? Milleti bölme yoluna gitmeyiniz. Bu ülkede başı açık olan
da örtülü olan da benim canım, ciğerim, kardeşimdir’’ …Bu ülkede imam-hatip
okulları bizim dönemimizde kurulmadı. Bu okuldakiler, tüm dersleri okuyor,
bunun yanında dini ilimleri de okuyor. Ben ve çocuklarım da imam-hatip
mezunuyuz. Zamanında bu engelleri bana da çıkardılar. Gidip bir de liseyi
bitirdik, sonra üniversiteye girdik. Bu yanlıştan vazgeçmelisiniz. Eninde
sonunda bu ülke bunu halledecektir.”
dediği (Ek.54)
5) 2006 yılı Nisan ayında Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği
(MÜSİAD) Genel Kurulu’na katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “irticanın siyasete, eğitime ve devlete
sistemli bir şekilde sızmaya çalıştığını” söyleyen Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer’e tepki göstererek, bazılarının zaman zaman “laiklik tehlikede” diyerek havayı
bulandırma gayreti içine girdiğini savunduğu, “Bu yanlıştır. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir
parti, laiklik karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı” dediği, İrticanın
ikide bir gündeme getirilmesinin yanlış olduğunu vurgulayarak, “Önce irticanın bir tanımını yapın? Eğer irtica dini siyasete alet
etmekse, Türkiye’de dini siyasete kimlerin alet ettiği bellidir. Ama eğer
siz dindar insanları siyasetten alıkoymak için bunu konuşuyorsanız, bu
millet de sizi affetmez. Bunu böyle bilin. Bu ülkede dindar insanların da
siyaset yapma hakkı vardır. “ şeklinde konuştuğu, (Ek.55)
56) Başbakan Recep Tayyip
ERDOĞAN’ın 12.02.2008 tarihinde AKP TBMM Grubunda yaptığı konuşmada,
kendisini ve partisini eleştiren Doğan Medya Grubuna hitaben “Bunların
derdi laiklik değil, menfaat hesabı. Bunlar köşeye sıkıştırma metotları.
Tehditle bizden bir şey alamazsınız. Bunların istediği düzen demokrasi
değil, diktatoryal düzen” dediği, CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’a
yönelik olarak da “İdam sehpasının
yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış
insanların söylediğini söylüyoruz. Biz
o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye
hazırız. Bu konuda rahatız.” diye söylediği, (Ek.161)
57) Başbakan Recep Tayyip
ERDOĞAN’ın 13.02.2008 tarihinde partisinin İl Başkanları Toplantısında
yaptığı konuşmada “Biz küçük olsun, benim olsun mantığı ile hareket
etmedik. Yüzde yüzün hizmetkarıyız, belli bir kesimin değil. Bizlere karşı
gösterilen bir farklı yaklaşım varsa cevapsız kalmayız. Zira bize de
inanan, güvenen bir kitle var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı
bekledi. O dille tercüman olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi.
(…) “Öfkeli olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatı. Çünkü ben
zulmü alkışlayamam, zalimi de sevmem. Yumuşak başlıysak uysal koyun
değiliz…” dediği, (Ek. 162)
58) Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 17.02.2008 günü ATV isimli
televizyon kanalında gazetecilere verdiği mülakatta “Kızlarımızın
önündeki en önemli engel birinci derecede ‘Ben ülkemde üniversiteye
gidemiyorum, neden?’ ‘başörtüm olduğu için gidemiyorum’ işte bunu aşabilmenin
gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere yönelik olarak Türkiye’de
yasalar zaten belli. (…) Kurumsal mutabakatı yüzde yüz bekleyenler bir defa
yanlışın içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz olur diyemezsiniz. (…)
Her şeyden önce sessiz duran yığınların bir temsilcisiyim. Bakın alanlara,
belli insanlar gelip toplanıyor. Onlar da benim vatandaşım ve oralarda bazı
senaryolar düzenleniyor. Sabırla izliyorum. Bulunduğum makam nedeniyle. Ama
şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim taraftarı olsam o
meydanlara 10 katını biz toplarız. (…) 5 yıl başörtüsü konusunda ses
çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (…) Din İşleri Yüksek Kurulu 1980’de
Kuran-ı Kerim’den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile
celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman
kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve
gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.” şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.163)
59) 28 Şubat 2008 tarihinde Vakıf Üniversiteleri Birliği üyelerini kabulden
sonra Başbakanlık koridorunda bazı üniversite yöneticileriyle yaptığı
sohbette türban konusunun gündeme gelmesi üzerine Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın,”Sizin üniversitelerinizin rektörleri de
ÜAK Üyesi. Ancak bildiriye imza atanlar oldu. Bu konuda daha ilkeli tavır
bekliyoruz. Bu bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz? Tavır göstermenizi
beklerdik.” dediği,(Ek.164)
60) Başbakan Recep Tayip
Erdoğan’ın 7 Mart 2008 tarihinde partisinin Uşak ilinde düzenlediği bir
toplantıda kendisine “Af yok mu?” diye seslenen bir vatandaşa, “..Af yok, suç işleyen cezasını çeker,
Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir. Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle
olması lazım…” diye yanıt verdiği, (Ek.165)
61) NTV’de katıldığı canlı yayında
Ankara Temsilcisi Murat Akgün’ün sorularını yanıtlayan Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın, Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili
olarak verdiği karar hakkında; “…Halk
3 kurumun değil 2 kurumun seçimini yapıyor. Meclis Başkanı’nı halk
seçmiyor. Bu beton bariyerler koymaktır. Biz Anayasal olarak ne
gerekiyorsa, bugüne kadar uygulama neyse bunu yaptık. Bunun dışına
çıkmadık. Kimse bize Anayasa’nın dışına çıktınız diyemez. Anayasa
Mahkemesi’nin verdiği karar çok konuşulacak. Bitmedi. Bu yargı için talihsizliktir, yüzkarasıdır. Açık net her şey
ortada.(…). Bizim adayımızın ülkemizi temsil noktasında neyi eksikti. Kariyerinden
karizmasına kadar neyi eksikti. Her
şey art niyetli.” Dediği, (Ek.178)
Tespit edilmiştir.
b- Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı Bülent Arınç’ın laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) “Girişim” dergisinde hem
kendi ismi ve hem de “Mir Mahmut
Rıza” adıyla Cumhuriyet karşıtı yazıları yayımlanan, yazdığı “Rahmetli-Bir Garip Oğlanın Hikayesi”
isimli kitabında, Atatürk’ten rahmetli diye söz eden, laiklik ve Devlet
hakkında küçültücü yorumlar yapan, hazırladığı “İlk meclis” adlı belgeseli resmi ideolojiye aykırı bulunduğu
gerekçesiyle yasaklanan Kemal ÖZTÜRK’ün, TBMM Başkanı Bülent ARINÇ
tarafından 2003 yılında “İletişim Danışmanlığı”
görevine getirildiği, (Ek.56)
2) TBMM Başkanı Arınç’ın, Dolmabahçe Sarayı’nda, ‘‘2. Değerli Eşya
Bölümü’’ nün açılışının ardından Erdoğan’ın başlattığı kamusal alan
tartışmasını sürdürerek; “Anayasa ve
kanunlarda ‘‘kamusal alan’’ diye açıkça tarif edilmiş hiçbir şeyin
bulunmadığını… Anayasada olmayan, bir kanun içerisinde yer almayan bir
kavramı kimse kendi düşüncesiyle böyle olmalıdır diye kural olarak koyamaz
ve dayatamaz’’ …”Anayasayı yapan kurum Meclis’tir. Başka hiçbir kimse
yasama yetkisini paylaşamaz’’ dediği, (Ek.57)
3) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, 2005 yılı Nisan ayında katıldığı CNN
Türk’te yayımlanan “Ankara Kulisi”
programında, Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila ile Hürriyet Gazetesi
Ankara Temsilcisi Nur Batur’un, “Meclis’e
çarşaflı bile girebilir; bir kadın milletvekiline ‘Bikiniyle Meclis’e girmemeli, yaşı geçmiş’ dediniz gürültü
koptu. ‘Laik demokratik sistemi Türk
halkı benimsedi’ dediniz. Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nden yana
mısınız yoksa gönlünüzde bir İslam devleti mi yatıyor?” sorusunu: “Sözümü sakınmam. Konumum engellemese
hiçbir haksızlığa tahammül etmem. Espri yapmış olabilirim. O hanımefendi,
‘Bikiniyle gelsem ne olur?’ dedi, kendimce cevap verdim, o da kendine
yakışır bir cevap verdi, alacağımız vereceğimiz kalmadı.” biçiminde
yanıtladığı,
“Cumhuriyetin temel ilkelerini
düzenleyen ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan Anayasa
maddelerinin hukuk mantığı içinde kendisine uygun gelip gelmediğinin” sorulması üzerine; “Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi Anayasa’da sayılmış. Anayasa’nın
değiştirilmesi teklif bile edilemez maddelerine amenna, buna hiç kimsenin
bir şey söylediği yok. Başka bir şey söylüyorum. Bu Anayasa Mahkemesi’ni Meclis’te yapacağım bir Anayasa
değişikliğiyle kaldırabilir miyim? Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin
hiçbirinde Anayasa Mahkemesi’ne benzer bir kurum yok. Tartışmaya
açmıyorum, bir şikâyetim yok. Bugün
üye sayısını, görev sahasını değiştirebilirim. Yüce Divan yetkisini alabilirim.
Her kanunun Anayasa Mahkemesi’ne gitmesini engelleyebilirim. Her şeyi
yapabilirim. Ben Meclisim. Başkana cevap vermiyorum. Cevap vermeyi arzu
etsem kisvelerimizi çıkarır geliriz, ne kadar güzel olur o zaman. AİHM
türbanı yasakladı, yaşasın; Abdullah Öcalan’ı yeniden yargılanmasına karar
verdi, yuh. Böyle şey olur mu?” şeklinde yanıt verdiği, (Ek.58)
4) Dolmabahçe Sarayında Karaman Valiliği ve Belediye Başkanlığı
tarafından düzenlenen “Karaman Türk
Dili Ödülleri Töreni”nin ardından, basın mensuplarının sorularını
yanıtlayan TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın; “Benim söylediğim şeyler, eski tabirle malumu ilandır. Yani
herkesin bilmesi gereken, aslında da bildiği şeylerdir. Ben Meclis başkanı
olarak ‘Biz istemedikçe siz yasama yapamazsınız. Sizin yaptığınız şeyi mutlaka
iptal ederiz. Biz bir karar vermekle, her şeyi kökünden hallettik’ gibi bir
tavra yabancı olduğumuzu, bunun doğru olmadığını ifade etmek istiyorum.
Yoksa sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın şahsı ve makamıyla da herhangi
bir sıkıntımız yok. Çok da iyi ilişkilere sahibiz. Ama yasama yetkisini
elinde tutan Meclis’in üstünde hiçbir organ yoktur. Bugüne kadar yoktu, bundan
sonra da olmayacak. Yasama yetkisini biz, halkımızın egemenliğinden
alıyoruz. Bunu da kimseyle paylaşmaya niyetimiz yok.” dediği,
Bir gazetecinin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
Bumin’in sözlerine atıfta bulunarak, Bumin’in bütün Avrupa ülkelerinde
Anayasa Mahkemesi bulunduğuna ilişkin sözlerini nasıl değerlendirdiğini
sorması üzerine de; “Sayın Başkan’ın
bunları söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Kendisine selam ve sevgilerimi
gönderiyorum. Türbanla ilgili olarak konuşan veya konuşamayan pek çok
insanın düşüncelerini hepimiz biliyoruz. Bu benim konumun dışında. Bu
konuya bizleri çekmeye çalışanlara ben rica ediyorum ki, sizler bu konuyu
yerli yersiz gündeme getirmeyin ki, ülkemizde bir gerginlik olmasın. Bu
konuların daha çok muhatabı biz olurduk. ‘Konuştu, ortamı gerdi’ derlerdi.
Şimdi görüyoruz ki, biz konuşmayınca başkalarının canı sıkılıyor ve onlar
konuşmaya başlıyorlar. Onlara rica ediyorum, türban konusunda konuşacak
kimseler olaya pozitif yaklaşsınlar ve çözümü konusunda öneriler
getirsinler. Bu önerilere ihtiyacımız olabilir. Ben sayın başkanın
konuşmalarıyla ilgili olarak türbanı bir kenara bırakıyorum, niçin
konuştuğu konusuna da girmiyorum. Bir siyasetçi, Meclis’in bir mensubu
olarak, Meclis’in yasama yetkisine gölge düşürecek hiçbir söze tahammül
edemem. Bu sözü hiçbir zaman kabul edemem. Bu benim sorunum değil. Ülkeyi
bağımsızlık savaşından Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten güçlü ve bağımsız bir
devlet olmaya götürenlere, Meclis’e saygı duyduğum için bunu yapıyorum. Bu
tepkisel bir davranış değil. Dünkü televizyon programını izleyenler
meseleye nasıl hukuk ve Anayasa açısından yaklaştığımı görmüşlerdir.
Türkiye sahipsiz değildir. Meclisimiz hiç sahipsiz değildir. Bu Meclis’in
sahibi 70 milyon insanımızdır. Meclis kimsenin şamar oğlanı değildir.
Bundan sonra da olmayacaktır. Meclis’in yasama yetkisini gelişi güzel
sözlerle ‘sayın başkanı dışında bırakarak söylüyorum. Başkalarının da bu
konuda niyeti olabilir’ sarsmaya, örselemeye, yıpratmaya kimsenin hakkı
yok.” yanıtını verdiği,
Bir gazetecinin “Anayasa
Mahkemesi’nin kapatılabileceğini söylüyorsunuz. Burada hukuk ne işe
yarıyor?” şeklindeki sorusunu, “(Anayasa
Mahkemesi’ni kapatırız) şeklinde bir cümlem olmadı. Anayasa Mahkemesi
kaldırılabilir, Anayasa Mahkemesi ile ilgili Anayasa’nın hükümleri
değiştirilebilir. TBMM, yasama yetkisine sahiptir. Bir örnek olarak
söylenmiştir.” biçiminde yanıtladığı,
TBMM Başkanı Arınç’ın, katıldığı bir televizyon
programında Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in geçtiğimiz günlerde
yaptığı konuşmayla ilgili kendi düşüncesinin sorulduğunu, kendisinin de
bunun üzerine şunları dile getirdiğini söyleyerek, “Sayın Bumin’in türbanla ilgili sözlerini çok önemsemiyorum. Çünkü
bu konular zaten geçmişten bu yana konuşuluyor. Herkesin hemen hemen
fikirleri aynı. Sayın Başkan’ın emekliliğine 2 ay kala niye böyle bir
konuya temas ettiği konusuyla da ilgili değilim. Bu da beni
ilgilendirmiyor. Ama beni ilgilendiren bir yönü var. Bir siyasetçi,
milletvekili, TBMM’nin Başkanı olarak Sayın Bumin’in konuşmasıyla ilgili
önemli gördüğüm husus şudur: TBMM, Anayasa’nın 7. maddesi gereğince
egemenliği halkı adına kullanır ve yasama yetkisi O’na verilmiştir. Bu
yasama yetkisi mutlaktır. Yasama yetkisini kısıtlayacak, üzerine gölge
düşürecek, bölecek, birbirinden ayıracak bir mekanizma yoktur. Yasama
yetkisini Meclis, halkının adına, egemenlik adına kullanır dedim.”
açıklamasında bulunduğu,
Arınç’ın Anayasa’yı yapanın Meclis olduğunu,
halkoyuna da Meclis’in sunduğunu ifade ettiği, Meclis’in bugüne kadar
Anayasa’nın 40’dan fazla maddesini değiştirdiğini hatırlatarak; “Anayasa’nın değiştirilemeyecek 1, 2 ve
3. maddelerinin dışında her kurum değişebilir”, “Türkiye’de demokrasi varsa, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk
devletiyse, bu Anayasa 1982’den beri yürürlükte. Bunun hükümleri milletimiz
tarafından kabul edilmişse, yasama yetkisi önüne engel koymak isteyenlere
demokratik ülkelerde ancak gülerler. Dolayısıyla eğer Anayasa Mahkemesi,
Anayasa içinde bugün hiç kimsenin tartışmadığı bir kurum olarak, hiç
kimsenin tartışmadığı bir konumda ise ama yeri geldiğinde TBMM, Anayasa
Mahkemesi üyelerini, üyelerinin seçiliş şeklini, görevlerini
değiştirebilir. Bugünkü bazı görevlerini alıp, yeni görevler yükleyebilir.
Buna hiç kimsenin itirazının olmaması lazım. Bu iktidar, muhalefet meselesi
değildir. Bütün siyasetçilerin, TBMM’nin bütün üyelerinin, yasama
yetkisinin Meclis’te olduğunu bilerek ona sahip çıkması lazım. Kim ki,
Meclis’in bu yasama yetkisini elinden almaya kalkışır, kim ki, Meclis’in
yasama yetkisine dil uzatmaya veya O’nu bölmeye çalışır, yanlış yapar. Ben
bu yanlışlığı söylemek istiyorum.”, “312.
madde nasıl değişti ki, 5 yıl önce mahkûmiyet alan bir insan, bugün bütün
sonuçlarıyla affa uğrayabiliyor. Artık suç olmaktan çıkarıldı. 158 ve 159.
maddeler değişti. Yani Anayasa’nın değiştirilebilecek hükümlerinin hepsi
Meclis, tarafından değiştirilebilir. Bazı eski Anayasa Mahkemesi
başkanlarının bugünkü sözlerine bakıyorum, yani Meclis, bir yasama görevi
yapacak. Bunun check-balans sistemi içinde kontrol mekanizmaları vardır.
Ama hiçbirisi mutlak değildir. Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa değişikliğini
tekrar görüşülmek üzere Meclis’e gönderebilir. Meclis de bunu tekrar
çıkarabilir. Sayın Cumhurbaşkanı, bunu halk oylamasına götürebilir. Halk
oylamasının sonucunu beklememiz gerekir. Ama hiçbir şey, Meclis’in yasama
yetkisini elinde tuttuğunun aksini göstermez. Anayasa Mahkemesi’ne
gidilebilir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini esas yönünden de
incelemez. Sadece şekil yönünden inceler. Niye bu kadar büyük laflar
konuşanlar, Anayasa’yı bir kere açıp da okuma zahmetine katlanmazlar?
Anayasa Mahkemesi bir kanunu iptal edebilir. Tümünü, bir ya da birkaç maddesini
iptal edebilir. Ama Anayasa Mahkemesi’ne vücut veren Anayasa’nın kendisi
diyor ki; bu mahkemenin kararları kanun koyucu yerine geçmez. Geriye
yürümez. Ancak gerekçeli olarak yayınlandığı zaman hüküm ifade eder.”
şeklinde konuştuğu, (Ek.59)
5) Başkanlığını yaptığı TBMM’nin mescidinde Kuran kursu açıldığının
yazılı basında yer aldığı, (Ek.60)
6) TBMM’nin açılışının 86. yıldönümü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı nedeniyle özel gündemle toplanan Genel Kurul’da konuşan TBMM
Başkanı Bülent Arınç’ın; “Özgürlüklerin
genişletilmesinde, yasakların kaldırılmasında ve demokratikleşmede temel
iki zorunluluk vardır: Birincisi, Anayasa’ya uygun olarak Meclisin karar
alması. İkincisi ise, milletin mutabakatıdır. Yeni bir düzenleme
yapılmasında, Anayasa değişikliğinde kurumların görüşünü almak başka bir
şeydir, kurumların mutabakat şartını aramak başka bir konudur. Dünya
üzerinde daha çok demokrasi için, sadece “kurumların mutabakatını” arayan
demokratik başka bir ülke yoktur.Türkiye’de doğal bir durummuş gibi
gösterilen bu tutumun, demokrasi anlayışımızı, özgürlüklere yaklaşımımızı
ve hukuka olan inancımızın nasıl olduğunu açıkça gösterdiği inancındayım.
Anlaşılmaz bir şekilde özgürlüklerin genişletilmesi, yasakların kaldırılması
için yıllarca bu kurumların mutabakatı beklenir olmuştur. Ancak bir
mutabakat aranacaksa sadece Yüce Meclis çatısı altında halkı temsil eden
Milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer burada bir
mutabakat sağlanamazsa gidilecek bir tek merci vardır, o da yüce milletimizin
iradesidir. Ülkenin rejimine karşı bu kadar güvensiz olunamaz. Türkiye’nin
rejimi her konu tartışıldığında sarsılacak, etkilenecek kadar zayıf
değildir. Hiç kimse Cumhuriyetten, demokrasiden, temel özgülüklerden
vazgeçme niyetinde değildir. Dolayısıyla ülkede bir rejim sorunu değil,
rejimin sahibi olma tartışması vardır. Ülke yönetiminde inisiyatif
alanlarını genişletme ya da sahip oldukları gücü kaybetmeme tartışmaları
vardır. Laikliğin, Yüce Önder Atatürk’ün, Cumhuriyetin, bayrağın, rejimin
sahibi milletin kendisidir. Milletin temsilcileri olan bizler tüm bu
değerlere bağlı kalacağımıza, sahip çıkacağımıza milletvekili olduğumuzda
yemin ettik. Bugüne kadar bu yeminimize muhalif bir tek davranış dahi bu
Yüce Meclisimiz içinde vuku bulmamıştır. Tartışmaların odağında yer alan ve
nerdeyse tüm fikir ayrılıklarının gelip dayandığı bir başka konu da laiklik
ilkesidir. Açıkça belirtmeliyim ki, Anayasa’mızın değiştirilemez maddesi
olan laiklik ilkesine, Türkiye’de karşı çıkan kimse yoktur. Bütün
tartışmalar laiklik ilkesinin farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu
yorum farkı nedeniyle kamusal alanda her dönemde farklı uygulamalar
yapılmış ve tartışma yaşanmıştır. Kamusal alan, yurttaşların ortak
meselelerini eşit ve özgürce tartıştığı alandır. Dolayısıyla her bireyin
ayrım yapılmadan haklarının korunduğu, haklardan yararlandığı ve
kendilerini özgür hissettiği bir alandır. Bu alanı güvence altına almak ve
tüm yurttaşlarına eşitçe kullanım hakkı sağlamak devletin görevidir. Kamu
yararı devletin değil, halkın yararına doğru genişletilmelidir. Devlet
kamusal alanın sahibi değil, koruyucusudur. Bu koruyuculuk; oradaki
eşitliğin, adil paylaşımın ve hizmetlerin her birey tarafından
kullanılmasını sağlamaktır. Kamusal alandaki özgürlüklerin ve hakların bir
gruba, bir kesime kayması anında devlet koruyuculuğu devreye girer ve
haksızlığı önler. Devlet kamusal alanda herkes için geçerli olan hakları
bir kesime yasaklayamaz ya da sınırlayamaz. Buradan hareketle laiklik
ilkesinin yorum farklılığını gündeme getirmek gerekir. Anayasamızın
değiştirilemez maddesi olan laiklik maddesi, ilelebet var olacaktır. Ancak
günün şartlarına, toplum yapımıza uygun olarak yorum farklılıklarını
ortadan kaldırmak gerekir. Bu, laikliğin özünü değiştirmeyecek, bilakis
toplumun bir arada daha uyum içinde yaşamasına katkı sağlayacaktır. Dünyada
birçok örneği olan laiklik uygulamasının, Türkiye’dekine benzer tek örneği
sadece Fransa vardır. Orada bile laiklikten yola çıkarak hak ve özgürlükler
bizdeki kadar kısıtlanmamıştır. Laikliği bir toplumsal barış ve uzlaşı
mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin inançlar karşısında
tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade etmesine
imkân vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin
temel işlevidir. Devlet, bu işlevi uygulayan ve tüm inançlara eşit mesafede
davranan aygıttır. Sorun işte burada başlamaktadır. Devlet, dini inançların yaşamasını teminat altına alması
gerekirken, tam tersine kamusal alanda bazı inançların yaşam hakkını, ifade
hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunu da laiklik adına yapmaktadır ki,
siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir. Bu çelişki yıllardır
Türkiye’nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez sorunları
beraberinde getirmektedir. Aydınların, siyasetçilerin ve akademisyenlerin
hep birlikte çözmesi gereken yorum farkından kaynaklanan işte bu
çelişkidir.” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.61)
7) 23 Nisan 2006’daki TBMM özel oturumunda yaptığı konuşmanın ardından
Anayasa Mahkemesi’nin 44. kuruluş yıldönümü törenine katılan TBMM Başkanı
Bülent Arınç’ın, “Konuşmanız hem
takdir gördü, hem eleştirildi. Ne diyorsunuz” sorusunu; “Türkiye büyük bir devlet. Şu anda
Türkiye’de en çok ihtiyacımız olan şey toplumsal barış. Toplumsal barış
projemizi gerçekleştirmek zorundayız. Bunun gerçekleşebilmesi için bazı
konularda elbirliği yapmamız gerekir. Bu laikliğin yorumlanmasıdır.
Laiklik ilkesine ne benim, ne başka bir kimsenin hiçbir zaman ciddi bir
itirazı olmaz. Ama laiklikten ne anladığınızı ortaya koymalısınız. Katı
laiklik uygulamasıyla insanlara sosyal hayatı bir cezaevine çevirecek
anlayışlar ne kadar zararlıysa, laikliği bir barış ve özgürlük, din ve
vicdan hürriyeti olarak tanımak ve insanların inançlarına müdahale etmemek
de o kadar toplumsal barışa hizmet edecektir.” biçiminde yanıtladığı,
(Ek.62)
8) 2006 yılı Mayıs ayında ATV de katıldığı Teke tek programda TBMM
Başkanı Bülent Arınç’ın, türban tartışmalarıyla ilgili olarak, “Kurumlar arası mutabakatı en çok
başbakan konuşuyor. Bu güzel bir şey ama, çok gerekli bir şey de değil.
Çünkü Anayasa görevi bize vermiş. Bireysel bir hakla ilgili referandum
olmaz. Kurumların mutabakatını aramak için gün geçirilmez. Kanun
çıkarılırken vekillerin mutabakatı aranır. Buradan da sonuç alınamadı
ikinci yer millet iradesi yani referandumdur. Bakalım halk ne diyecek”
ifadelerini kullandığı, “Anayasanın hiçbir yerinde, ‘laiklik şu anlama
gelir’ şeklinde bir madde yok” diye söylediği, “laikliğin,
devletin, Cumhuriyetin bir vasfı olduğunu, insanların laiklik vasfının
olmadığını” ifade ettiği, (Ek.63)
9) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, 22. Dönem 3. yasama yılını
değerlendirmek üzere düzenlediği 07.07.2007 günlü basın toplantısında; “Yaşanan tartışmaların merkezinde
başörtüsü, laiklik, YÖK, imam hatipler, Kuran kursları ve benzeri konulardır.
Ancak tartışmanın ana merkezi bizce bu konular değildir. Tartışmanın ana
merkezi özgürlüktür.
Türkiye’nin sorunu özgürlüklerin sınırını kimin belirleyeceğidir. Sınırın
Meclis tarafından belirlenmesini savunuyoruz. Bu, demokrasinin gereğidir.
TBMM, halkın temsil edildiği tek yerdir. Bu yüzden de ülkenin kaderi için
son sözü Meclis söyler. Ancak nedense bazı kurumlar ya da kişiler, bu
gerçeği kabullenmek istemiyorlar. Halk bu Meclis’i, partilerin program ve
projelerine bakarak seçmiştir. Ortaya çıkan aritmetik tablo ne olursa
olsun, Meclis’in her tasarrufu halkın kararıdır ve herkesin buna saygı
göstermesi gerekir. Dolayısıyla halka hesap verecek siyaset kurumunun,
hiçbir siyasi sorumluluğu olmayan kurumlar tarafından iş yapamaz hale
getirilmesi, bloke edilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Daha da
şaşırtıcı olan şey, ‘Meclis bu kanunu çıkaramaz, değiştiremez’, diyerek,
halkın iradesine meydan okuyanların bile ortaya çıkmasıdır.” dediği (Ek.64)
10) TBMM Başkanı Bülent
Arınç’ın, 01.06.2006 tarihinde CNNTürk televizyonunda katıldığı
canlı yayında; 23 Nisan konuşmasındaki sadece laiklik konusunu birkaç
kişinin tartıştığını ileri sürerek; ‘‘Söylediğimiz tek şey şudur: Anayasanın 2. maddesinde demokratik,
laik, sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu
niteliklerine benim de kimsenin de bir itirazı yok. Anayasanın 3. maddesi,
bu ilkenin değiştirilmesini ve kaldırılmasını yasaklıyor. Doğru olan da bu.
Laiklik ilkesine ‘evet’ diyoruz ama burada konuştuğumuz konu, bu ilke nasıl
yorumlanacak? Anayasada laiklik tarif edilmemiştir. Laiklik ilkesi söz
konusudur. Başka hiçbir yasada laiklik ilkesi tarif edilmemiştir.’’ şeklinde konuştuğu,(Ek.65)
11) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu ile 2006 yılı Mayıs ayında yaptığı mülakatta;
“Laiklik, Türkiye Cumhuriyet
Devleti’nin niteliklerinden bir tanesidir. Hiçbir itirazımız yok. Bunu
çıkaralım gibi bir düşüncemiz kesinlikle yok. Gerçek laikliğe bir itirazımız yok. Laiklik Türkiye’ye Batı’dan
gelmiştir. Bugün Batı kültürünün kendi içinde yaşattığı laiklik duygusu ile
Türkiye’de dayatılmak istenen laiklik arasında çok büyük farklar var.
Geçirdiğimiz değişimler sonucunda artık liberalizm, özgürlükler, insanların
kendilerini rahatlıkla ifade etmesi gibi bir noktaya geldik. Biz burada
laikliği din ve vicdan özgürlüğü olarak anlayabiliriz.”…”Yargıtay
içtihatlarında 1985’e kadar katı laiklik anlayışı vardır. Bu tarihten sonra
katı laiklikten ayrılmıştır. Bir içtihatta der ki: ‘Laikliğe iman etmek
mecburiyetinde değilsiniz.’ Bugün ‘dini ibadetler bile yasaklanabilir’
anlayışını kabul etmiyorum. Bir bayanın başındaki örtüsünü sokakta bile
giyemeyeceğini, taşıdığı kamusal görev sebebiyle yasaklayan bir anlayışın,
dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığını düşünüyorum. Hem ‘egemenlik
milletindir’ diyoruz, hem de millete biraz korkuyla, biraz endişeyle, biraz
şüpheyle bakıyoruz. Geçmişten beri
ceberrut bir zihniyet yani milleti ‘güvenilmez, ne yapacağı belli olmaz,
çok fazla imkan vermemek lazım’ düşüncesiyle kabul ediyorsa tartışma oradan
çıkıyor. Rejiminde, laikliğin de, demokrasinin de, cumhuriyetin de bir
tek koruyucu vardır o da Türk milletidir. Hiç bir kurum ben korurum
dememelidir.”
“Benim konuşmama bütün kurumlar
dururken, sadece YÖK’ten cevap geldiyse, ben şunu düşünürüm: Niçin sadece
YÖK? Yani halk tabiriyle yarası olan gocunur; kendilerine atfettiğimi
anladılar da onun için mi? Bunu düşünerek Sayın YÖK Başkanı Erdoğan Teziç
bana cevap verdi. Teziç ‘kuvvetler ayrımı vardır bütün yetki ve egemenlik
Meclis’te değildir’ diyor. Evet doğru. Ama sen bunların içinde yoksun! Sen
yasamayı, yürütmeyi, yargıyı temsil etmiyorsun! Senin bana cevap vermek
veya beni eleştirmek hakkın yok! Sen ne hakla kendini bu erklerden birisi
olarak görüp bana cevap getiriyorsun?!.. Yüksek öğretim YÖK’e
bırakılmayacak kadar önemlidir.”
“Biz birbirimizin görev sahasına
müdahale etmeyeceğiz. Anayasa Mahkemesi eski başkanı gözümüzün içine baka
baka: ‘Bizim kabul etmediğimiz bir konuda siz yasama yapamazsınız’
dediğinde, ben gereğini söylemiştim. Eğer yürütme ve yargı kendi
hukuklarını korumazsa, bazı kurumlar kendilerini çok güçlü görerek, bunlar
üzerinde söz söylemeye devam ederse, büyük yıpranma olur. Ben Meclis
Başkanlığım süresince Meclis’e sahip çıkmaya çalıştım.”
“Ben kamusal alan derken, halkın
özgürce paylaştığı alanlar olarak tarif ediyorum. Birisinin, burası kamusal
alandır, diyerek, yasak levhası koyması bugüne kadar Avrupa’da kabul
görmemiştir. Bazılarının anladığı gibiyse kamusal alan, orada yaşamak
mümkün değildir. Ne belediye otobüsünde, ne hastanede, ne Tapu Kadastro’da
ne belediye binası içinde, ne Meclis’te, ne Çankaya Köşkü’nde, ne şurada ne
burada... Kamusal alanı devletin hizmet verdiği alanlar olarak
sınırlamaya sokamazsınız. Burada insan, halk önemlidir. Toplumda yaşayan
insanların, eşit olarak paylaştıkları özgürlüklerden eşit olarak istifade
ettikleri alan olarak anlamak lazım. Devlet bunun koruyucusudur,
sınırlayıcısı değildir.”
“Tartışmalar yanlış yerlere çekildi,
çünkü tam demokrasi isteğine verecekleri bir cevap yoktur. Azınlık
antireformcu bir grup tarafından Türkiye’nin küresel güç olması
engelleniyor. Bunlar güçlerini Türkiye’nin daha özgür ve demokrasiye sahip
olmasına engel olmak için kullanıyorlar. Çünkü, tam demokrasi olsa bu
azınlık antireformcular güçlerini kaybederler. Demokrasi elitlerin rejimi
değildir. Demokrasi, azınlık bir grubun rejimi değildir. Demokrasi
zenginlerin rejimi değildir. Demokrasi, fakirler, mağdurlar, mazlumlar ve sokakta yaşayan herkes
için vardır. Hiçbir ayrım yapmadan her birey için vardır demokrasi. Bu
hakkı kullanmaya kimse engel olamaz.”
“Bu kızlar Türkiye’de okuyamaz Suudi
Arabistan’a gitsinler, demek hem bizim için hem kızlarımızın için aşağılayıcı
bir kelimedir. Niçin Arabistan’a gitsinler? Başı örtülü olanlar sadece Arabistan’da
mı tahsillerini görüyor? Dünyadan habersiz. Avusturya’dan Güney Kore’ye,
Avustralya’dan ABD’ye kadar bütün ülkelerdeki üniversitelerin hepsinde
çocuklar başörtülü okuyabiliyor. Niçin o ülkeleri örnek vermiyorsunuz,
Suudi Arabistan’a gidin diyorsunuz? Bunun içerisinde bir aşağılama
seziyorum. Bu söz bence bir aşağılamadır..” dediği, (Ek.66)
12) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın 2003 yılı Eylül ayında, Türkiye
Demokrasi Vakfı’nca Armada Otel’de düzenlenen toplantıda ‘Meclis ve
Demokrasi’ konulu yaptığı konuşmada “Siz
ifade özgürlüğüne tam sahip değilseniz, kapatılmamak için, önünüze engeller
çıkmaması, iktidara giderken bir takoza ayağınız takılıp da düşmemek için
yalan söylemeye, samimiyetsiz davranmaya, takiyye yapmaya mecbursunuz.”
diye söylediği, (Ek.67)
13) TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın 2007 yılı Nisan ayında Turgut Özal
Düşünce ve Hamle Derneği tarafından TBMM’ne verilen “Demokrasi Ödül Töreni”nde yaptığı konuşmada; “….1950 yılında 12 Nisan’ında Mareşal
Fevzi Çakmak vefat ettiğinde O’na görkemli bir dini tören yapılması
tartışması çıkmıştı. Tartışmaların bir kısmı sanırım yine laikliğe aykırı
olacağı gerekçesiyle yapılmıştı. Ancak sonunda halkın büyük sevgi beslediği
Mareşal için Beyazıt Camiinde büyük bir katılımla cenaze namazı kılındı ve
sonra da defnedildi. O tartışmaların içinde 23 yaşında bir genç öğrenci
lideri daha vardı: Turgut Özal. Tarihin cilvesine bakın ki, rahmetli
Özal’ın cenazesi de aynı tartışmalara sahne oldu. Ancak yine aynı görkemli
kalabalık Fatih Camiinden O’nu hakkın rahmetine uğurladı. O zaman sadece
sevenleri değil, O’nu desteklemeyenler de o cenazeye katıldı ve tekbirlerle
8. Cumhurbaşkanımız Edirnekapı’da defnedildi. O cenazede küçük kartona elle
yazılmış pankart taşınmıştı. Halkın arasından biriydi kuşkusuz. Tekbirler
eşliğinde taşınan cenazenin arkasından tutuluyordu. Şöyle yazıyordu o
kartonda: “Sivil, dindar,
demokrat Cumhurbaşkanı” Bu Özal’ın kendisiydi. Bu milletin
özlediği Cumhurbaşkanının tanımıydı. Baylar, Bayanlar son elli yılda
yaşanan tartışmaların nedeni işte bu kartona yazılmış bu tanımdır. Sivil,
dindar ve demokrat Cumhurbaşkanı taraftarları ile onun tam tersi tanımların
tartışması son elli yıldır hiç bitmedi. Bugün de tartışmanın adı budur.
Meclisimizin sivil, dindar, demokrat bir Cumhurbaşkanı seçecek olmasına yine
itiraz ediliyor. Menderes’in Başbakanlığına, Özal’ın Başbakanlık ve
Cumhurbaşkanlığına yapılan itirazların altında hep bu kimlik tanımı vardır.
Bu tanım kim ne derse desin, Türk milletinin kendi öz Cumhurbaşkanı
tanımıdır. Rahmeti Özal dindar olduğu için hakkında söylenmedik şey
bırakılmadı. “Takunyalı” gibi seviyesiz sıfatlar Özal’a ve onun çalışma
arkadaşlarına o dönemde takıldı. Cuma namazına gitmesi, bayram namazına
gitmesi, Hacca gitmesi hep eleştirildi. Sivil olması, dindar olması, demokrat olması nasıl sorun
çıkartabilirdi bu ülke için?...” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.68)
14) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, 13.11.2005 tarihinde TBMM Sabit Osman
Avcı Eğitim Tesisi’nde basınla düzenlediği sohbet toplantısında ‘‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM)
Leyla Şahin hakkındaki kararının hukuki anlamda Türkiye için bağlayıcı
olmadığını, yasaklılığı savunmadığını, bu yasakların kaldırılması halinde
de kendisinin herhangi bir kısıtlayıcı madde getirmeyeceğini düşündüğünü’’
kaydetmiştir. ‘‘AİHM bir mahkemedir
ve verdiği karar da bir yargı kararıdır. Bunun üzerinde söz söylerken,
hukuki, objektif ve adil olmak mecburiyetindeyiz. Duygularımızı işin içine
sokarsak bir tartışmayı devam ettirmiş oluruz. Türkiye’de maalesef pek çok
konu tartışma yerine kavgaya dönüştüğü için; tartışma, fikirlerini
rahatlıkla ortaya koyma yerine, birbirlerinin düşüncelerine karşı hasmane
mücadele edildiği için, çoğu zaman da ne olduğunun farkına varmıyoruz. Bu
mahkeme kararlarına karşı bir şey söylerken, ‘mahkeme kararı yüzde yüz
doğrudur, buna katılıyoruz’ deme konusunda biraz ihtiyatlı olmak mecburiyetindeyiz.
Çünkü bu mahkemenin bugüne kadar ki pek çok kararına karşı çıktık. Bu
kararları hukuki olmaktan çok, siyasi olmakta nitelendirdik. AİHM’in birçok
konuda verdiği kararı eleştirirken, sadece bu konuda verdiği kararı
alkışlamanın bir çifte standart olacağını söyleyenler, doğrusu çok da
haksız sayılmazlar.’’…’’Dolayısıyla AİHM’in bu kararının hukuki anlamda
Türkiye için bağlayıcı olmadığını, yasaklılığı savunmadığını, bu yasakların
kaldırılması halinde de kendisinin herhangi bir kısıtlayıcı madde
getirmeyeceğini düşünüyorum. Bu karar sebebiyle Avrupa ya da ABD’de de
yüksek öğretimde, yani üniversitelerinde başörtüsünün yasaklanmayacağını
düşünüyorum. Laiklik tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman
içerisinde laiklik de gelişir. Ama bugün bütün dünyada görebildiğimiz
kadarıyla, din ve vicdan özgürlüğünün genel anlamda kabul edilmesi halinde,
Türkiye’de bu sebeple laikliğin ihlal edildiğini söylemek de mümkün değildir.”…
‘‘Bu kararı yanlış bulduğumu ifade ediyorum. AİHM büyük bir yanlış
yapmıştır’’… ‘‘Buradan söylüyor ve iddia ediyorum. Hukukçulardan rica
ediyorum; Bu konunun cevabı eğer bir soru ise ‘evet doğrudur, hayır
yanlıştır...’ ikisinden biri. Doğruysa sözümün arkasına dikkat etsinler,
yanlışsa biri bana desin ki hayır 3. bir kanun daha var ki o kılık kıyafeti
tanzim ediyor, yasaklıyor veya serbest bırakıyor. Böyle bir hukuk normunu
Anayasa içinde ya da kanun olarak bulmak mümkün değildir. Anayasa
Mahkemesi, kendisine yapılan başvurular sonucunda, Anayasa’nın 2, 3, ve 4.
maddelerine atıf yaparak, ‘çağdaş giysinin böyle olamayacağı konusunda’ bir
hüküm getirmiştir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’da ve yasalarda açıkça ortaya
konulmamış bir hüküm konusunda, yorum yapmak suretiyle bir karar vermiştir.
Oysa Anayasa ve hukuk normları, mahkemeler tarafından uygulanacak
normlardır.(…) Bugün Leyla Şahin davası nedeniyle tartıştığımız konu
üniversitelerde başörtüsüyle tahsillerine devam edip edemeyecekleri
konusudur. Ve benim bu konudaki argümanın Avrupa’da ABD’de pek çok ülkede
de başörtüsüyle üniversiteye devam edilebildiği, yasaklamanın ilköğretim
okulları ve kamu görevlileriyle sınırlı olduğudur. Hukukçuların meseleye bu
açıdan da bakmasını istiyorum. 70 milyon insanı huzursuz eden yasakların
hangi anlamda konulduğunu hangi anlamda kaldırıldığını bu açıdan
düşünmeleri gerektiği için bunları söylüyorum. “Dünyanın her yerinde
inandığı mesele için doğru haklı yolda mücadele edenler sonunda bu
özgürlüklerine kavuşurlar. Yapacağınız tek şey demokrasi ve hukuk içinde
kalmaktır. Devletimizi, toplumumuzu çiğnemeden ‘benim bu hakkım var’
diyebilmeliyiz” …”Stilistler olsa da 5 tane baş örtme modeli belirlese ‘bu
siyasi simge değildir’ dese, TSE olmasa da Yüksek Öğretim Kurumu yapsa iyi
bir iş yapmış olur. Bu insanların hiçbiri devlete, Cumhuriyete, Atatürk’e
karşı değil.”…”Türkiye’de eğitim birliği olduğunu anımsatan Arınç; “Farklı
grupların okulları olsaydı, bunun yanında laik okullar olsaydı, ikili
yapıyı anlamak mümkündü. İnsanların tercih hakkı olurdu.” biçiminde
konuştuğu, (Ek.69)
15) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, 15.11.2005 tarihinde Romanya’ya
hareketinden önce Esenboğa Havalimanı’nda düzenlediği basın toplantısında
AİHM’in türban kararıyla ilgili tartışmalara ilişkin olarak, ‘‘Herkesi bu konuda dürüst olmaya
çağırıyorum’’… ‘‘Türban konusunda, ‘bu iş bitmiştir’ demekle iş bitmiyor.
Eğer bir sorun varsa bu sorunun çözümü konusunda herkesin yardımcı olması
lazım. Herkesin beyaz sayfa açarak olayda doğrudan taraf olmayı bir kenara
bırakıp toplumun, insanlarımızın huzuru için milletimizin kardeşliğinin,
beraberliğinin pekişmesi için bir çözüm bulmaya mecburuz. Ben size
soruyorum; türbana ‘siyasi simge’ diyorsunuz, türban da örtünme biçimlerinden
birisidir. Böyle bir kabul varsa, Anayasa Mahkemesi kararlarına bu girmişse
ve devletin tüm kurumları bu konuda bir hassasiyet gösteriyorsa peki
eyvallah. Türban olmasın da ne olsun ben bunu soruyorum. Benim bu soruma
kaçamak cevap vermeyin lütfen. Benim bu sorumu yanlış, gülünç,
tartışılabilir bulabilirsiniz. O zaman da lütfen sizin düşünceniz ne, siz
bu konuda bir uzlaşma meydana getirebilmek için ne öneriyorsunuz? Şimdi
Türkiye’de bir kesim diyebilir ki, ‘başını örtmek kesinlikle yasaktır ve
mümkün değildir. Bunu anlamak mümkün. Katılmazsınız ama bu bir tavırdır.
Denir ki şu veya bu şekilde başını örtmek kesinlikle yasaktır. Bunun
tartışması olmaz. Yani ‘yasaktır’ denmişse bunun azı mı, çoğu mu nasıl
olacağı konusunda kimsenin tartışmaya girmesi düşünülemez.’’ …’’Bu
kızların, bu bayanların üniversitede örttükleri şeye türban denir ve türban
bizim geleneksel baş örtülerinden birisi değildir. Bir inancın gereği
değildir. ‘Bu bir siyasi simgedir’. Buradan şunu anlayabiliriz, türban
takmamak suretiyle baş örtülebilecekse bu serbesttir. Bilmem yanlış mı
anlıyorum? Bu konuda dürüst ve samimi davranan çevreler, Türkiye’de böyle
bir çıkar yol bulmaya çalışıyorlarsa, mesela bazı toplumlarda türban
şeklinde değil de ‘geleneksel başörtüsü’ denen şekilde yok aşağıdan
bağlayarak, kelebek yaparak, önden biraz açarak, arkadan biraz fazla
bırakarak, bu tip birbaş örtmenin siyasi simge sayılamayacağı ve serbest
olacağı konusunda bir duyarlılık varsa ben teklifte bulunuyorum; diyorum
ki, türban değil, siyasi simge değil ama başını örtmek isteyen nasıl
örtsün? Siz bunu tarif edin hukukta...” dediği, (Ek.70)
16) Türbanın yükseköğretim kurumlarında serbest bırakılması amacıyla
Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisisin ittifak
yaparak Anayasanın 10 ncu ve 42 nci, Yüksek Öğretim Kanunun Ek 17 nci
maddesinin değiştirilmesi teklifini 1 Şubat 2008 tarihinde TBMM’nin
gündemine taşımaları sonrasında, 22 nci dönem TBMM Başkanı ve halen davalı
parti milletvekili olan Bülent Arınç’ın, “…İnsanlar sokakta teneke
çalmaya başladı. Yüzde 47 oy
almış bir parti, mütevazi olacağım diye, teneke çalıp gürültü yapanların
karşısında neredeyse mahcup durumda…” dediği, türbanlı öğrencileri
kastederek, “…Onlar bu kıyafetiyle
giremezken, çok sevgili arkadaşları
hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz…” diye
söylediği, (Ek.71)
Anlaşılmıştır.
c- Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün
laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) Laik devlet yapısını değiştirerek yerine
dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu
amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak suçundan hakkında dava açılan
Fetullah GÜLEN isimli tarikat liderinin yurt dışında kurduğu okullar bir
ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve işbirliği yapılması, Abdullah
Gül’ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden
istenmiştir.
Şöyle ki;
Genelkurmay Harekat Başkanlığının Mart 2002
tarihli “PKK, DHKP/C ve İrticai
Örgütlerin Avrupa’daki Faaliyetleri” adlı raporunda “demokratik yollardan devlet
kademelerinde kadrolaşarak, Atatürk İlke ve Devrimlerini ortadan kaldırıp
Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı ve bunu takiben Dünya İslam
birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği” belirtilen Fetullah GÜLEN
isimli cemaat liderinin yurt dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile
bulundukları ülke Devletleri tarafından Türkiye’nin uyarılmasına neden olan
okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve ilişki kurulması,
Abdullah Gül’ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığının bir genelgesi ile
Büyükelçiliklerimizden istenildiği,
Dışişleri Bakanlığı’nın, Büyükelçiliklere
gönderdiği bir başka genelge ile de; Milli Görüş örgütlenmesinin Genelkurmay
Harekat Başkanlığınca düzenlenen ve yukarıda sözü edilen raporda, “şer’i esaslara dayalı devlet düzeni kurmayı
amaçladığının” belirtilmesine (Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nin 1999/37 sayılı dava dosyası. Klasör no:17) ve Almanya ile
imzalanan Güvenlik İşbirliği Anlaşması’nda Avrupa Milli Görüş
Teşkilatı’ndan “köktenci terör örgütü”
olarak söz edilmesine rağmen, bu teşkilat mensuplarının yurtdışındaki
vatandaşlarımızın sorunları ve milli konularda dış temsilciliklerimizce
gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda bulundukları belirtilerek bu örgütle
temas ve işbirliği kurulmasının istenildiği, (Ek.72)
2) Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 2005 yılı Kasım ayında bir
gazetecinin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, AİHM’nin türban kararını din
alimlerinden görüş almadan vermesini eleştirdiği açıklamasını hatırlatarak
“AİHM kararından önce din bilginlerine danışması gerekir mi?” şeklinde soru
sorması üzerine “Bunu AİHM’ne
sormanız gerekir. Sayın Başbakan’ın söylediği gayet açık. Mademki din ve
inançlarla ilgili konular söz konusu, o zaman din bilginlerinden de görüş
almak gerekir şeklinde düşüncelerini paylaşmış arkadaşlarla. Bunu farklı
mecralara çekmenin bir anlamı yok. Buradaki tuzağı da gayet iyi görüyoruz
biz. O açıdan bu konularla ilgili dikkatli hareket etmeye devam edeceğiz.
İnanıyorum ki günü geldiğinde Türkiye kendi sorunlarını kendisi çözecek
olgunluğa ulaşacak.” dediği, (Ek.73)
3) Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, 2003 yılı Kasım ayında Roma’daki
AB Troykası toplantısına giderken uçakta yaptığı söyleşide Avrupa Birliği
İlerleme Raporu’nun demokrasi ve insan hakları alanlarındaki sorunlar
listesinde türban yasağının dâhil edilmemesini eleştirdiği, (Ek.74)
4) 2004 yılı Ekim ayında SKY-Türk televizyonunda soruları yanıtlayan
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, türban
yasağının AB insan hakları standartları içinde bulunmayan bir yasak
olduğunu ve günü geldiğinde bu yasağın Türkiye’de kalkacağından şüphe
duymadığını belirterek, raporda türban konusuna yer verilmemesi konusunda;
“Tabii ki bunlar AB insan hakları
standartları içinde olmayan yasaklardır. Günü geldiğinde bunların hepsi
kalkacak Türkiye’de. Ben doğrusu bundan eminim. Paris, Londra veya
Berlin’deki bir üniversitede olmayan yasakların, Türkiye’de de olmaması
gerekir. Üstelik bizim kendi
kültürümüzün bir parçasıysa hiç olmaması gerekir. Bunlara zamanla,
soğukkanlılıkla halledilmesi gereken konular olarak bakıyoruz. O açıdan
toplumun da bunları bu şekilde göreceğine inanıyorum, ama muhakkak ki bu
tip yasaklar Türkiye’de kalkacaktır. Bunlar AB standartlarındaki özgürlük,
demokrasi, insan hakları anlayışıyla bağdaşmaz. AB söz konusu olmasa bile
bunlar bizim partimizin, hükümetimizin zaten öncelik verdiği konulardır.
Bunların uzlaşma ortamı içinde çözülmesi gerektiğine inanıyoruz.”
şeklinde açıklamalarda bulunduğu,
(Ek.75)
5) Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, BM İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin kabulünün 55. yıldönümü nedeniyle özel gündemle toplanan
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu toplantısında, hedeflerinin ifade ve
inanç özgürlüğünün işkence ile terörden arındırılması olduğunu, bununla
ilgili yasal düzenlemelerin hepsinin, kararlı şekilde gerçekleştirileceğini
belirterek; “ifade ve inanç
özgürlüğünde kararlıyız; herkes inandığını yaşayabilmeli..Herkes güven
içinde, korkudan, endişeden uzak olmalıdır. Düşündüğünü inandığını
rahatlıkla ifade etmeli, inandığını rahatlıkla yaşayabilmelidir. İfade ve
inanç özgürlüğü, işkenceden ve terörden tamamen arınmak, bizim
hedefimizdir. Bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsi, kararlı şekilde
gerçekleştirilmeye devam edilecektir” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.76)
6) İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin’in, 1998
yılında derslere türbanla girmekte ısrar edince 15 gün okuldan uzaklaştırma
cezası aldığı, ardından okuldan atıldığı, iç hukuk yollarını tüketen
Şahin’in türban yasağının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, “hiç
kimsenin dinsel inanç ve kanaatlerinden dolayı eğitim görmekten men
edilemeyeceğine” ilişkin din ve vicdan hürriyetiyle ilgili 9. maddesinin
ihlali olduğunu ileri sürerek AİHM’ne başvurduğu,
Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde
görüşülen Leyla Şahin davasında Hükümet adına Abdullah Gül’ün başında
bulunduğu Dışişleri Bakanlığı kanalıyla gönderilen yazılı savunmada;
Türkiye’nin laiklik ilkesi, çağdaş eğitim konusundaki tutumu, çağdaş eğitim
ilkeleri, yasal düzenlemeler ve mahkemelerin aldığı kararlara yer verilerek,
Türkiye’de Anayasa’nın, din istismarını yasakladığı, türbanın
üniversitelerde laik eğitimle çeliştiği ve bağdaşmadığı, gericiliği teşvik
ettiği gerekçesiyle, türban yasağının Anayasa’ya uygun olduğunun
vurgulandığı, “Türbanın üniversitelerde
laik eğitimle çeliştiği ve bağdaşmadığı, gericiliği teşvik ettiği,
çağdaşlaşma yolunda bir geri adım niteliğinde bulunduğu, amacın modernleşme
ve çağdaş görüntüyü korumak olup, siyasal simge haline getirilen başörtüsü,
özgürlük sorunu değil politikacılar tarafından şeriat amaçlı kullanılmış
bir olgu olduğu” görüşü dile getirildiği, üniversitelerde başörtüsü
yasağının kaldırılmasının dinin siyasal alana çekilmesi ve siyasal araç
durumuna getirilmesi açısından taşıdığı sakıncalara da dikkat çekildiği,
Savunmada, Anayasa Mahkemesi’nin 1989 yılındaki
kararına atıfta bulunularak, türbanın kamusal alanda yasaklanmasının
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin düzenlendiği ve “değiştirilemez” maddeleri arasında
yer alan “Başlangıç Bölümü” ile “laiklik” ilkesinin yer aldığı 2.
maddesine, “eşitlik” ilkesinin
düzenlendiği 10. maddesine, “din ve
vicdan özgürlüğü”nü tanzim eden 24. maddesine ve “İnkılap Kanunlarının Korunması”nı düzenleyen 174. maddesine
uygun olduğunun belirtildiği, türbanın masum bir yaşam biçimi olmanın
dışında cumhuriyet ilke ve inkılaplarına karşı bir sembol olduğunun
vurgulandığı,
Dava sırasında Leyla Şahin’in Avukatının ek görüş
belirtmesine müteakip AİHM’nin bu ek görüşü ülkemize ileterek savunma
yapılıp yapılmayacağının sorulması üzerine Türkiye’nin Strazburg’daki
Avrupa Konseyi neznindeki daimi temsilciliği, 2003 yılı Kasım ayında
türbanın gericiliği teşvik ettiği, çağdaşlaşma yolunda geri adım olduğu,
laik eğitim ilkesine ters düştüğü, siyasilerce şeriat bayraktarlığı için
siyasi amaçlı kullanıldığı gerekçelerini içren ek savunmayı gönderdiği,
Hükümet adına gönderilen ek savunmadan bir ay sonra
Aralık 2003 başında haberdar olan ve ek savunmadaki ifadeleri öğrenen
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün
kendisini ve partisini zor durumda bırakacak ek savunmayı geri çekilmesini
istemesi üzerine Türkiye’nin 10 Aralık’ta AİHM’e başvurarak ek
savunmasından vazgeçtiğini, belgeyi geri çektiğini bildirdiği,
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, 2003 yılı Aralık
ayında, Hükümetin bilgisi dışında AİHM’ne verilen savunmayı,
onaylamadıkları için geri çektiklerini, davayla ilgili olarak yeni bir
savunma vermeyeceklerini, Türkiye Cumhuriyeti adına 2002 yılında bir
savunma verildiğini, davanın savunma aşamasının tamamlandığını belirterek,
“Dolayısıyla hükümetimiz adına yeni
bir savunma mevcut değildir. Kaldı ki, hükümetimizin konuyla ilgili
tutumunun yasaklama yerine özgürlükten yana olduğu bütün kamuoyunca
bilinmektedir’’ dediği, (Ek.77)
7) 2005 yılı Aralık ayında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Abdullah Gül’ün Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut ile
yaptığı mülakatta; “Düşünsenize ben
toplumda hak ve özgürlüklerin gelişmesi için bu kadar mücadele vermişim,
sonra da hayattaki en yakınım olan eşimin hakları için mücadele etmemem
istenecek, böyle bir şey olabilir mi? Adalet
ve Kalkınma Partisi olarak türban konusunu biz fikir ve ifade özgürlüğü
kapsamında görüyoruz ve değerlendiriyoruz. İsteyen başını örter, isteyen de
örtmez, örten de nasıl örteceğine karar verir. Meselenin benim için
özeti budur. Düşünsenize ben bu toplumda hak ve özgürlüklerin gelişmesi
için bu kadar mücadele vermişim, sonra da hayattaki en yakınım olan eşimin
hakları için mücadele etmemem istenecek, böyle bir şey olabilir mi? Ben bu
türban konusunda en zor konumdaki insanlardan bir tanesiyim. Bu İnsan
Hakları Mahkemesi’ndeki Leyla Şahin davası sürecinde de daha net olarak
ortaya çıktı. Ben devletin görüşünü ve var olan kanunları savunmak zorundayım,
bu yüzden vicdanım ile devlet işleri arasında sıkışıp kalıyorum. Ancak
Türkiye’de insanlar baş örtülmesi işine fikir ve vicdan hürriyeti
bağlamında bakmaya başladıklarında benim gibi insanların vicdanları ile
devlet kuralları arasında sıkışıp kalması da sona erecektir. Buna
inanıyorum.” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.78)
8) Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün, 2005 yılı
Kasım ayında AİHM’nin türbanla ilgili Leyla Şahin kararı üzerine
görüşlerini; “Bildiğim kadarıyla bu,
yasakları savunan bir şey değil. Bir kurumun uygulaması, o kurumun yetkisi
dahilinde diyor. Bu, yasakların devam ettiği anlamına gelmez. Bunun ötesinde
bu, Türkiye’nin kendi sorunudur. Bu tip yasaklarla Türkiye’nin bir yere
gitmesi mümkün değildir. Türkiye’de
azınlıkların dini hakları, özgürlükleri söz konusu olurken, çoğunluğun hak
ve hukukuyla ilgili konularda eğer kısıtlamalar varsa, bunlar savunulacak
işler değildir. Ama bunlar kendi meselelerimizdir. Kendi sorunlarımızı
kendimizin çözeceğimize inanıyorum. Muhakkak
ki bunların bir süresi vardır. Kimse de çıkıp yasaklarla övünmesin.
Yasakları savunmak, yasaklarla övünmek kimseye şeref getirmez, kimseye de
onur kazandırmaz. O açıdan hep
beraber günü gelecektir ki, bunların hepsi kendi inisiyatifimizle
temizlenecektir.…İleride görürsünüz, yapılır mı, yapılmaz mı? Bu bir
turnusol kağıdı gibi; kimin ayrımcılığı, kimin yasakçılığı savunduğu
görülmektedir. Çağdaşlık, demokrasi,
şeffaflık, hukukun üstünlüğü, en bireysel hak ve özgürlüklerin teminat
altına alınmasıdır. Bu olay turnusol kağıdı gibi herkesin görüşünü
ortaya koyuyor. Hükümet yasakları
kaldırmakta kararlıdır. Türkiye’nin bütün meseleleri çözülmedi. 3 sene
öncesinin özgürlükleriyle bugünü mukayese ederseniz çok farklı bir ortam
var. 3-4 sene önce neredeyse başörtülü insanlara Kızılay’ı (Kızılay
Meydanı) bile yasak edeceklerdi. Bugün öyle mi? Bunlar şüphesiz ki, hâlâ
tam bir demokratik ülkede olması gereken özgürlüklerin kullanıldığı
anlamına gelmiyor.” şeklinde açıkladığı, (Ek.79)
9) Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün 2005 yılı Kasım ayında; “Türkiye’de kadınların yüzde 70’e yakını
başörtüsü kullanırken, hâlâ üniversitelerde,
birçok yerlerde ne yazık ki sıkıntılar var. Ama bunları kesinlikle
unutmuş değiliz, bunu açık söyleyeyim. Önce bu sıkıntıyı kendi evinde
yaşayan insanlar olarak böyle bir şey söz konusu olabilir mi? Bunlar
Türkiye’ye yakışmayan yasaklardır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir
meselesi olarak da görmüyorum. Bütün Türkiye’nin meselesidir. İsteyen
başını açar, isteyen örter bu bireysel bir özgürlüktür. Bir problem varsa,
çözülecektir. Gittiğim yerlere eşimle davet ediliyorum. Zirve toplantıları
da dahil, en ufak protokol sıkıntısı çekiyor değilim. Eşime uygulanacak
protokol ne ise o uygulanıyor. En ufak bir sıkıntı görülmüyor. Milli Eğitim Bakanlığımız’ın bu
adaletsizlikleri (katsayı) gidermeye yönelik çalışmaları var, tahmin
ediyorum bu uygulamalar bu yıl geçerli olacak. Bir Anayasa değişikliği
olmadan YÖK’te reformları gerçekleştirmek mümkün değil. Türkiye’nin her
tarafında reformlar olurken, “Üniversite dokunulamaz, YÖK dokunulamaz”
demek çok mantıksız, kabul edilemez bir şey” şeklinde konuştuğu, (Ek.80)
10) Danıştay
2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366
sayılı kararı ile ilgili olarak Başbakan
Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün; “Doğrusu bunu kaygıyla karşılıyorum ve hayretler içinde kaldık. Türkiye’nin
giderek demokratikleşme eğilimine ters bir davranıştır bu. Bu yaklaşımın altında negatif
özgürlükler anlayışı vardır. Bu anlayış bildiğiniz gibi otoriter, diktatör
rejimlerin felsefesidir. Halbuki Türkiye giderek demokratikleşen,
bireyin, toplumun haklarının daha da genişletilmesine doğru bir yöneliş
içindedir. Bu, Türkiye’nin yönelişine ters bir karardır”… “Bizim anlayışımız hep pozitif
özgürlüklerden yanadır. Bu açıdan kararı yanlış ve tehlikeli görüyorum…
“Çünkü böyle bir yaklaşımla giderek, yarın oruç tutan bir öğretmeni bile,
(öğreniciye yanlış örnek oluyor) diye suçlarsınız. Çünkü görebildiğim
kadarıyla bu karar dini bir vecibeyi yanlış bir örnek olarak gösteriyor. Bunlar
çok tehlikeli ve yanlış şeylerdir, umut ederim ki düzelir. Bütün bu kararlar
alınırken, şu herkesin zihninde olması gerekir ki Türkiye giderek
özgürleşen, demokratikleşen, sivil alanı daha da genişleten bir toplum
olacaktır. Buna kararlıyız. Toplum olarak, meclis olarak, hükümet olarak
kararlıyız. Bu bakımdan bu kararın ciddi şekilde kamuoyunda büyük bir
olgunlukla tartışılacağını ve herkesin bir kez daha düşüneceğini ve
yanlışlarını düzelteceğini tahmin ediyorum.” dediği, (Ek.81)
Tespit edilmiştir.
d- Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
Çelik’in laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, mesleki teknik eğitim
mezunlarına ÖSS’de uygulanan katsayılarla ilgili sorunu yapacakları
değişikliklerle çözeceklerini söylediği,
İmam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye
girişini zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırmaya söz veren Hükümet
tarafından hazırlanan imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye
girişlerine kolaylık sağlayan, üniversiteye
giriş sınavını Milli Eğitim Bakanlığı ile Yükseköğretim Kurulu’nun
ortaklaşa düzenleyeceğini ve kılık-kıyafet yönetmeliğinin
üniversiteler tarafından hazırlanacağını öngören “Yükseköğretim Kanununda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildiği,
ancak Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği, (Ek.82)
2) Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliğinde yapılan değişikliklere ilişkin
gösterilen tepkileri değerlendiren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in
2005 yılı Aralık ayında; “Açıköğretim
Lisesi Yönetmeliğine, sırf imam hatipliler de faydalanacak diye karşı
çıkanlar, gerginliği hedefleyenlerdir… Yönetmelikte imam hatipler geçmiyor.
Bu Yönetmeliğe ‘İmam Hatip Yönetmeliği’ adını koyuyorlar. Sonra da
verdikleri bu ismi öne sürerek, gerginlik ortamı meydana getirmeye
çalışıyorlar. Bu istismardır. Bu hasmane tutumdur. Bizleri imam hatipler
üzerinden siyaset yapmakla’ suçluyorlar. Ben mi koydum o ismi? O isim senin
koyduğun isim. Biz, ‘Herkesin faydalandığı bir haktan imam hatipler de
faydalansın’ diyoruz. ‘Hayır, onlar faydalanmasın’ tavrının izahı yok.
Ortada iyi niyetle bağdaşmayan bir tutum var... Doğrusu ben ortada zerre
kadar hukuksuzluk göremiyorum. Hukuksuzluk yok, aksine, bir adaletsizliğin
bir ölçüde de olsa giderilmesi var. Eşitlik ilkesinin gereğinin yerine
getirilmesi var. Bunun dışında bir şey yok. Ama, hukuk mekanizmalarına
herkes başvurabilir. Bunun için kimseyi eleştiremeyiz….Burada, çifte
diplomadan bahsediliyor. Bir hak verilmiş. Bu haktan, İlahiyatçılar da
yararlanıyormuş. Bu haktan, Siyasal okuyanlar da yararlanıyor. O
yararlansın, öbürü yararlanmasın. Ayrımcılık mı yapalım? Eşitlik ilkesine
aykırı mı hareket edelim? Bir Milli Eğitim Bakanı’ndan beklenen, eşitlik
ilkesine aykırı hareketler midir? Yoksa, ayrım yapmaksızın bütün memleket
evlatlarını aynı muhabbetle kucaklamak mıdır?...Şimdi birileri, İmam
Hatiplilerin nefes almasına karşı çıkıyor. Yani, biz ‘Herkes nefes alacak’
dediğimizde, hemen soruyorlar: ‘İmam Hatipliler de nefes alacak mı?..’
‘Evet, onlar da nefes alacak. Onlar nefessiz kalmasın’ diyoruz. ‘Hayır’
diyorlar. ‘Onlar nefes almasın. Onlar nefessiz kalsın.’ Böyle bir yaklaşımı
kabul etmek mümkün mü? Bu, eğitime ideolojik bakmak değil mi?.. Bu saplantı
değil mi? Bu istismar değil mi?..”Bir düzenleme hazırladık. Kanun geçmiş
olsaydı, takılmamış olsaydı adaletsizlik giderilmiş olacaktı. Ancak bu
olmadı. Demokratik sistem içinde bazı uygulamalar yasayla, bazı uygulamalar
da yönetmelikle gerçekleştirilir. Önemli olan; hukuk mantığının, hukukiliğin
ön planda olmasıdır. Burada bana göre hukuk mantığı ile bağdaşmayan hiçbir
taraf yok.” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.83)
3) 2004 yılı Haziran ayında Isparta Yalvaç İlçesinde bir anaokulunun
açılış töreninde konuşan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, 2 türbanlı
kızın ellerinde bulunan pankartlara atıfta bulunarak; “meslek liselerini unutmuş falan değiliz, her şeyin zamanı vardır,
siz bir şey yapmak istersiniz, onun zamanı gelmediyse, onu bir süre
ertelemiş olabilirsiniz, ama biz bu haksızlığın bu yanlışlığın, bu zulmün giderilmesi için bundan
sonraki süreçte de gereğini yapacağız, bundan emin olabilirsiniz”
dediği, (Ek.84)
4) 2005 yılında Milli Eğitim Bakanlığı “Din Öğretimi Genel
Müdürlüğü”nce din kültürü ve ahlak bilgisi dersi müfredatında değişiklik
yapılarak, öğrencilere “dinsel
etkinlik programı” hazırlandığı, Talim Terbiye Kurulunun onayladığı
programa göre; etkinlikler kapsamında ders veren öğretmenin öğrencileri
camilere, mezarlıklara götürerek uygulamalı ders verebileceği,
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, ortaöğretimde
2005-2006 eğitim ve öğretim yılında uygulanacak din kültürü ve ahlak
bilgisi dersi müfredatında, camide abdest, namaz ve mezarlık ziyareti gibi
uygulamaları içeren etkinliklerin mecburi olmadığını belirtirken, “Müfredat hazırlanırken laiklik
ilkesinden kesinlikle taviz verilmedi. Aksine laiklik ilkesini pekiştirmek
esas alındı. Müfredatın içinde yer alan bir cümleden hareket ederek
eleştiri yöneltildi. Müfredatlarda esas olan ana konulardır. Sonra
öğrencilerin bunlardan ne kazanacağıdır. Şerh anlamına gelebilecek bir
açıklamadan, bir cümleden yola çıkarak, bütün bu dersler sanki camilerde
yapılacakmış gibi, laiklik ayaklar altına alınmış gibi bir propaganda
başladı. Öğrenciler camilere götürülecek, abdest alınacak... Bunlar
öğretmenin ne yapabileceğini anlatan bir cümledir. Bu bir mecburiyet
değildir. Ama önemli olan sizin ne dediğiniz değil, iletişimde karşı tarafın
ne anladığıdır. Bu meseleye ben de muttali olduğum zaman arkadaşlarıma
dedim ki ‘Bunları çıkarın’. Talim ve Terbiye Kurulu da çıkardı.” diye
konuştuğu, (Ek.85)
5) 2005 yılı Kasım ayında Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in,
AİHM’in Leyla Şahin kararı ile ilgili olarak sorulan soru üzerine; “Karar, hukuki olmaktan ziyade
siyasidir. Avrupa tarihinde benzeri kararlar vardır. Bu, bir çeşit Dreyfus
Davası’dır. Genelleştirilmesi sıkıntılar doğurabilir. İnsanları öteki,
beriki şeklinde ayırmak tehlikelidir. Başörtüsü takanların radikal
fundamantalizmin birer temsilcisi olarak görülmesini sağlar. Bu da vahim
bir sonuçtur… Eğer bu kararı
genelleştirirseniz, çok ciddî sıkıntılara yol açarsınız. Çünkü daha önce de
Doğu ve Güneydoğu’da ‘terör ortamında mağdur olduğunu’ beyan ederek AİHM’e
müracaat eden insanların durumunu da yine bu şekilde genelleştirirseniz,
burada da büyük sıkıntılar çıkarırsınız… Bu karar, hukuki olmaktan ziyade
siyasi bir karar mahiyetindedir… Leyla Şahin’in kocası kendisiyle aynı
dünya görüşüne sahip olmasına rağmen, kocası üniversiteye gittiğinde
herhangi bir engel çıkartılmayacak. Böyle değerlendirdiğiniz zaman karar, kadınlara karşı ayrımcılığı teşvik eden
bir karardır. AİHM’in Leyla Şahin ile ilgili verdiği kararı
genelleştirirseniz, evdeki hanımların, tarlada başörtülü hanımların, bütün
Müslüman başörtülü hanımların radikal fundamantalizmin birer sembolü,
temsilcisi olduğu gibi yoruma varırsınız. Bu da son derece vahimdir.
Mahkeme, Leyla Şahin davasında son noktayı koymuş olabilir, ama hak, hukuk
son nokta tanımaz.” dediği,
(Ek.86)
6) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, 2005 yılı Kasım ayında TBMM
Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada: Başbakan Erdoğan’ın ‘‘ulema’’ açıklamasıyla ilgili
sözlerinin ‘‘tefsire gerek olmayacak
kadar açık’’ olduğunu belirterek, ‘‘İnancım
gereği yapıyorum diyen insanın yaptığının dinde olup olmadığını tartışmak,
size düşmez’’ …’’Yapılan, dini inançlardan dolayı yapılıyorsa, tesettür
dinin emrine göreyse buna inanır veya inanmazsınız. Niçin 5 vakit namaz
…’’İsterseniz İslam dininden değil, Hıristiyan dininden örnek vereyim’’
…’’Laik devletin tanımı, ‘devletin icraatlarına dini esasları
karıştırmayan’ devlettir. Bu, Hıristiyan, ateist, Budist olur, şu veya bu
din olabilir. Sihler başlarına sarık sarıyor. Kanunlar yasaklayabilir ama
‘inancımız gereği takarız’ demiş ve takmışlar. Başbakan’ın söylediği de
bu... Öyle kabul etmek zorundasınız. Hâkim,
hukuk kararlarıyla bunu yasaklayamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik,
laik, sosyal, hukuk devletinin sahibi biziz. Hiç kimsenin uyarısına
ihtiyacımız yok.’’ şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.87)
7) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, Ufuk Kitapları’ndan çıkan ve
ilk baskısı Eylül 2002’de yapılan “Türkiye’de
Değişim, Demokrasi ve Aydınlar” adlı kitabında: “Amerika’da
Washingtoncılık, İngiltere’de Churchillcilik, Fransa’da De Gaullecülük,
Hindistan’da Gandicilik ve Pakistan’da Cinnahcılık diye bir şey yoktur,
ancak Türkiye’de üstelik resmi ideoloji haline getirilmiş Atatürkçülük diye
bir şey vardır.”…”Atatürk bir asker
ve devlet adamı idi. O, ne bir filozof ne de bir müçtehit idi. Onun altı
okta topladığı prensiplerin hiçbiri kendi icadı değildi. Kaldı ki, “altı
ok” artık onu kendine amblem yapmış partilerin mensuplarınca bile
tartışılır olmuştur. Çizginin üstünde olan her devlet başkanının kendinden
sonra bir “-cılık” bıraktığını veya birilerinin onlar adına birer icat
ettiğini bir an düşünelim. Bu işin sonu nereye varır? “…”Bütün dünyada,
milli lider olarak kabul edilmiş kimselerin değil, bizimki gibi binlerce, yüz
binlerce büstüne, belki onlarcasına bile rastlanmaz.”…”Çocukluğumda dümeni
kırık, pusulasız, sisten yararlanarak İngiliz zırhlılarını atlatacak kadar
da becerikli olan Bandırma Vapuru’nda, kaptanla baş başa soğuktan titreyen
bir Mustafa Kemal düşünürdüm. Çünkü bana böyle anlatılmıştı. Gemideki diğer
kurmay heyetinin varlığından bile söz edilmemişti.”…”Kimsenin küçümseme
gibi bir küçüklüğü gösteremeyeceği, bitmiş tükenmiş bir milletin şahlanışı
olan Milli Mücadele’de “Atatürk yedi düveli denize döktü” diye körpe
beyinlere telkinde bulunursanız ve günün birinde işgalcilere karşı
vatanperverlik örnekleri veren Şahin’ler, Sütçü İmam’lar takdir edilmekle
beraber İngilizlerin, Fransızların ve İtalyanların hiç de öyle ordularla,
silah zoruyla çıkarılmadıkları öğrenildiği zaman, tarih kitaplarında anlatılan
Milli Mücadele şaibe altına girmez mi? “…”Atatürk’ü her türlü beşerüstü
vasıftan arındırarak anlamak ve anlatmak zorundayız. Onu sevapları ve
günahlarıyla, her türlü art niyet ve karalamanın dışında ele almak aklın
gereğidir.”…”Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy Şubesi, Cumhuriyet Bayramı
(2000) dolayısıyla 24 saat kesintisiz Nutuk okuttu. Sabah gazetesi yazarı
Can Ataklı, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Dairesi’nde Yavuz Sultan
Selim ‘den beri kesintisiz Kuranıkerim okunmasına bir çeşit nazire olarak
yapılan bu faaliyeti kınayan yazılar yazdı. Ataklı haklı olarak, “Nutuk
Kuran değil, Atatürkçülük de din değildir” dedi.”…”Atatürk büstlerinin
önünde esas duruşa geçip saygı duruşunda bulunurken, özel defterlere yazdığımız
yazılarda neredeyse onun ruhaniyetinden istimdat ederken bizim yaptığımızın
adı nedir Allah aşkına? Halk ne yaparsa cehaletinin gereğidir, ama biz ne
yaparsak ayn-ı hikmettir, öyle mi?”…”Dünyanın hiçbir yerinde ülkesini
kurtarmış bir liderin öldükten sonra kanunla korumaya muhtaç hale
getirildiği görülmemiştir.”…”Hele son yıllarda Atatürkçülük askeri
darbelerin ilham kaynağı ve ideolojisi olunca büsbütün fikri ve kültürel
zeminden uzaklaşıp dogmatik ve ideolojik bir mecraya sürüklenmiştir. Hatta
Türkiye’nin itilmek istendiği laik-antilaik kamplaşmasında muharrik güç
olarak Atatürkçülüğün kullanılması tesadüfi değildir. Türkiye’de iyi saatte
olsunları çağırmayı düşünen insanların her defasında Atatürkçülüğü çıkış
noktası yapmaları da düşündürücüdür.”…”Atatürk’ü sevmek için geçmişi
ayaklar altına almak zorunda olmadığımız gibi bu ülkede yaşayan herkesi
ille de Atatürk’ü sevmek zorunda bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de
yoktur. Zorladığımız zaman o
insanları takiyyeci ve ikiyüzlü yaparız. Tahran’da lokantasına kocaman
bir Humeyni posteri asan Azeri Türkü’ne “Bunu buraya asmanız mecburi midir,
siz Humeyni’yi sevdiğiniz için mi astınız” sorusunu sorduğumda, sağa sola
bakıp kimsenin duymadığından emin olduktan sonra hafif bir sesle: “Ağa!
Mecburi değil, men Humeyni’yi hiç sevmirem, ama bizim menfeetimiz için eyi
olar” cevabını verdi.”…”1990’lı yıllardan itibaren komünizm korkunç
olmaktan çıktı. Korku mönümüze yeni bir şey ilave edildi: İslami
fundamentalizm. Bunun bizdeki adı, 200 yıldan beri “irtica” idi. Bu sefer
irticadan, sarıktan, sakaldan, cüppeden, takkeden, başörtüsünden korkmaya
başladık.”…”Genç kızlarımızın sadece
başlarını kapattıkları için eğitim haklarından mahrum edilmeleriyse kendi
başına bir dramdır…” görüşlerini
savunduğu, (Ek.88)
8) CHP Milletvekili Ahmet ERSİN’in soru önergesine karşı Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin ÇELİK’in öğrencilerinin çoğunluğunun türbanlı olduğu öne
sürülen Özel Şefkat Kolejinde yönetmeliğe aykırı bir durum olmadığını
açıkladığı, TÜBİTAK’ın ödül töreninde Milli Eğitim Bakanlığı müsteşar
yardımcısının bu okulun türbanlı öğrencisine ödül vermesi hakkında ise; “Öğrencilerin
kılık kıyafetlerine ilişkin yönetmeliğin okul içindeki düzenlemeye yönelik
olduğu, adı geçen öğrencinin diğer öğrencilerden ayrı olarak sonradan
salona geldiği ve adı okununca geldiği, günlük kıyafetiyle gayrı ihtiyari
sahneye çıktığı dikkate alındığında bakanlığımız ilgililerinin öğrencinin
başı kapalı olarak ödülünü alması hususunda kusurlu olmadıkları”
şeklinde konuştuğu, ( Ek.166 )
9) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK’in YÖK Yasasının Ek 17. maddesinde değişiklik yapılmadığı gerekçesiyle
türbanlı öğrencileri üniversitelere almayan ve Ankara’da bir toplantı
yaparak YÖK Başkanını istifaya davet eden ÜAK üyelerini eleştirerek “YÖK
Kanunu, Üniversitelerarası Kurulun görevlerini belirliyor. Bunlar arasında
yasa koyma ve kaldırma yoktur. Kurul siyaset yapamaz. Rektör adı altında
kurul adı altında, Türk milletinin iradesine karşı durmak gibi bir görevi
kimse kurula vermemiştir.” (…) “Hukuk devletinde anayasa hükmü değişse,
yürürlüğe girse bile, özgürlükleri sınırlandırıcı bir şey olmamasına
rağmen, ‘Ben üniversiteme almam’ sözünü dillendirmek kimsenin hakkı olamaz.
Üniversite rektörlerin, yöneticilerin malı değildir. Pozisyonu ne olursa
olsun, hukuk devletinde herkes haddini bilmek zorunda” dediği,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN’ın yasal değişiklik
yapılmadan üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına ilişkin genelgesi
ve sonrasında rektörleri baskılayan açıklaması karşısında hakkında görevi
kötüye kullanmak ve benzeri suçlardan suç duyurularında bulunulduğunun
basında yer alması üzerine basına demeç veren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK’in, “Soruşturma açmaya yetkim var.
Ama ben YÖK Başkanı’nın söylediklerinin suç teşkil ettiğini düşünmüyorum.
Soruşturmaya izin vermeyeceğim.” diye açıklamada bulunduğu, (Ek.174)
Anlaşılmıştır.
e- Diğer Milletvekillerinin Laikliğe
Aykırı Eylem ve Demeçleri.
1) Başbakanlık eski Müsteşarı ve halen AKP Milletvekili Ömer Dinçer’in, 19-21 Mayıs 1995
tarihinde Sivas’ta yapılan bir konferansta yaptığı ve “Bilgi ve Hikmet” dergisinin Güz 1995 Tarihli -12. sayısında
yayınlanan “21. Yüzyıla Girerken
Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” konulu konuşmasındaki “…Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini
katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin
yerinin İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum… “
ifadeleri kamuoyunda yoğun tepkilere sebebiyet verdiği,
Ömer Dinçer’in 24.12.2003 günü yaptığı yazılı
açıklamada: bu konuşmasına sahip çıkıp, yazının bir bütün olarak okunup
değerlendirildiğinde, söz konusu konuşmanın o dönemde tartışılan konuları
analiz eden bilimsel bir sempozyum bildirisi olduğunun görüleceğini
belirterek,”Yaklaşık dokuz yıl önce
halka açık bir sempozyumda bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra bilimsel
bir dergide kısmen kısaltılarak makale olarak yayımlanmış bir çalışmanın
“takiyye belgesi” türünden yakışıksız sıfatlarla ve bağlamından kopartılıp,
çarpıtılmış cümlelerle bir ‘niyet sorgulama aracı’na dönüştürülmesi
üzücüdür” diye söylediği,
Ömer Dinçer’in makalesi hakkında yapılan
eleştirilerde kişilik haklarına saldırıda bulunulduğundan bahisle açtığı ve
yerel mahkemece kabul edilen manevi tazminat istemine ilişkin dava,
temyizen yapılan inceleme üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 13.3.2006
gün ve 2005/73718 Esas, 2006/92575 sayılı hükmüyle bozulduğu,
Bozma Kararında özetle; “…Davacı 1995 yılında bir sempozyumda yaptığı konuşmasında Cumhuriyet
ve laiklik ilkelerinin yerini İslam’la bütünleşmeye terk etmesi gerektiğini
ileri sürmüştür. Davacının, ileri sürdüğü bu görüşleri Türkiye Cumhuriyeti
anayasasında yer alan değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez
nitelikteki hükümler ile bağdaşmamaktadır. Davalı da dava konusu
konuşmasında davacının bu fikirlerini eleştirmiş ve davacının Şeyhülİslam
gibi fetvalar verdiğini ileri sürmüştür. Davacı Anayasa ile bağdaşmayan
görüşler savunduğuna göre eleştirilere de katlanmak durumundadır. Davalının
davacı ile ilgili olarak söylediği sözler bu açıdan değerlendirildiğinde
eleştiri kapsamında kalmakta olup düşünce açıklaması niteliğindedir. Bu
nedenle hukuka aykırılıktan söz edilemez.” denildiği, (Ek.89)
2) 2007 yılı Ocak ayında Eskişehir ilinde imam hatip liseleri arasında
yapılan “Hafızlık, Kuran-ı Kerim’i
Güzel Okuma ve Ezan Okuma” etkinliğine katılan Eskişehir Milletvekili Fahri Keskin’in, imam
hatip mezunlarının valilik, kaymakamlık gibi görevlere gelmesi ile
yolsuzlukların önünün kesileceğini, imam hatiple ilgili verdikleri sözleri
unutmadıklarını, yeri ve zamanı geldiğinde yerine getireceklerini, bir
takım mecburiyetlerden dolayı geciktiklerini, bu okullara karşı olanların
İslamdan ve milli duygulardan uzaklaştırılmış bir nesil elde etmek amacıyla
mücadele verdiklerini, inşallah bu milletin sahiplerinin onlara pabuç
bırakmayacağını söylediği, (Ek.90)
3) İstanbul Milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan
Kuzu, İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu, Eyüp İlçe Başkanı Mehmet Er,
Üsküdar Belediye Başkan Yardımcısı Nemci Aköz’ün katıldığı İmam Hatip
Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) tarafından 30.5.2003
tarihinde Ümraniye Haldun Alagaş Spor Kompleksi’nde düzenlenen “İyi ki Varız” konulu toplantıda bir
konuşma yapan Burhan Kuzu’nun, “İmam hatip mezunlarına üniversite ve
polis okullarına girişte zulüm
yapıldığını, Anayasa’da fırsat eşitliği var. Üniversite sınavlarında İmam
hatiplilere yapılan haksızlığı kaldıracağız. Bu okullardan mezun olanların
polis okullarına alınması sağlanacak” dediği, (Ek.91)
4) AKP Ordu Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Eyüp Fatsa’nın, Ordu İslami İlimler Hizmet Vakfı tarafından
2003 yılı Temmuz ayında düzenlenen “Ordu
İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensuplarının Anı Tazeleme Yemeği”nde
yaptığı konuşmada; “Ben de imam hatip
lisesi mezunuyum. Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan da imam hatip mezunu.
Onların çektiği sıkıntıların ne olduğunu iyi biliyorum. Çok badireler
atlattık. Önümüze birçok engeller konuldu. Üniversitede okumamız
engellenmek istendi. Yüksek puanlar aldık, ancak farklı puan sistemleriyle
önümüz kesilmeye çalışıldı. Ancak bunları da aştık. Şimdi çıkaracağımız yeni YÖK Yasası’yla bu durumlar yaşanmayacak.
Bu haksızlıklar ortadan kalkacak. Okullar arası farklı puan
uygulamaları kaldırılmak suretiyle, okuması istenmeyen, ilminden irfanından
endişe edilen imam hatiplilerin yolu bu kez açılacak.” …Artık imam hatipli
olmanın mutluluğunu hep birlikte doyasıya yaşacağız. İmam hatipli olmak bir ayrıcalıktır” şeklinde beyanda
bulunduğu, (Ek.92)
5) Adalet ve Kalkınma Partisi Mardin Milletvekili Nihat Eri’nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında
2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin yeterince
verilmemesinden yakınarak “Böyle olunca da gençler illegal
örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler
kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere,
hatta örgütlere yöneliyorlar,” dediği,
Bu sözler komisyonun bazı üyeleri tarafından tepki
ile karşılaşınca, Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Eyüp Sanay’ın “…Bizi tekkeleri istiyormuş gibi zannetmeyin.(…)
Bu Türkiye’nin bir gerçeğidir. Bir Vak’adır. göz ardı edilemez. Medreseler,
tekkeler kapatıldı ama yasak olmasına rağmen bunların verdiği eğitimler bir
şekilde veriliyor. “ diye konuştuğu, (Ek.93)
6) İmam Hatip Liselerinde türban takılmasının yasaklanmasına ilişkin
Yönetmeliğin uygulanmasına tepki gösteren Antalya Anadolu İmam Hatip Lisesi
öğrencileri 10.12.2003 günü sınıflara türban ile girmek istemelerinin okul
idaresi tarafından engellenmesi üzerine yolun trafiğe kapatılarak araçları
yumruklanması, okulun tabelasına türban asılması şeklindeki eylemler
üzerine;
Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinden;
Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa’nın; “Bu sorun
çözülmeli. İşe ideoloji katılmamalı. Ancak şartları zorlamamak gerekir.
Türkiye bu sorunu aşamadığı için hep ayağına bağlanıyor. Bu iş sokakta
değil, ancak uzlaşmayla çözülebilir.” dediği,
Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın; “Hiçbir
eylemi desteklemem. Haklılar, ama sokak çözüm değil. Ancak öğrencilerin
bireysel tercihlerinin engellenmesiyle yaşadıkları ruh bunalımını görmezden
gelemeyiz. Konu, bir parti ve iktidarın her zaman tartışmaya açık tercihine
ve yaklaşımına bırakılmamalı. Farklı tercihlerimize saygı göstererek
birlikte yaşamanın çözümünü bulmalıyız. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara
gelince, ‘Bu konuyu Adalet ve Kalkınma Partisi çözer, kadroları bu konuda
samimi’ inanışıyla eylemler durmuştu. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi
kadrolarının konuyu ele almamış olması sabırlarını taşırdı.” diye
söylediği, (Ek.94)
7) AİHM’nin verdiği Leyla Şahin kararıyla ilgili olarak;
AKP Milletvekili ve Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın, türban
sorununun AİHM kararından sonra yargı yoluyla çözülmesinin mümkün
olmadığını belirterek, “Artık top
yasamada. Anayasa değişikliğinden
başka çare kalmadı. AİHM kararı, yasağı onaylayan ve genelleyen bir
karar değil. Başörtülülere diyor ki, ‘gidin kendi yöneticilerinizle bu
sorunu çözün’. Bu kararla birlikte anlaşılmıştır ki, yargı yoluyla bu yasağı
kaldırmak mümkün değil. Bu yasak yasağı koyanların ikna edilmesiyle
kaldırılabilir. İş yine toplumsal mutabakat ve yasakçıların kafasının
değişmesine geliyor. Çünkü, AİHM bu kararı ile ‘bu yasak bizim hukukumuzu
bağlamaz’ demek istiyor. Bu karar türban yasağının insan hakkı ihlali
olduğu teziyle çelişse de, o tezi çürütmüyor. Bize ‘aksini yapamazsınız’
demiyor. Tam tersi bu yasağı kaldıracak bir karar da alabilirsiniz, bu beni
ilgilendirmez’ diyor. Aksi ise yasal
düzenleme ile bunu çözüme kavuşturmaktır. Bunun yolu da Anayasa
değişikliğidir…Anayasa Mahkemesi kendisini Yasama Organının yerine
koyarak bu kararı almıştır. Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmek
gerekiyor.”,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum Milletvekili Ömer Özyılmaz’ın; türban yasağının
bu karardan sonra, Anayasa ve YÖK yasalarında yapılacak değişiklikle
kaldırılabileceğini belirterek; “sorun
kurumların birbirlerine güvensizliğinde yatıyor. Ama Cumhurbaşkanımızı ikna
etmek mümkün değil. Bu açıdan
Anayasa değişikliğiyle çözülebilecek bu sorun için Köşk seçimlerini
beklemek en uygunu. Anayasa değişikliği için ancak o noktadan sonra adım
atılabilir.”
Şeklinde beyanatlar verdikleri,
AKP Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Sadullah Ergin’in ise :
-“Evrensel insan hakları, kurumların
ya da mahkemelerin “var” demesiyle var olan, “yok” demesiyle yok olan
haklar değildir. Bunlar doğuştan, insan olmamızdan dolayı taşıdığımız
haklardır. İçtihatlar ve kararlar zamanla değişir ama evrensel haklar
ilanihaye devam edecektir. Mahkeme, Şahin lehine karar verse duracağımız
zemin yine aynıydı.” ,
- Söz konusu kararın AİHM’nin evrensel insan
hakları noktasında gösterdiği titiz tavrına gölge düşürdüğünü, türbanın
evrensel bir insan hakkı olduğunu ileri sürerek; ‘‘İnanma, inandığını kişisel hayatında tatbik etme bir haktır’’
‘‘YÖK’ün almış olduğu yasaklama kararını kendi içinde tutarlı bulmuştur. Bu
durumda YÖK’ün bu yasağı uygulamaması durumu insan haklarına aykırı
olmayacaktır. Orada ince bir çizgi var. Türkiye’de azınlıkların hakları
konusunda kılı kırk yaran AİHM’nin, çoğunluğun inancı gereği yaşaması
konusunda verdiği kararla derin bir çelişki içine düşmüştür.’’ ,
- Başörtüsünün kamusal alanda yasaklanmasının,
temel bir hak ve özgürlüğün ihlali olarak yorumlandığını, özellikle üniversitelerde
başı örtülü kız öğrencilerin derslere alınmamasının uzun zamandır
protestolara neden olduğunu kaydederek, ‘‘Türban,
kabul edin ya da etmeyin Türkiye’de bir realitedir. İdareler de halklarına
kapalı olamazlar. Var demekle var olmaz, yok demekle yok olmaz’’ ,
biçiminde beyanlarda bulunduğu, (Ek.95)
8) AKP Diyarbakır Milletvekili Cavit
Torun’un, TBMM’nin 19.6.2003 tarihli 96. birleşiminde şahsı adına
yaptığı konuşmada; “Bu ülkede
azınlıkların değil, çoğunlukların bile inanç, düşünce ve fikir özgürlüğünün
bulunmadığı bir vakıadır. Bu yönde ileri sürülen aksi fikirler, mızrağın
çuvala sığdırılmasına yetmemektedir. Hala
binlerce kız öğrenci inançları sebebiyle özgürce okullarına gidememekte,
mağduriyet ve mahzuniyet, sabır taşlarını çatlatacak duruma gelmiş
bulunmaktadır. Yine bu ülkede, ilköğretim okullarını bitirmemiş olan
çocuklarımız, inançlarının kitabını serbestçe, gidip okuma imkânını
bulamıyorlar. “ dediği, (Ek.96)
9) Ankara Üniversitesi Senatosu’nun Kuran kurslarıyla ilgili olarak; “Yasadışı gerçekleştirilen Kuran kurslarına
zemin hazırlanarak gizli din okullarına yol açılmasının, türbanın serbest
bırakılmasının istenmesinin, öğretimde dinsel pratiklere ağırlık
verilmesinin laiklikten uzaklaşıldığının göstergesidir… Laiklik, siyasal
iktidarın derinden ve kararlı uygulamaları ile hızla aşındırılmaya
çalışılmaktadır” değerlendirmesinde bulunması, Rektör Prof. Dr. Nusret
Aras’ın, TCK.nun izinsiz eğitim kurumlarıyla ilgili olarak 263. maddesinde
yapılan değişiklik hakkında milletvekillerine “laiklik aşındırılmaya çalışılıyor” şeklinde yazı göndermesi
üzerine; Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinin konuya sert tepki
gösterdikleri,
Bunlardan Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır
Milletvekili Cavit Torun’un; “Halktan ve onun isteklerinden tamamen
kopuk, hiçbir gerçekle ilgili olmayan, laiklik
dinciliği adına ahkam kesen ve inanca davet eden, milletin gerçek
temsilcilerinin halk yararına çalışmalarını ve bu alanda büyük başarılar
elde etmelerini çekemeyen, haset, kıskançlık, kin dolu paçavrayı aynen iade
ediyorum. Bunun; aziz milletimize, onun şanlı tarihine ve mukaddes geleceğine
en önemli görev ve katkı olacağı inancımı belirtiyor, Yüce Allah’ın bu Aziz
Milleti, sizin gibilerin umuduna ve düşüncelerine bırakmamasını diliyorum.”
şeklinde kaleme aldığı bir yanıtla yazıyı üniversiteye iade ettiği, (Ek.97)
10) Adalet ve Kalkınma Partisi Trabzon Milletvekili Asım Aykan’ın, 2003 yılı Aralık
ayında Türk Standartları Enstitüsü’nden (TSE) türbanın tanımı ve
boyutlarıyla bir standart belirlenmesini istediği, TSE’nün başvuru üzerine
Dünyada kriteri olmayan bir standardı üretemeyeceklerini belirttiği, (Ek.98)
11) Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Asım Aykan’ın, 2005 yılı Kasım ayında kendisine ait internet
sitesinde de bulunan açıklamasında: “Tarihin
her döneminde yönetenlerin en önemli görevi yönettikleri insanların; mal,
can, akıl, nesil, inanç, ibadet, fikir seyahat ve ticaret emniyetlerini
sağlamaktır. Mümin kadınların Allah’ın emri istikametinde başlarını
örtmeleri imanlarının gereğidir. İdarenin görevi bunu yasaklamak değil,
teminat altına almaktır. AİHM
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kararını verirken Kur’anı incelemiş,
erbabından görüş istemiş midir? Çok merak ediyorum. Allah’ın emrine
yerine getiren insanların bu hakkı elinden hangi sebeple olursa olsun
alınırken, HANGİ İNSAN HAKKINDAN bahsedilebilir? AİHM kararı sonrası
mahkemeyi otorite olarak ilân edenler, aynı mahkemenin terörist başı Öcalan
için aldığı kararı nasıl yorumlayacaklardır? Leyla ŞAHİN Hanım kızımız iyi
niyetli olarak olayı AİHM ne taşımıştır. Ancak bir Müslüman için mecburiyet
olan örtü konusunda, ayni hassasiyeti dinlerinde taşımayan Hıristiyanların
insaflı karar vermesini beklemek çokta gerçekçi sayılamaz. İslâm,
kültürümüzün temel dinamiğidir. Başörtüsü de İslâm’ın emridir. Sorunda
ülkemizin sorunudur. Çözüm getirme görevi de bizimdir. Görevimizin de
farkındayız. Problem zamanla gündemden çıkacaktır. Kamuoyuna saygı ile
duyurulur.” dediği, (Ek.99)
12) Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, Anayasa Mahkemesi’nin 43.
kuruluş yıldönümü töreninde “Laiklik
ilkesinin Türkiye için önemi” konusunda:
“…İlk kez 25 Nisan 2001 günü yaptığım
Anayasa Mahkemesi’nin 39. Kuruluş Yıldönümü konuşmasında, laiklik ilkesinin
Türkiye Cumhuriyeti için taşıdığı öneme, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
olmak üzere bu konuyu düzenleyen kimi uluslararası normlardan da söz ederek
değinmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay 8.
Daire ve İdari Dava Daireleri Genel Kurulu kararlarında türbanın inanç
gereği takılan giysi olmadığı, bir nevi simge olarak kullanıldığı, resmi
daire ve üniversitelerde başörtüsü serbestisi tanımanın bir tür yönlendirme
ve bir anlamda zorlama olduğu biçiminde gerekçelere yer verildiğini
belirtmiştim.
Bu konuşmanın yapıldığı günden bugüne
kadar geçen (4) yılda konu güncelliğini yitirmemiş, aksine giderek artan
biçimde gündemde tutulmak istenilmiştir. Ancak, bu (4) yıllık süre içinde
Anayasa Mahkemesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlar
konuya daha da netlik kazandırmıştır.
Anayasa’nın 176. maddesi uyarınca
Anayasa metni içinde yer alan “Başlangıç” kısmında; laiklik ilkesinin gereği
olarak, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılamayacağı vurgulandıktan sonra, Anayasa’nın 2., 4., 10., 14., 15.
ve 24. maddelerinde de bu konuda özel düzenlemeler getirilmiştir.
Din ve vicdan özgürlüğü konusunda
evrensel anlayışı yansıtan kurallara İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin
18., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9., Kişisel ve Siyasal Haklar
Uluslararası Sözleşmesi’nin 18., Din ve İnanca Dayalı Her Türlü
Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılığın Kaldırılması Bildirisi’nin 1. maddelerinde
de yer verilmiştir.
Türkiye’de din ve din duyguları
ile dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilerek oya çevrilmesi batı ülkelerine
göre çok daha kolay ve olağan olduğundan, geçmişte bu yola başvuran
partiler laiklik karşıtı bu eylemleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce
kapatılmış bu karara karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptıkları
başvurular da reddedilmiştir.
Ülkemizde zaman zaman kimi parti
yetkilileri, bayanların inançları gereği türban takabilecekleri, bu tür bir
giysi ile yükseköğretim kurumlarına devama engel olunmasının; Anayasa ile
tanınan temel haklardan olan “eğitim ve öğrenim hakkı” ile “inanç
özgürlüğü”ne müdahale olduğu yolunda savlar ileri sürmüşlerdir.
Oysa bu konuda Danıştay, Anayasa
Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce verilmiş pek çok kararlar
vardır ve yargının değerlendirmesine göre, dinsel nedenlerle türbanla boyun
ve saçların örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde serbestlik
tanınması, bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlama olup; kişileri şu ya
da bu biçimde giyindirip başlarını örtmeye zorlamak, dinsel inanç ve
görüşler nedeniyle gençler arasında çatışmalara neden olacak ortamın
yaratılmasını sağlayacak, hatta aynı dinden olanlar arasında bile
ayrılıklar yaratacağından, bu davranış biçimi laiklik ilkesine aykırı
düşecektir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin başörtüsüne ilişkin istikrar bulmuş kararları varken,
kimi yazılı ve görsel yayın organlarınca bu konunun gündemde tutulmaya
çalışılması, kimi siyasal partiler yetkililerince de, yasal düzenlemeler
yapılarak, türbanla öğrenim yapma olanağının tanınacağı yolunda beyanlarda
bulunulması, bu konudaki yargı içtihatlarını bilmemekten kaynaklanmıyorsa,
din duygularını kullanarak siyasi avantaj sağlamaya yöneliktir.
Anayasa’daki laik düzenlemeler
kaldığı sürece, türbanlı kızların yükseköğretim kurumlarına öğrenci
sıfatıyla, öğrenimlerinden sonra da resmi dairelere kamu görevlisi olarak
girmelerini sağlayacak tüm yasal düzenlemeler Anayasa’ya aykırı olacaktır.
Hatta bu konuda Anayasa’ya kural konulsa bile bu kez, Anayasa’nın bu yeni
kuralı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olmayacaktır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi’nin,
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na eklenen “EK MADDE 17”de yer alan;
“yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim
kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.” kuralının iptali istemiyle
açılan davada, 2.4.1991 günlü, Esas: 1990/36; Karar: 1991/8 sayılı kararla
başvurunun reddine karar verdiğinden söz edilerek, yükseköğretim
kurumlarında türban takılmasını sağlayacak yasal düzenleme yapılabileceğini
söylemek, ya anılan kararın gerekçelerini bilmemek veya gerekçe gözardı
edilerek sadece sonuç bölümüne bakıp değerlendirme yapmaktır. Bilindiği
gibi, Mahkeme kararları gerekçeleri ile bir bütün teşkil eder, idareyi ve
yasamayı bağlar. Başka bir söylemle, kararların sonuç bölümüne anlam
kazandıran kararların gerekçeleridir.
Söz konusu kararın gerekçesine
bakıldığında, hiçbir duraksamaya yer kalmayacak biçimde yükseköğretim kurumlarında
türban takılmasına olur veren açıklama bulunmadığı görülecektir. Aksine, bu
konudaki açıklamalar yapıldıktan sonra ilgili bölümün sonunda; “...sonuç
olarak, ister dini inanç gereği olsun, isterse başka nedenlerle olsun,
yükseköğretim kurumlarındaki kılık-kıyafetin çağdaş duruma ters düşmemesi
gerekir.” denilmektedir.
Açıklanan nedenlerle, bu kararın
sonuç bölümünde “başvurunun reddine” denildiğinden hareketle, yasal düzenleme
yapılarak türbanlı kız öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına devamının
sağlanabileceği söylenemez. Bu konuda yapılacak yasal düzenlemenin, 2547
sayılı Yükseköğretim Kanunu’na eklenen Ek Madde 16’nın iptaline ilişkin
7.3.1989 günlü, Esas: 1989/1; Karar: 1989/12, Refah Partisi’nin temelli
kapatılmasına ilişkin 16.1.1998 günlü, Esas: 1997/1; Karar: 1998/1, Fazilet
Partisi’nin temelli kapatılmasına ilişkin 22.6.2001 günlü, Esas: 1999/2;
Karar: 2001/2 sayılı kararlarla Refah Partisi’nin kapatılmasına ilişkin
Anayasa Mahkemesi kararına yapılan itiraz sonucu Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi 3.Dairesince verilen 31.7.2001 günlü ve 41.340/98 sayılı, bu
karara yapılan itirazın reddine ilişkin 31.02.2003 günlü ve aynı sayılı
Büyük Daire kararlarına aykırı olacağı kuşkusuzdur. ...” şeklindeki
sözlerine karşı:
Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili İrfan Gündüz’ün, Anayasa Mahkemesi
Başkanı Mustafa Bumin’in “Önüne
konulan metni daha önce okumadan hazırlıksız yakalandığını” iddia
ederek; “Geleceğe ambargo koyan bir
hukuk sistemi olmaz. Toplumda bu konuda mutabakat var. Türban konusunda
Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum mudur?” dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek’in, vekil imam ve
hatiplere kadro olanağı sağlayan tasarının TBMM Genel Kurulu’nda
görüşülmesi sırasında, 27.4.2005 günlü 90. Bileşimin 4. oturumunda Adalet
ve Kalkınma Partisi grubu adına söz alarak; “Sayın Anayasa Mahkemesi Başkanımız Mustafa Bumin, geçmişten ibret
almamışa benziyor; geçmişte, bu metodu kullanarak, durup dururken, bu
konuyu gündeme getiren, taşıyan ve emekli olanlar, belli bir süre sonra,
‘kullanıldık ve bir yerlere atıldık’ diye hala bağırmaya devam
ediyorlar”…Dini, ahlaki ve kültürel değerlerimiz, toplum önünde, sorumsuz
ve liyakatsiz kişiler tarafından, hala tartışılmaya devam ediyor. “Ülkemizde, hiçbir kimsenin, Anayasanın
ona verdiği yetki ve görevin dışında misyon yüklenerek ortaya çıkması düşünülemez.
Ne gariptir ki, Türkiye’de gündem oluşturmak istendiğinde ilk ele alınmak
istenen konu, din ve dinî değerlerimizdir; günah keçisi yapılmak istenen
kurum ve kuruluş ise, Diyanet Teşkilatı ve onun müntesipleridir. Başörtüsü,
imam-hatip lisesi, cami, Kur’an kursu gibi konular, zamanlı zamansız,
yeterli yetersiz kişiler ve kuruluşlarca, hiç gereği yokken dile
getirilmekte ve tartışmaya açılmaktadır. Bu tartışma, hem Yüce dinimize hem
Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatımıza zarar veriyor demiştik. Bu
bağlamda, Anayasamız, diğer kurumların yetkilerini belirlediği gibi, Anayasa
Mahkemesinin de görevlerini, yetkilerini belirlemiş ve sınırlamıştır. Hiç kimse ve hiçbir kurum, ülkemiz
insanını Allah ile kanun arasına sıkıştırmamalıdır. İnsanlarımız, bir
tarafta Allah’a ibadet maksadıyla uygulamalarda bulunmak isterken önüne
farklı engeller konulmamalıdır. Bugünlerde durup dururken başlatılan türban
tartışmasının çözümüne muhatap, kesinlikle Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kuruludur. Anayasa Mahkemesinin içtihatları neyse,
dinî konularda anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulunun içtihatları da odur. Ülkemizde kurum
ve kuruluşlar arasındaki yetki, kavram tecavüzü ve kargaşası mutlaka önlenmelidir.
Bu, iktidar -muhalefet, hepimizin görevidir. Mesela, hiçbir kurum ve kuruluş, Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulunun görevini üstlenmemelidir; buna, hiçbir hakkı ve
salahiyeti yoktur. Anayasa Mahkemesinin, kendisini, Parlamentonun üzerinde
görmesinin de gereği yoktur..” dediği, (Ek.100)
13) Yozgat Milletvekili Mehmet
Çiçek’in 2006 yılı Şubat ayında Star Tv’de katıldığı bir programda
Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve
2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; “Mahkemenin vermiş olduğu bu kararla Avrupa’da yaşadığımız
yanlışlığı Türkiye’de yaşayabiliriz. Türkiye toplumu Allah’la kanun
arasına, Allah’ın emriyle kanunun emri arasına sıkıştırılmamalıdır.”…”Kamu alanı ne demek? İslam, dini
hayatın her safhasında yaşanmayı emreden bir dindir. Affedersiniz
insanların tuvalette nasıl davranacakları belirtilmiştir, kurallaştırılmıştır.
O zaman bir hâkim karar vermeden önce Kuran’daki bu ayete bakacak, bu ayeti
insan nerede uygular, nerede uygulamaz”...”Dini konu olduğu için bakmalı.
Dini bir konuysa, hâkim elbet, “Acaba ben bu kararı verirsem sonuç ne
getirir” diye bakmalı(…) Ahlaki bir konuysa ahlaki değerlerimize
bakmalı. Kimi başörtüsü diyor, kimi türban diyor, kimi sıkmabaş diyor, kimi
soğanbaş diyor, sarımsakbaş diyor. Bu kadar gülünç hale geldi bu iş. Artık
bir hâkim “bu konuda gerçekten din ne diyor...’ Dinin dediği yer de
Kuran’dır, şahıslar değildir.”…”Türkiye demokratik, laik bir ülkedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kuruluştur. Başörtüsü ile ilgili
karar verme, neyin dini, neyin dini olmadığına karar verme görevi Diyanet’e
aittir.”…”Şimdi yarın bir başka mahkeme de, “5 vakit namazı 1 vakte
indirdik, cuma namazlarını kaldırdık” dese. Böyle şey olur mu?”
şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.101)
14) 2006 yılı Nisan ayında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Kur’an-ı
Kerim ve İstiklâl Marşı’nın okunmasıyla başlayan İlim Yayma Cemiyeti’nin
52. Genel Kurultayına Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Ulaştırma Bakanı
Binali Yıldırım, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Sekreteri İdris Naim
Şahin, Adalet ve Kalkınma Partisi İstanbul Milletvekilleri Burhan Kuzu,
Hüseyin Kansu, Sakarya Milletvekili Süleyman Gündüz’ün katıldıkları,
İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza Akbulut’un
yaptığı konuşmada, “Yasaklar
sebebiyle İmam Hatip lisesi ve Kur’an Kursu öğrencileri çok azaldı.
İlköğretim çağındaki çocukların dinini öğrenmeleri hâlâ mümkün değil.
Hâlbuki AB ülkelerinde din eğitiminin okul öncesinden başladığını
biliyoruz. Eğitimde fırsat eşitliği yok. Özellikle İHL öğrencilerine uygulanan haksızlık, hâlâ giderilemedi. İmam
Hatip Lisesi öğrencilerine normal lise öğrencilerinin sahip olduğu haklar
verilmeli. Öğrencilerin kılık kıyafetleriyle uğraşılmaya artık son
verilmeli. Yabancı dil ile eğitim gün geçtikçe genişliyor. Eğitimin her
kademesinde dine ihtiyaç vardır. Eğitimde gösterilen bir eksikliğin zararı,
yıllar sonra da olsa çıkar. Bugün okullarda kötü alışkanlıkların faturasını
ağır ödeyebiliriz. İlk ve ortaöğretimdeki din eğitimine önem verilmeli.
Çocuklarımıza Peygamberimiz’i anlatmalıyız. Peygamberimiz, her genç için
model olmalı” dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Sekreteri İdris Naim Şahin’in “Bizim
kendimize göre stratejilerimiz var. Değişen Türkiye’de siyasetin yeni
diliyle konuşmak gerekir. Konuşurken de geçmişten ders alarak yolumuza
devam edeceğiz. Biz empati yaparak, olayları anlamak zorundayız.
İktidar da bunu gerektiriyor. Herkesin kendisine göre bir yöntemi var.
Bunlar da normaldir. Eleştirilerde insaflı davranmak gerekir” ,
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın ise
“Reformlar
sancılı olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar
gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana
ihtiyacımız var. Önemli olan
bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da
bu şekilde devam edeceğiz. Devam ederken de gerekenler yapılacak.”
şeklinde konuştukları, (Ek.102)
15) Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Akif Gülle’nin 2006 yılı Şubat
ayında, Danıştay 8. Dairesinin Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliğinin,
imam-hatipliye çifte diploma olanağı veren ve böylece katsayı engeline
takılmadan üniversiteye girme olanağı sağlayan hükmünün yürütmesini
durdurma kararına tepki göstererek “Danıştay
kararından öte, eşit yarışma şartlarında olmak isteyenlerin talebini YÖK’ün
yargıya taşımasını olağanüstü yadırgıyorum. Yanlış buluyorum. Buradaki
düzenleme sadece meslek liselerine eğitimde fırsat eşitliğinin
tanınmasıdır. Bunlara bir tolerans gösterilmesi değildir. Bu düzenlemeyi
yargıya götürme ihtiyacı hisseden YÖK, düşünülmesi gereken bir organ. Beni
en çok üzen YÖK’ ün bu konuyu yargıya götürmesi.” dediği, (Ek.103)
16) TBMM’de gazetecilerle sohbet eden Adalet ve Kalkınma Partisi Grup
Başkanvekili İrfan Gündüz’ün, 8
yılık kesintisiz temel eğitimi eleştirerek, ‘‘İmam hatiplerin önüne kesmek için çıkarılan kanun, gençliğin,
mesleki eğitimin, hatta Türkiye’nin önünü kesti’’…”Misyonerlik faaliyetleri
alabildiğine arz-ı endam ediyor. Misyonerlik faaliyetleri bu kadar cirit
atarken toplum niye sessiz kalıyor? Bugün Türkiye’de din eğitimi, 15
yaşından önce yasak. 15 yaşından sonra hangi din eğitimini vereceksiniz?
Tabiat boşluğu sevmez, sizin boş bıraktığınız alanı birileri gelir
doldurur. Rahşan Hanım da geçenlerde (din elden gidiyor) diye feryat
ediyordu. Fakat bunu kendileri yaptılar. Camilerde verilen yaz Kuran
kurslarına 15 yaşından küçüklerin gönderilmesi yasak. Bu kanunu çıkaran da
Ecevit’in başkanlığındaki hükümetti. Biz o zaman feryat ettik. Bu yasakların hepsini kaldırmak lazım.
Misyonerliği yasaklayalım anlamında değil. Bunlar söylensin, toplumda
tartışılsın. Türkiye artık şekille uğraşmak gibi bir yanılgıdan kurtulma
olgunluğuna erişti diye düşünüyorum. Baş açma, kapatmak değil... İnsanların
beyninin içi, eylemleri, icraatları önemli.’’ şeklinde beyanda bulunduğu,
Türban konusuyla ilgili olarak da “Sayın Başbakan eşiyle Beyaz Saray’a, Versay’a,
Kremlin’e gidiyor sorun olmuyor. Ama bizim Çankaya’ya gitmesi büyük problem
oluyor. Çankaya’nın uçağına
binmesi bile problem oluyorsa Türkiye böyle küçülen bir dünyada böyle bir
yanlışa ne kadar direnebilir? Ben gideceğini sanmıyorum’’ … ‘‘Zamanı
gelirse adımlar atılır, birisi bu adımları atar”,
Misyonerlik konusunda Türkiye’de herhangi bir
verinin olmadığına işaret ederek; ‘‘Türkiye’de köpekler serbest taşlar ise
bağlı görünüyor. Akşam televizyonlarda gösterilen ayini Türkiye’deki yerli
bir tarikat veya imam yapsa, kıyamet kopar. Ama Kanadalı göçmen yapıyor, fazla ses çıkmıyor. Türkiye’de
Müslümanların önünün açılması lazım ki biz de kendi dinimizi savunalım,
doğruları anlatalım. Bu, özgürlük ortamında çözülür. Türkiye’de sıkıntı,
Müslümanların pek çok konuda bağlı olmasından kaynaklanıyor. Diyanet bile
bu konuda üzerine düşeni yapamıyor”,
“Türkiye’de bazı meselelerde sistem
gelip önümüzü tıkıyor. Zamanı
geldiğinde bu adımlar atılacak. İktidarların görevi meseleleri çözmek.
Biz toplumda gerilim ve gerginlik yaratacak hiçbir konuda, ekonomik
istikrarı gölgeleyecek adım atmak istemiyoruz. Öncelikle bu sefaletin
ortadan kaldırılması lazım. Amacımız, bu meseleleri, tek başına (dediğim
dedik, çaldığım düdük) mantığıyla getirmek yerine, toplumda geniş konsensüs
yaratarak çözmektir’’ “Bunlarda toplumsal konsensüs olması
gerekir. Konu her gündeme geldiğinde (imam hatiplerin önü açılıyor) diye
saptırılıyor. İmam hatiplerin önünü kesmek için çıkarılan kanun, gençliğin,
mesleki eğitimin, hatta Türkiye’nin önüne kesti’’,
şeklinde görüşlerini ifade ettiği (Ek.104)
17) Eğitim özgürlüğünü kısıtlıyor gerekçesiyle İslami
kesimde büyük tartışma yaratan, yeni TCK Tasarısının 263. maddesinin
birinci fıkrasında yer alan “Kanuna
aykırı eğitim kurumu” başlıklı “yasadışı
eğitim kurumu açan ve işletenlere, bu kurumlarda kanuna aykırı olarak
açıldığını bildiği halde öğretmenlik yapanlara yönelik 6 aydan 3 yıla kadar
hapis cezası öngören” ve ikinci fıkrasında “yukarıdaki fıkrada gösterilen yerlerin kapatılmasına da karar verilir”
şeklindeki düzenleme ile ilgili olarak, AKP’li Hasan Kara ve arkadaşları
tarafından verilen ve teklife 29. madde olarak yerleştirilen “Kanuna aykırı eğitim kurumu açan veya
işleten kişi 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezası veya adli para cezası ile
cezalandırılır” yönündeki değişiklik önergesi TBMM Genel Kurulunda
27.5.2005 tarihinde kabul edilerek “5357
sayılı Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” olarak
yasalaştığı, 765 sayılı TCK’nunda bu suçlar için 6 aydan 2 yıla, 1
Haziran’da yürürlüğe girecek 5237 sayılı yeni TCK’da ise 6 aydan 3 yıla
kadar hapis cezası öngörüldüğü, yeni düzenleme ile üst sınırın 3 yıldan 1
yıla indirilerek hapis cezasının erteleme kapsamına alındığı, yalnızca adli
para cezasıyla cezalandırılma olanağı getirildiği, kanuna aykırı olarak
açılan eğitim kurumlarında (Kuran kurslarında) eğitim veren öğretmenlere
ise herhangi bir ceza öngörülmediği, kapatma yaptırımının da kaldırıldığı,
Cumhurbaşkanlığının 3.6.2005 gün ve 451 sayılı
yazıları ile; “Düzenlemeyle yasaya
aykırı eğitim kurumlarının açılıp işletilmesi özendirilmekte ya da
çalışmalarını sürdürmesine olanak sağlanmaktadır. Mevcut yasalarda yer alan
hükümlerin hedefi ise ayrılıkçı terör örgütlerinin, misyonerlik
etkinlikleriyle uğraşanların ve din devleti yanlısı tarikatların, devletin
ilgili kurumlarından izin almadan, yasadışı yollarla okul ya da kurs
açmalarının önlenmesi; böylece, sapkın yöntemlerle gençlerin çağdışı,
bölücü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı biçimde
eğitilmelerinin önlenmesi olduğu açıktır. Söz konusu düzenlemede ise bu
hedefin korunmadığı görülmektedir.”…”Yeni düzenlemeye göre yasaya aykırı
olarak açıldığı saptanan eğitim kurumunu açan ve işleten kişi ya da kişiler
yargılanıp yalnızca adli para cezası ile cezalandırılabilecek; bu tür
yerlerde öğretmenlik yapanlar ise cezalandırılmayacak, bu yerlerin
kapatılabilmeleri de yönetimin takdirine kalacaktır.”…”Devletin görevi
yasalara aykırı eğitim kurumlarını yaşatmak değil, temelli ortadan
kaldırmaktır. Devlet, yasaya aykırı eğitim kurumlarının açılmasını,
yapacağı düzenlemelerle başından önlemek zorundadır.”…”Suç cezasız
kalmamalı.”…”Tüm kurumlar için olduğu gibi, eğitim kurumlarının da açılıp
işletilmesinin yasalara uygun olması zorunludur. Kurumlar, kurumları
işletenler ve bu kurumlarda çalıştırılacakların yasal koşulları ve
nitelikleri taşımaları kamu düzeninin zorunlu gereğidir. Bir eğitim
kurumunun yasaya aykırı olarak açıldığının yargı yerince saptanması
durumunda, bu suçun cezası mutlaka kapatma olmalı, suç, kurum yönünden
cezasız kalmamalıdır.(…)”Yasaya aykırı eğitim kurumlarına kapatma cezası
verilmeyerek, kapatma işleminin bir yönetsel işleme, yöneticilerin
takdirine bırakılması, yasaya aykırılığa süreklilik kazandırabilecektir ki
bu durumu hukuk devleti ilkesiyle bağdaştırmak olanaksızdır.”…”Demokrasiyi
ve çağdaş değerleri özümsemiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş,
her türlü dogmadan uzak kalıp sorgulayabilen, özgür düşünceli bir gençlik
yetiştirmenin ve ulusun aydınlık geleceğinin temel koşulu, bu amaçlara
odaklanmış eğitim kurumları ve eğitim personeline sahip olmaktır. Bu da
ancak anayasal ilke ve kurallar çerçevesinde çıkarılmış yasalarla
sağlanabilir.”…”Devletin eğitim ve öğretimdeki gözetim ve denetim görevi,
laiklik ve bunun eğitimdeki yansıması olan öğretim birliği ilkesine aykırı
etkinlik ve öğretim yapılmasına izin verilmemesi görevini de
kapsamaktadır.”…” Anayasanın 1. maddesinde, cumhuriyetin niteliklerinin
değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin önerilemeyeceği kurala bağlanmıştır.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerinden olan laiklik, anayasal
içeriğiyle güvence altına alınmıştır. Anayasanın başlangıç bölümünde,
hiçbir etkinliğin Atatürk ilke ve devrimleri karşısında koruma
göremeyeceği, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının devlet işlerine
ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilmiştir.”…”Anayasa,
bireyin inanç alanında kaldığı sürece din ve inanç olgusuna sınırsız bir
özgürlük tanımakta, buna karşın toplumsal yaşamı etkilediğinde, açığa vurulduğunda
kamu düzenini koruma amacıyla bu özgürlük sınırlanabilmektedir. Bu
bağlamda, devlet, dinin kötüye kullanılmasını ve sömürülmesini önleyecek
önlemleri almakla yükümlü kılınmıştır.”…”İkili öğretim kaos yaratır.”…”Öğretim
birliği ilkesinin amacı, akla ve bilime dayalı programlarla çağdaş uygarlık
hedefine yönlendirilmiş yurttaşlar yaratmaktır. İkili öğretim, yani bir
yanda akla ve bilime, öte yanda dinsel öğretiye dayalı öğretim toplumda
ikiliğe yol açacak, kaos ve karmaşa yaratacaktır.”…”Bir yandan eğitim
kurumlarının, bu bağlamda Kuran kurslarının Atatürk ilke ve devrimleri ile
çağdaş bilim ve eğitim esaslarına aykırı eğitim verip vermediği devletin
gözetimi ve denetimine bırakılırken, öte yandan da Kuran kursu öğreticiliği
gibi dini hizmetleri yerine getirebilecek elemanların yetiştirilmesi görevi
devlet okullarına verilmektedir. Devlet gözetimi ve denetiminin olmadığı ya
da sonuç vermediği ortamlarda dinsel ve bilimsel ikili eğitimin gelişip
yerleşmesi kaçınılmazdır.”…”Açıklanan nedenlerle, incelenen yasanın 3 ve
29. maddelerindeki düzenlemeler; hukuk devleti, eşitlik, laiklik, ülke ve
ulus birliği, öğretim birliği ilkeleriyle, cumhuriyetin kuruluş
felsefesiyle, çağdaş ve bilimsel eğitim anlayışıyla bağdaşmamakta, toplumun
adalet duygularını incitecek nitelikte bulunmaktadır.” şeklindeki
gerekçelerle veto edilen metin TBMM Genel Kurulunun 29.6.2005 günlü
oturumda aynen kabul edilerek, 5377 sayılı Yasa olarak Resmi Gazete’nin
8.7.2005 tarihli sayısında yayımlandığı,
Yasa’nın Anayasaya aykırı bulunduğu iddialarına
karşı; Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu’nun;
“Biraz olayı abartıyoruz. Bu laiklik, cumhuriyet, ceza 6 ay olunca
kurtuluyor da, 5 ay olunca tehlikeye mi düşüyor? Kaçak Kuran kursu olmaz,
Kuran kursu olur. Bu madde Kuran kurslarını kapsıyorsa bu maddedeki 3 ay
ceza da yanlıştır, utanç vericidir. Hiç kimse dininin kitabını öğretiyor
diye cezalandırılamaz. ‘‘İzinli Kuran kurslarına öğrenci gitmiyor’’
deniyor. Siz kalkıp da şu yaşa kadar Kuran öğretilemez diyemezsiniz..”
dediği, (Ek.105)
18) TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan
Kuzu’nun, Bahçeşehir Üniversitesi tarafından 2005 yılı Mayıs ayında
Beşiktaş Yerleşkesi’nde düzenlenen ‘Siyaset
ve Liderlik Okulu’ kapsamında ‘Bağımsızlık
ve Hürriyet’ konulu yaptığı konuşma sonrasında, yeni TCK ve yasaya aykırı eğitim kurumlarına yönelik madde
hakkındaki tartışmalarla ilgili bir soru üzerine, bu maddenin komisyonda da
tartışıldığını, hapis cezasının önce 3 yıla, sonra 1 yıla indirildiğini,
Yasada ‘Kuran kursu’ değil, ‘izinsiz eğitim kurumu’ denildiğini belirterek ‘‘Neticede devletin valiliği, savcılık
takip edecektir, yasadışı bir durum olursa gerekli şey yapılır. Sonuç
itibariyle biz insanların özgürlüğünü savunalım. Ama bir boşluk olursa onu
düzeltiriz” …Kuran kursunun yasağı mı olur? Hepimiz evde öğrendik. ‘Kaçak yapı’ gibi söylüyorsunuz.
Yasadışı dediğimiz izinsiz yapılan şeyler, ille de hapis vermek gibi bir
şey olamaz... Bana sorarsanız hiç ceza vermemeniz gerekir... Şahsi
kanaatim bu. İlgili soruşturma
açılır, varsa bir suçu, para cezası mı olur, başka bir şey mi olur
yaparsın. Orada yasadışı bir faaliyet varsa, örgüt anlamında, o zaten ayrı
bir suç. Yasadışı örgüt kurma diye müstakil bir suç var zaten.’ diye
söylediği, (Ek.106)
19) TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki SHÇEK, Kadının Statüsü Genel
Müdürlüğü, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ve Özürlüler İdaresi
Başkanlığı’nın 2007 yılı bütçe görüşmelerinde söz alan Adalet ve Kalkınma
Partisi Samsun Milletvekili Musa
Uzunkaya’nın; “kızların istediği okula gidemediğini,
gitse bile daha sonra kamu hizmetine katılamadığını, 3 binden fazla kız öğrencinin Viyana,
İtalya, Almanya, ABD, Hollanda’ya gitmek zorunda kaldığını, YÖK’ün 20 küsur
yıldır kızların iki kimlik taşımasını zorunlu hale getirdiğini,
üniversiteye girişte ve üniversitede farklı kimlik kullanmak zorunda
kaldığını, bunun kadının
aşağılanması olduğunu, katı laiklik uygulamasının Fransa ve Türkiye’de
söz konusu olduğunu…’’ beyan ettiği, (Ek.107)
20) Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, Başbakanlık ve bağlı kuruluşların 2006
yılı bütçeleri görüşülürken, CHP milletvekillerinin TBMM Başkanı Bülent
Arınç’ın türban konusunda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e yönelik
sözlerini ve Ömer Dinçer’in görevde tutulmasını sert biçimde eleştirmeleri
üzerine Adalet ve Kalkınma Partili Musa
Uzunkaya’nın; ‘‘Atatürk’ün eşi
Latife Hanım, köşkteki toplantılara başörtüsüyle katılıyordu. İsmet
İnönü’ye yurtdışı gezilerinde eşi kara çarşafla eşlik ediyordu. Bu da mı
çağdışılık’’ demiş, Ömer Dinçer’e yönelik eleştiriler üzerine ‘‘Ben
bu makalenin altına imzamı atarım’’ diye konuştuğu, (Ek.108)
21) Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın;
2004 yılı Nisan ayında Almanya’da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği
demeçte “Eğer bir kadın kapanması
gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu
söyleyebilirim: buna hakkı var…Türban
takılması, kamu kuruluşlarında mümkün olabilir…Bizim kadınlara kendi
kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok. Aksi halde bir yan konudan büyük
sorun yaratırız.” dediği, (Ek.109)
22) Devlet Bakanı Güldal Akşit’in,
2005 yılı Ocak ayında ABD’de katıldığı Birleşmiş Milletler’e bağlı Kadınlara
Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) Komitesi’nin
Türkiye konulu özel komite toplantısında; “Türkiye’de bir başörtüsü
sorunu vardır. Genç kızlarımızın eğitim alması önünde engel teşkil
etmektedir. Üniversitelerimize
fiilen devam edemedikleri için eğitim almaları engellenmektedir”
şeklinde konuştuğu, (Ek.110)
23) Hükümetin Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi’nin kararının
onaylanmasını istemesi üzerine 2005 yılı Mayıs ayında Adalet ve Kalkınma
Partisi milletvekillerinden:
Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın; “Türban yasağı savunmasına katılamayız.
Türban bireysel, inanç özgürlüğüne girer. Giyim kuşam özgürlüğü var.
Hükümetin türban yasağını savunması Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa’daki din
ve vicdan hürriyeti ne olacak? Bu işi “mecburiyetten yaptık” anlayışı
olmaz. İktidara bireysel özgürlükleri genişletmek için geldik. Bu
unutulmamalı…”,
Adıyaman Milletvekili Ahmet Faruk Ünsal’ın; “Eğer
hükümet türban yasağını savunduysa bunun demokratik gerekçeye sığınarak
yapılmasını doğru bulmam. Biz demokratiksek, o zaman Avrupa ülkeleri
teokratiktir. Hükümet keşke farklı savunma yapsaydı. Avrupa’da bazı
liselerde yasak var, üniversitede yok. Keşke hükümet, “Bizde alternatif
eğitim kurumları yok” deseydi.”,
Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış’ın: “Türban
yasağı insan haklarına aykırıdır. Türban yasağı savunulamaz”,
Ankara Milletvekili Eyüp Sanay’ın: “Türban
yasağı gibi kısıtlamalar olmamalı. Hükümetin verdiği savunma siyasidir.
Birtakım güçlerin etkisi altında kalarak verilen bir savunmadır. Asıl
düşünceleri benim gibidir. Gizli güçlerin etkisi altında bu karar,
verilmiştir. Başbakanın eşi başörtülü, kızları başörtüsü yüzünden
yurtdışında okuyor, Dışişleri Bakanı’nın eşi okuyamadı. Yasağı savunmaları
mümkün mü? Yürekleri sızlaya sızlaya
savunmayı veriyorlar”,
Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan’ın: “Hükümet
olabilirsiniz, ancak şimdi olduğu gibi bazı konularda irade ortaya
koyamayabilirsiniz. İçeride anayasal kurumların yarattığı bir “de facto”
durum var...,”
şeklinde beyanda bulundukları, (Ek.111)
24) Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Eyüp Sanay’ın 2005 yılı Kasım ayında, TBMM’de yaptığı
açıklamada üniversitelerin yanı
sıra kamu kurumlarında da çalışanlara türban serbestliği getirilmesi
gerektiğini ileri sürerek; ‘‘Her
yerde, yapılan işe zarar verilmediği sürece kıyafet sınırlaması
olmamalıdır. İsteyen başörtüsüyle isteyen başı açık, isteyen mini etek,
isteyen maksi etek ile çalışabilmelidir’’ dediği, (Ek.112)
25) Adalet ve Kalkınma Partisi Kocaeli Milletvekili ve Genel Başkan
Yardımcısı Nihat Ergün’ün divan başkanlığı yaptığı Adana Büyükşehir
Belediyesi Tiyatro Salonu’ndaki Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Gençlik
Kolları 2. Danışma Meclisi’nde, toplantıya katılan partili gençlerin
boyunlarında parti amblemi bulunan turuncu renkli atkıların kendine
Ukrayna’da yaşanan ‘Turuncu devrimi’
hatırlattığını belirten Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Milletvekili Abdullah
Çalışkan’ın “Gençler devrim istiyor. Ben de bir romantik
devrimci olarak elbette devrimden yanayım. Ama devrimin turuncusu olmaz.
Ara renk olmaz devrimde. Devrim ya kırmızıdır, ya da yeşildir. Ben yeşilden
yanayım”…”Bu devrimci ateşinizin asla sönmemesini diliyorum. Yaş 30’u geçtikten sonra ana kademeye geçince,
devrimci ruhunuzun asla sönmemesini diliyorum. O ateş, her ne kadar cürümü
kadar yeri yaksa da sizi mezara kadar götürecek bir ateştir. Ben
yüreğinizdeki o ateşin mezara kadar devam etmesini diliyorum.” diye
söylediği,
Konuşmasının ardından DHA muhabirinin “Yeşil devrimden kastınız nedir?”
sorusuna Abdullah Çalışkan’ın; “Gençlere yönelik
duygulu bir konuşma yapmak istedim. Asıl olan ülkedeki mevcut gidişattır.
Çünkü bugüne kadar ülkemizde bir takım yönetimler olmuş, bir takım
iktidarlar gelmiş, ama köklü değişimler bir türlü gerçekleşmemiştir. Önemli
olan burada toplumun talep ettiği köklü değişimlerdir. Siz onun adına ister devrim deyin, ister fetih deyin. Bir
şekilde bu köklü değişimlerin yapılması lazım. Ben köklü değişimlerden
yanayım, benim kastettiğim şey budur. Devrimlerin esası şudur, ara devrim
olmaz. Bir şekilde ‘turuncu devrim’, ‘pembe devrim’, ‘sarı devrim’ gibi
devrimler olmaz. Devrimlerin rengi ya ‘yeşildir’, ya da ‘kırmızıdır’ Kastettiğim köklü değişimlerdir.
Devrimin darbe gibi farklı şekilde anlaşılması zaten mümkün değildir. Yeşil devrim zaten halkın anlayacağı
bir dildir. Ben renklerle ifade ettim, renklerin dilini kullandım,
anlaşılmıştır.” yanıtını verdiği, (Ek.113)
26) Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün’ün , Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Merkezi’nde 2005 yılı Nisan ayında düzenlediği basın
toplantısında; türban konusunda geleceğe dönük uyarılarda bulunarak ‘‘Dindar bir kimlik ve görünümle modern
hayata aktif şekilde katılmak isteyen bireylerin mağdur edildiğini’’ …. Laikliğin sulandırılması da
katılaştırılması da onu çağdaşlıktan, bilimsellikten ve rasyonellikten
uzaklaştırmaktır. Çağdaş, bilimsel ve rasyonel laikliğin hem devlet hem de dinler
ve dindarlar için sağlam bir güvence, demokrasinin ve sosyal barışın
güçlenmesinde en etkili faktör olduğuna inancımız tamdır.’’ dediği, (Ek.114)
27) Adalet ve Kalkınma Partisi Adıyaman İl Başkanlığı’na 2005 yılı
Aralık ayında yaptığı ziyarette basın mensuplarının sorularını
cevaplandıran Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli’nin; “Adalet ve Kalkınma Partisi olarak
başörtüsüyle ilgili toplumsal mutabakat aradığımızı söylemiştik. Biz
vatandaşlarımıza bu sorunu belli bir zaman içerisinde çözeceğiz sözünü
vermedik. Fakat başörtüsünün bir sorun olduğunu ve başörtülü kızlarımızın
üniversitede eğitim görememelerinin ciddi bir sorun olduğunu dile getirdik.
Fakat bir mutabakat içersinde çözüleceğini söyledik. Bu konuda da epeyce mesafe
alındığını düşünüyorum. Başörtüsü sorununun çözümü için belirli bir süre
veremeyiz. Başörtüsünün insan
hakları ihlali olduğu ortadadır. Başörtülü bir kızımızın eğitim
görmemesi bizi de üzüyor, kamuoyunu da üzüyor. Kamuoyu araştırmalarında
kızlarımızın başörtüsüyle eğitim görmesini isteyenlerin oranı yüzde
70-75’dir. Partimiz bu halkın tercihlerini göz önünde bulunduruyor. Bu
sorunun çözülmesi için toplumun her kesimi muhataptır. Mutabakatın
sağlanması olayı sosyal bir süreçtir. Kurumlar arasında mutabakat olmadığı
için, başörtüsü sorun olmaya devam ediyor. Bu anlamda toplumsal mutabakat
sağlanacaktır. Kurumlar arasında böyle bir mutabakat sağlanmadığı için
sorun gündemde kalmaya devam ediyor” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.115)
28) Adalet ve Kalkınma Partisi MKYK Üyesi ve Dış İlişkilerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın, 2005 yılı Aralık ayında Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; “Başörtüsü kullananların kullanma
hakkına saygı duyuyorum. Aynı şekilde ben başörtüsünü savunduğum kadar mini
eteği de savunuyorum. Çünkü ikisi de ifade özgürlüğünün gereğidir. İnsanlar
ülkede istedikleri gibi yaşayabilmelidir, diye düşünüyorum… Leyla Şahin
davasında karar verenler bu acıyı yaşayanlar değil, onların ülkesinde böyle
bir sorun yok. Benim üniversiteye gidemeyen kardeşlerim, bacılarım
arkadaşlarım var… Bu tamamen bir insan hakları ayıbıdır benim
açımdan” dediği, (Ek.116)
29) AKP Tokat Milletvekili Resul
Tosun’un, İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneğince 2005 yılı Mayıs
ayında düzenlenen toplantıda AİHM’nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı
ile ilgili olarak; ‘‘...Temyiz duruşmasında hükümet adına verilen savunmanın, milli
iradeyi kesinlikle temsil etmediğini…” söylemiş, 3 Kasımdan sonra oluşan TBMM’de insan hakları konusunda hassas
davrandıklarını, ideolojik bir tavır içine girmediklerini belirterek, Hükümetimizin
de, Meclis grubumuzun da hassasiyete sahip olduğunun altını önemle çizmek
istiyorum, (…) Siz Başbakanın eşini bir toplantıya götürememesinden, her
gün yaşadığı bu sıkıntıdan bu meseleleri dert edinmediğini mi sanıyorsunuz…”
demiş, salondan gelen tepkiler üzerine “…Bizim yanlış yaptığımız yerde sizin ikazınız, eleştirileriniz
bize güç verir. Bu ikazların hükümetimize etki edeceğine inanıyorum.
Hatırlat. Hatırlatmakta fayda var. Bazen
susarak, bazen baldıran zehiri içerek bu sorunu çözmeyi hedeflemeliyiz…”
ifadesini kullandığı, (Ek.117)
30) Tokat Milletvekili Resul
Tosun’un, 2005 yılı Mayıs ayında, parti grup toplantısında AİHM’nin
Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; Türban konusunda
hükümetin kredisinin bitmediğini, sorun çözülmediği takdirde seçim
sonuçlarına yansıyacağını belirterek; “O
nedenle bir an önce halka gidilmesi ve referanduma sunulmasını savunuyorum’
dediği, Referandum için Meclis’te gerekli çoğunlukları bulunduğunu
hatırlatan Tosun’un, sözlerini ‘Oligarşik
kurumların direnci, toplumsal taleple kırılacaktır. Rusya bile ayakta
duramadı. Ezici bir çoğunlukla halk bu yasakları kaldıracaktır. Eğer
halk bizim savunduğumuzu yerinde görmezse, bunu halka doğru anlatamamışız
derim. Bunu halka anlatmaya çalışırız. Hak bildiğimiz bir şeyden vazgeçecek
değiliz” şeklinde devam ettiği, (Ek.118)
31) Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı’nın, AİHM’nin Leyla
Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; “Biz parlamenter demokratik bir cumhuriyetiz. Parlamenter
demokrasilerde erkler ayrılığı vardır, yasama, yürütme ve yargı.
Parlamenter rejimlerde kuralı koyan yasama organıdır. Bunun dışında
yargının görevi önüne getirilen somut olayla ilgili hüküm vermektir. Kural
koyması söz konusu değildir. Dolayısıyla AİHM’in veya başka bir mahkemenin
türbanla ilgili veya benzeri konularla ilgili kural koymuş olduğu iddiaları
hukuki temelden yoksundur. Karar konusu o kararın öznesi kimse onunla
alakalıdır. Kimdir öznesi? Sayın Leyla Şahin. AİHM, Leyla Şahin ile ilgili
işlemi hukuka aykırı bulunmamıştır. Karar bundan ibarettir.”.. “O olay için bağlayıcıdır” “Düzenleyici
işlemler farklı, yargısal işlemler farklıdır, düzenleyici işlemleri yasama
organı koyar. Bizim Anayasamızda açıktır. Anayasa Mahkemesi düzenleyici
işlem niteliğinde karar alamaz diye. Bu işlemde idare haklıdır, haksızdır,
mahkeme bunu tespit eder. Somut olayın tarafları için sadece bağlayıcıdır.
İddia edildiği gibi bu konu tamamen bitmiştir, burada kural konamaz. Hele
hele bize hukuk dersi de vermiş hocaların bu anlama gelecek hocalarımızın
beyanlarını ben hayretle karşıladım. Artık kural konamaz demek Türkiye’nin
geleceğini veya bir ulusun geleceğini 16 yargıçtan oluşan bir ekibe havale
etmek anlamına gelir. Geleceğe ipotek koymak anlamına gelir. Böyle bir
şeyin demokrasilerde kabulü mümkün değil. Demokratik kurallarla bağdaşır
olması da düşünülemez.” diye konuştuğu, (Ek.119)
32) TBMM Başkan Vekili ve Adalet ve Kalkınma Partisi Kayseri
Milletvekili Sadık Yakut’un
Adalet ve Kalkınma Partisi İl Başkanlığı tarafından 2005 yılı Temmuz ayında
düzenlenen basın toplantısında YÖK’ün meslek liseleri mezunlarına
uygulanacak ÖSS katsayısının düşürülmesine ilişkin kararıyla ilgili bir
soruya “Adalet ve Kalkınma Partisi
seçimlerde yüzde 35 oranında oy alarak iktidar oldu. Partimiz milli
iradenin temsilcisidir. Milli
iradenin yargıya da yansıması gerekir. Kurum ve kuruluşlar milli
iradenin bir parçasıdır.” şeklinde yanıt verdiği, (Ek.120)
33) 2005 yılı Nisan ayında ‘Başörtüsüne Özgürlük Diyarbakır Girişimi’ne
mensup 20 kişi, Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır İl Başkanlığına
giderek destek talebinde bulunmuş, Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır İl
Başkanı (Halen AKP Diyarbakır Milletvekili) Abdurrahman Kurt’un; “Türkiye’de
toplumun yüzde 75-80 civarında ittifak ettiği bir konuda, aynı şekilde
mağduru olduğumuz bir konuda halkın iradesini topluma yansıtmakta ne kadar
zorlandığımızı ve bunun ne denli acılara sebep olduğunu başörtüsü olayı çok
açık bir şekilde ortaya koymaktadır.(…)Halkın ekseri çoğunluğunun Müslüman
olduğu bir ülkede dinin gereği olan bir hali yaşama talebinde olan
insanlarımız mağdur edilmeye devam edilmektedir. Biz hükümet partisi olarak
bunun acısını çok açık bir şekilde hissetmekle beraber halkın iradesinin
topluma yansıtılmasındaki zorlukları ciddi şekilde hissetmekteyiz. Allah’ın onlara hak olarak verdiği
özellikleri, tavsiyeleri, yönlendirmeleri yaşamayı talep eden insanların
önüne hangi gerekçeler sunulabilir diye düşünüyorum. Ve şahsen benim
söyleyeceğim bir gerekçem yok. Söyleyecek bir savunmam yok. Şunu
söylüyorum: Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun, ama inşallah ve
inanıyorum ki bu süreç bütün mağdur
kardeşlerimizin onurlu tavırları ve direnişiyle hayra vesile olacak vebir
sonuç getirecektir…) biçiminde beyanda bulunduğu, (Ek.121)
34) Danıştay
2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366
sayılı kararı ile ilgili olarak;
Adalet ve Kalkınma Partisi Çorum Milletvekili ve
TBMM Adalet Komisyonu Üyesi Muzaffer Külcü’nün, “Bu çok önceden planlanmış, tek tip
toplum oluşturma projesinin bir tezahürüdür” …”Bu karar tek kelime ile ‘ayıp’ olarak özetlenebilir” …”Zaten Danıştay, kendi kafasında
kurguladığı bazı gerekçeler üzerinden karar alıyor. Danıştay kararlarında
Anayasa, yasa, evrensel hukuk ilkelerinin gereklerini görmek çok zordur”,
Adalet ve Kalkınma Partisi Sivas Milletvekili Selami
Uzun’un; Danıştay’ın
verdiği bu karara “ancak dehşet
denebilir” şeklindeki sözleri ile tepki göstererek “Bu kararı verenler önce dünyaya
baksınlar. Dünya istikrar ararken Türkiye yargının eliyle kaosa
sürükleniyor”
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan
Kara’nın; “Danıştay başörtüsü konusundaki yorumu
çok genişletiyor. Bu karar artık kamusal alan olayını da geçti. Bunu
sokaklara yaymak istiyorlar. Böyle
bir karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde
sıkıntıya yol açar. Peygamberimize yapılan hareket tüm dünya Müslümanlarında
tepki oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı”,
şeklinde beyanda bulundukları, (Ek.122)
35) 2007 yılı Aralık ayında gazetecilerle sabah kahvaltısında bir araya
gelen AKP Genel Başkan Yardımcısı Nükhet
Hotar Göksel’in; “Bunu biz ilk
günden beri söylüyoruz. Buna bir sorun da denmez. Özellikle eğitimde kızlarımız
için bir engel. Bu engelin kaldırılması da ancak bir toplumsal mutabakatla
sağlanabilir. Bu herkesin sorunu olmalı. Herkes bunun kaygısını taşımalı.
Taşıyabildiği ölçüde de toplumsal bir mutabakatla bu soruna bir çözüm getirilmeli”…”Somut
bir şeyimiz yok. Ama anayasa olabilir, ama yönetmelikler olabilir. Ama
insanlar bu konuda bilinç oluşturur, öyle de olabilir. Bütün partiler bir
araya gelip bu konuda bir çalışma yapabilir. Bunların her biri bir alternatiftir,
bir şıktır. Şekli buralardan herhangi biri de olabilir, hepsi de olabilir. Ama biz temel olarak özellikle eğitimde
her türlü yasağın kalkmasından yanayız”…diye söylediği,
“Eğitim derken ilköğretimi mi, ortaöğretimi mi,
yükseköğretimi mi kastediyorsunuz” sorusunu “Tabii öncelikle
yükseköğretim” şeklinde yanıtladığı, yeni anayasa taslağında bu
konuda nasıl bir düzenleme olacağı yönündeki soru üzerine ise, “yükseköğretim kurumlarında eğitim hakkı
herhangi bir şekilde kısıtlanamaz gibi
bir ifade olabileceğini, başka seçenekler üzerinde de durulduğunu”
söylediği, (Ek.123)
36) AKP İstanbul İl Kadın Kollarınca Muammer Karaca Tiyatrosu’nda 2007
yılı Aralık ayında düzenlenen “5. Pera Buluşması”nda, “Türk Kadınının Seçme
ve Seçilme Hakkının 73. Yılı” dolayısıyla “Yerel Siyaset” konulu panelde
konuşan TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Prof.
Dr. Burhan Kuzu’nun, “Başörtülü
kadınların siyaset yapma engeli kalkar diyemem ama başörtülü kızların
üniversitede okumalarının önündeki engelin kalkması için yeni anayasada
açık düzenleme olacak” şeklinde beyanda bulunduğu, başörtülü bir
öğrencinin ödül almasının engellenmesi olayını da “insanlık ayıbı” olarak nitelendirdiği, (Ek.124)
37) Show TV’ de yayınlanan 17.01.2008 tarihli “ Siyaset Meydanı” isimli
programda AKP’nin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen
konuşmada, Ayşe Böhürler’in türbanlı olarak hukuk öğrenimini
bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, bu doğrultudaki
önerilerini Burhan Kuzu’nun, “Acele
etmeyin ona da sıra gelecek “ diye yanıtladığı, (Ek.125)
38) AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir
Mir Mehmet Fırat’ın 2007 yılı Kasım ayında Anayasa taslağı üzerindeki
çalışmalarda sona yaklaştıklarını söylediği ve “Başörtüsü inanç özgürlüğünün kullanılması nedeniyle bir insanın
hakkı. Başörtüsüyle ilgili yasalarda, Anayasa da dahil olmak üzere herhangi
bir yasaklama yok. O zaman Türkiye’de eksik olan başka bir şey var.
Türkiye’de sistemin tam demokratikleşmediği, tam bir hukuk devleti oluşmadığı
ve kişi özgürlüklerine karşı büyük bir saygının oluşmadığı sonucu ortaya
çıkıyor. Tartışma başörtüsüyle ilgili değildir, problem de başörtüsü
değildir. Aslında birileri genç kızlarımızın, kadınlarımızın başında olan
örtüyü aldılar, kendi yüzlerine örttüler. Aslında tartışma konusu olan şey,
egemenliğin kime ait olduğu ve bu egemenliğin kimin eliyle kullanılacağı
tartışmasıdır. Cevaplanması gereken iki soru var. Cumhuriyetçi misin,
demokrat mısın? Kavga bunun üstünedir.” dediği,
2008 Yılı Şubat ayında yaptığı bir konuşmada ise;
Üniversitelerde uygulanan türban yasağının Anayasa ihlali olduğunu ileri
sürerek, “ Çünkü beğensek de,
beğenmesek de 1982 Anayasası yürürlüktedir. Herkes bu Anayasaya uymak mecburiyetinden.
13’cü maddesi açık ve seçiktir. Özgürlükler yasa ile sınırlandırılabilir.
Hiçbir makam, hiçbir organın emri ile, karıyla sınırlandırılamaz. Bunun
aksini yapan Anayasayı ihlal eder. Bunu uygulayan her kişi de kanunsuz emri
uygulamış olur. Kanunsuz emri uygulamak, emir verilmiş olsa dahi uygulayanı
cezadan kurtarmaz.” şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.126)
39) TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ve AKP’li Prof. Dr. Mehmet Zafer Üskül’ün, seçim bölgesi Mersin’de 2007 yılı Kasım ayında yaptığı
açıklamada; türbanlı öğrencilerin de
üniversiteye girmesi gerektiğini, başkalarının da haklarının bulunmasından
ötürü insan haklarının sınırsız olmadığını, insan haklarının, olması
gerekenin dışında sınırlandırılmaması gerektiğini belirterek, “aynı zamanda
kamusal düzenin oluşturulması insan haklarının sınırlandırılmasını
beraberinde getirir. Anayasalar da bu sınırlamanın nasıl yapılabileceğini
öngörürken sınırlamaya da bir sınır getirir. Mesela hakkın özüne
dokunmamak, ölçülü olmak ve demokratik haklara karışmamak gibi zorunluluklar
vardır”… “Ancak türbanlı öğrencilerimiz şu anda bu haklarını
üniversitelerimizde kullanamıyor. Ama bu doğru mudur? Getirilen bu
sınırlamalar bana göre doğru değildir. Sonuç olarak öğrenci yurttaştır ve
hizmet alandır. Bir öğrenci tapu dairesindeki işini yapabiliyor, suç
işlerse karakola götürülebiliyor ve mahkemeye çıkarılabiliyor. Buralar da
devletin kurumları. Ama devletin üniversitelerine alınmıyor. Burada bir
çelişki var, bunun ortadan kaldırılması gerekir. Ama hukuken
üniversitelerimiz başka bir şey yapamaz. Çünkü Danıştay ve Anayasa
Mahkemesi kararı var. Dolayısıyla bu sorunu başka bir biçimde çözmeye
çalışmak gerekiyor….” şeklinde konuştuğu, (Ek.127)
40) AKP Kütahya Milletvekili Hüseyin Tuğcu’nun, 2008 yılı Ocak ayında “Cemevleri resmi statüde camiler gibi birer ibadethane olamaz. Bu
durum, Müslüman Türk toplumunun ayrışmasında ve birbirlerine karşı bakış
açılarının sertleşmesinde etkin rol oynayabilir”, ne Osmanlı ne de
Cumhuriyet döneminde cemevi kavramının olduğunu, Alevi-Bektaşi Türk
kültüründe toplantı mekânı olarak geçmişte ‘dedeevi’ tabiri kullanılırken
günümüzde cemevi kavramı ön plana çıkmıştır, ... Nakşi, Rufai, Kadiri,
Nurcular, Süleymancılar, Fethullahçılar gibi grupların toplantı yaptıkları
özel mekânlar ile Alevi-Bektaşi toplumunun toplantı mekânları da özel
mekânlardır” diye söylediği, bu kapsamda bir dönem zorunluluktan
dolayı kaldırılan tekke ve zaviyelere ilişkin yasanın sosyal gereksinimler
çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini savunan Tuğcu, “Zaten bu dini sosyal gruplar
varlıklarını yıllardır sürdürüyorlar. Devleti millete, milleti devlete
küstürmenin ne gereği ne de anlamı vardır” görüşünü dile getirdiği,
(Ek.128)
41) Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisinin
Türbanın Yükseköğretimde serbest bırakılmasına yönelik Anayasa ve yasa
değişiklikleri önerilerini müzakereye başladıkları süreçte bazı AKP
milletvekilleri ve partililer, konuya ilişkin görüşlerini açıkladıkları ve
hatta serbestliğin sadece yükseköğretimle sınırlı kalmayacağını da içeren
beyanlar verdikleri,
AKP Balıkesir Milletvekili Mehmet Cemal Öztaylan’ın Burhaniye AKP Kadın Kolları
Kongresinde yaptığı konuşmada; “…Yasalara
göre bize zulüm Cumhuriyet
Yürüyüşleri yapacaksın, bizlere küfür edeceksin, Cumhuriyet Yürüyüşleri
yapanlar ‘Cumhuriyet Çocuğu’ da biz ‘Patagonya Çocuğu muyuz?’(…) Ulan biz
neyiz, ağaç kökü müyüz?(…) Birçok
şeyin olduğu gibi AKP’nin de simgesi var…” şeklinde beyanda
bulunduğu,
AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna’nın Konya
Gazeteciler Cemiyetini ziyareti sırasında; “…Üniversitelerde kılık
kıyafet serbest olursa, kamu hizmetinde yasak devam eder mi? İnşallah
hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de
böyle bir yasağın olmamasıdır. Bu utanç verici bir şey diye düşünüyorum
ben. Ama bunun yeri 42 nci madde değil. Çünkü 42 nci madde eğitim
hakkıyla ilgili madde olduğu için. Orada çalışma hakkını düzenleyemiyoruz.
Zamanı gelince inşallah o çerçevede düzenlemelerde gündeme gelecektir….” dediği,
AKP’nin Kurucu ve halen Merkez Karar Yönetim Kurulu
üyesi olup Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın danışmanlığı görevini yürüten Hasan
Cüneyt Zapsu’nun, Dünya
Ekonomik Forumu için gittiği İsviçre’nin Davos kentinde gazetecilerle
yaptığı sohbet toplantısında “…Yok
efendim şu kanun.. Bana ne kanundan? İnsan yapmış kanunu, değiştirirsin
kanunu..” şeklinde konuştuğu, türbanın liseye, ilkokula ineceğine dair
korkular olduğunu belirten Zapsu sözlerine devamla “…Kamuda da oldu diyelim.
Sonunda ne olacak? Korkulan nedir? Şeriat… Türkiye’ye hiçbir şey olmaz.
İsterse kamuda da olsun, bana ne? 700 sene Osmanlı şeriat ile idare
edilmiştir. Türk halkı Yunus
Emre ve Mevlana ile büyümüştür. ‘şeriat gelecek, Türkiye işte İran gibi
olacak’ gibi şeyler… Bunlar tarih okumuyorlar..” biçiminde konuştuğu,
AKP Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı
Fatma Şahin’in “….Bizim
önceliğimiz eğitim hakkının verilmesidir.(…) Anayasada hizmet alan, hizmet
veren diye bir düzenleme yaparsanız ihtiyaca cevap vermez. Kamuda çalışanların türban takması
konusunu bugünden konuşmak yanlış olur. Bir gün gelir, kurumsal mutabakat
sağlanır, ‘tüm yasakları kaldıralım’ noktasına gelinirse o gün kamuda
çalışanların türban takması konuşulabilir.(…) Adım adım gitmek lazım…” şeklinde beyanda bulunduğu,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum İl Başkanlığı
Danışma Meclisinin 3 şubat 2008 tarihli toplantısına katılan Erzurum
Milletvekili Muzaffer Gülyurt’un
öğretim üyelerinin cübbeleriyle yürüyüş yapmalarını eleştirerek, “Kutsal cübbeyi giyip başörtüsüne karşı yürüyenler
gidip proje üretsinler. Birçok hoca akşama kadar oturup para hesabı
yapıyor. Ondan sonra da ‘başörtülüleri okula almayız’ diyorlar. Bu böyle
olmaz. Bu zulümdür,” dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum Milletvekili Muhyettin Aksak’ın “Artık kimse haydi kızlar dışarı
diyemeyecek. Önümüzdeki hafta bu ülkenin bütün gençleri okula rahatça
gidebilecek. İnşallah bu beladan hep
beraber kurtulacağız.” diye konuştuğu,
Yukarıdaki sözlerinden dolayı AKP Konya Milletvekili Hüsnü
Tuna’nın ‘uyarı’ istemiyle Müşterek Disiplin Kurulu’na sevkedildiği,
Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma ŞAHİN hakkında AKP Grup Yönetim Kurulunun bir işlem
yapılmamasının kararlaştırdığı,(Ek.129)
42) Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu ve MKYK Üyesi olan İstanbul Milletvekili
Egemen Bağış’ın 2008 Ocak ayı içinde Konrad
Adaneur Vakfı’nı davetlisi olarak gittiği Berlin’de bir gazetecinin türban
konusundaki sorusu üzerine: “MHP
Milletvekilleri Meclis kapısına kadar başörtüsü ile gelip, kapıda başını
açıp giriyorlardı. Böyle çifte bir hayat yaşamanın kime ne faydası
olabilir. Ben bunu insanlık adına çok daha utanç verici buluyorum. Kapıya
kadar gelecek bir milletvekili ve kapının ağzında açacak ve çıkınca
bağlayacak. Bu daha saçma. Ama insanları bunu yapmak durumunda bıraktık
Türkiye’de”, dediği, gazetecinin, ‘Bu durumda siz Meclis çatısı altında
başörtülü vekiller de bulunabilirler mi diyorsunuz?’ şeklindeki sorusunu
ise “Mecliste görev yapan kimlerdir? Milletvekilleri,
Kimin vekil, milletin vekili. O zaman millet neyse, vekil de o olmalıdır.
Farklı olmamalı. Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız,
henüz bu konuyu konuşmadık” diye yanıtladığı, (Ek.130)
43) Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu üyesi ve Kütahya Milletvekili Hüseyin
Tuğcu’nun 2007 yılı
Eylül ayında bir gazetecinin, “Son dönemde, devletten iş alacak
müteahhitlerin eşlerinin örtünmeye başladığı, hükümetin bu tür
uygulamalarında da söz edilen iddialar var, bunlara ne diyorsunuz” şeklindeki
sorusunu “Evet tabiî ki bunlar olabilir, insanın olduğu her yerde her şey
mümkün… Elbette iş alacaksa
kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre
şekillenecektir…” biçiminde yanıtladığı, (Ek.131)
44) 2008 yılı şubat ayı içersinde, AKP Trabzon milletvekili Cevdet Erdöl’ün “başörtülü
olarak okula alınmayan kız çocuklarının önündeki engellerin kaldırılması da
‘ haydi kızlar okula’ kampanyasının bir tamamlayıcı ayağı olacaktır.
Ebeveynler kız çocuklarını okula göndermede daha istekli davranacaklardır.”
dediği, bu beyanıyla; ilköğretim ve ortaöğretim çağındaki kız öğrencilere
de türban serbestisi sağlanacağının işaretini verdiği, ( Ek.167)
45) 2007
yılının Aralık ayında başlayıp 2008 yılının 14 Ocak’ında Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN’ın İspanya’da yaptığı konuşmada türbanı dinsel ve siyasal
bir simge olarak tanımlaması ve üniversitelerde türbana serbesti
tanınacağını açıklaması ve bundan sonra yaşanan tartışmalar sürecinde
17.02.2008 tarihinde Kayseri’de AKP Gençlik Kolları İl Kongresinde bir
konuşma yapan Genel Başkan Yardımcısı ve Manisa Milletvekili Hüseyin TANRIVERDİ’nin, basında
çıkan haberlere tepki göstererek “Tepkilerin
dozunu öylesine yükselttiler ki, ağızlarından akan salyalarıyla ‘TBMM’de
kaosa kalkan 411 el’ diye manşet attılar. Yazıklar olsun onlara. Bunlar
kendi kişisel menfaat ve çıkarlarını düşündükleri için böylesi manşet
attılar. Buradan ifade ediyorum, milletvekili arkadaşlarımla birlikte biz
ellerimizi kaos için kaldırmadık. Türkiye’nin geleceği için kaldırdık ve
bilesiniz ki sayın genel başkanımız başbakanımız ERDOĞAN ifade etti. Biz beyaz çarşaflarımızla meclise
geldik. Onun için siz varın, ağzınızdan akan salyalarla manşetler
oluşturun. Bunlar bizim için vız gelir, tırıs gider.” dediği, (Ek. 168)
46) AKP Grup Başkan vekili Sadullah ERGİN ile MHP Genel Sekreteri Cihan
PAÇACI’nın 17 Şubat 2008 tarihinde Kanal 24’ün Ankara Masası programında
gazeteci Şamil TAYYAR ile Taşkın KOÇ’un gündeme ilişkin sorularını
yanıtlarken Sadullah ERGİN’in iki parti arasında gizli mutabakat imzalandığı
ve mutabakatta çatlak olduğu yönündeki iddiaları yalanladığı,söz konusu mutabakatın başörtüsü
yasağını kaldıran anayasanın 10. ve 42. maddeleri ile YÖK yasasının ek 17.
maddesinin değişikliğine ilişkin metne atılan imzadan ibaret olduğunu
söylediği, devamla “mutabakatın arkasındayız. Gizli hiçbir şeyimiz yok. Ek
17, anayasa değişiklikleri üzerine bina edilecek bir maddedir. Ne
yapacağımız teknik bir konudur. Zamanlamasını beraber ayarlayacağız.”
dediği, (Ek. 169)
47) AKP
Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir
Mehmet FIRAT’ın, Anayasanın
10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğin henüz Cumhurbaşkanı tarafından
imzalanıp yürürlüğe girmesinden önce 20.02.2008 tarihinde basına verdiği
demeçte “Anayasanın 10. ve 42. maddelerinin değiştirilerek Yükseköğretimde
türbanın önünü açan düzenlemenin yürürlüğe girmesi halinde buna uymayan
rektör dâhil tüm yöneticilerin cezalandırılması için TCK’ya bir madde
eklenmesi gerektiğini” ifade ettiği, (Ek.170)
48) Cumhurbaşkanı
Abdullah GÜL’ün Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan yasayı
onaylaması ve bahse konu yasanın 22 Ocak 2008 tarihli Resmi Gazete’de
yayınlanarak yürürlüğe girmesinden sonra, 2008 yılı şubat ayı içersinde
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan
KUZU’nun; “Uygulamaya üniversite yönetimleri ve
YÖK karar verecek. (…). Derlerse ki ‘Anayasa değişikliği yeterli’,
uygulamayı hemen başlatabilirler. ‘Bekleyelim’ derlerse ek 17. maddenin
çıkmasını da bekleyebilirler.” dediği,
AKP Grup Başkan Vekili Sadulah ERGİN’ in de
aynı konu ile ilgili olarak; “Hukuk devletinde hukuka saygılı olmak lazım.
Artık uygulayıcıların da bu düzenlemeye uygun hareket etmesini umuyoruz.
(…). YÖK Kanununun ek 17. maddesi konusunda MHP ile birlikte karar
vereceğiz.” diye söylediği, (Ek.171)
49) YÖK
Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN’ ın 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile
üniversite rektörlerine gönderdiği bir yazıda, üniversitelerde türban
serbestîsini getirmeyi amaçlayan Anayasanın 10. ve 42. maddelerine göre
uygulama yapılabilmesi için ayrıca kanuni düzenlemeye ihtiyaç olmadığını
bildirdiği, bir örneği İçişleri Bakanlığı ve valiliklere de gönderilen
yazıda Anayasa değişikliği yapan kanun teklifindeki genel gerekçede
“Yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin
eğitim ve öğretim hakkının engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir.”
ifadesi kullanıldığı ,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN’ın bahse konu
genelgesinden sonra bazı üniversitelerde türbanlı öğrencilerin derslere
alınmadığı, bunun üzerine YÖK Başkanı bir basın açıklaması yaparak türbana
izin vermeyen rektörlerin kişi hak ve hürriyetleri açısından çifte suç
işlediklerini; TCK’nın 106. maddesinde tanımlanan tehdit suçunu ve 112.
maddesinde tanımlanan eğitim ve öğretimin engellenmesi suçunu işlediklerini
iddia ettiği,
Bu gelişmelerden sonra 28.02.2008 tarihinde
toplanan Üniversitelerarası Kurul’un
(ÜAK) yayınladığı bildiride; YÖK Başkanının üniversitelerde gerilimi
tırmandırdığı belirtilerek, “Cumhuriyetin temel nitelikleri, kişi hak ve
hürriyetlerinin sınırlandırılmasına gerekçe gösterilemez. “ gibi sözlerle
kişi hak ve özgürlüklerine sanki Cumhuriyetin temel nitelikleri engelmiş
gibi asla kabul edilemeyecek ifadeler kullanması nedeniyle Türk
üniversitelerini temsil edemez konuma geldiği için istifaya davet ediyoruz,
denildiği,
Türban konusunda yaşanan kargaşalar üzerine AKP
Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir
Mehmet FIRAT’ın, yasağı devam ettiren rektörlerin suç işlediğini ileri
sürerek savcıların harekete geçmesini, “Anayasa, kanunlar ve evrensel hukuk
kaideleri ihlal edilerek genç kızlar giyim kuşamlarından dolayı
üniversitelerde eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılıyor”(…) hukuk
tanımazlık, aymazlık ve ceberut anlayışın bir sonucu anayasayı ihlal suçu
dahil, TCK’nın birçok maddesinin ihlali anlamına geldiğini, söylediği,
Anayasa Taslağının tanıtımı için Fetullah Gülen’in
himayesindeki bir kuruluşun düzenlediği konferanslara katılmak üzere
Profesör Dr. Ergun ÖZBUDUN, AKP milletvekili Cüneyt YÜKSEL ile birlikte
ABD’de bulunan Dengir Mir Mehmet FIRAT’ın, 5 Mart 2008 günü ‘Voice of
America’ radyosuna verdiği mülakatta ‘türbanın serbest bırakılması ters
tepkiler yaratabilir ya da başını örtmeyenler üzerinde baskılara neden
olabileceği yolundaki kaygılar’la ilgili bir soru üzerine; “… Benim
tavsiyem bu nevi korkular ile hayatını zehredenlerin, başkalarının hayatını
zehretmelerinin ötesinde bir doktora başvurarak, bu fobilerinden
kurtulmalarıdır. Yani başını örterek ne rejimin tehlikeye gireceğini,
kendisinin yaşam tarzının tehlikeye girmeyeceğini, ben inanıyorum ki bir
psiyaktr kendilerine çok daha makul bir şekilde anlatır” dediği,
Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, ABD’deki konferans programı çerçevesinde
04.03.2008 günü Colombia Üniversitesin’nde yaptığı konuşmada; “türbanlı öğrencilerin üniversitelere
alınmaması ile ilgili akılların karışmaması gerektiğini belirterek, şu
andaki yasalar çerçevesinde üniversitelere ‘çırılçıplak’ bile girilebilir,”
demiş, devamla,(…)”
Rektörlerin türbanlı öğrencilere üniversiteye almamakla anayasayı ihlal
etmişlerdir.(…) ihbarlara rağmen savcılar görevlerini yapmıyorlar.(…) anayasa ihlali ağır bir suçtur, Türk
Ceza Kanununa göre bundan dolayı insan idam edilmiştir, bir başbakan idam
edilmiştir, iki bakan idam edilmiştir, “ diye söylediği,
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan
değişikliğini Anayasa Mahkemesinin esastan inceleyeceği yorumlarını
yapanlar için, “… böyle bir yorum yapmak beyinsizliktir, densizliktir…”
dediği,
AKP’nin kurucu üyesi Cüneyt ZAPSU’nun 5 Mart
2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin türbanla ilgili gelişmeleri
sormaları üzerine; “…Türban takanların sadece yüzde 50’si inancı yüzünden
takıyor deseniz bile, bu yüzde 50’ye ‘türbanını çıkar demek, sokaktaki
kadına donunu çıkar’ demekten farksızdır” demiş, devamla “…Türkiye de
türban nedeniyle şişmiş bir balon oluştu. Erdoğan, üniversitelerde türbana
izin vererek bu balonun patlamasını önledi, (…) Türkiye’de her zaman din
istismarı yapan partiler olmuştur. ‘hatta bizimkiler bile yapmıştır, Ama
dini öcü olarak göstermeye çalışarak siyasi prim yapmaya uğraşan partiler
de var.” biçiminde beyanda bulunduğu,
YÖK Başkanlığının yasal değişiklik beklenmeksizin
üniversitelere türbanlı öğrencilerin alınmasına dair talimatı ve bazı
üniversite rektörlerinin söz konusu talimatın konusunun suç teşkil
ettiğinden bahisle uygulamamaları karşısında, bazı siyasetçiler basına
verdikleri demeçlerle türbana izin vermeyen üniversite rektörlerini
eleştirdikleri, AKP Grup Başkan Vekili Bekir
BOZDAĞ’ın “Anayasa değişiklikleri uygulama kabiliyeti olan
düzenlemelerdir. ‘Uygulamam’ deme hakkı hiç kimsede yoktur. Ek 17 sadece
sınırlama getiriyor. “ dediği, (Ek.
174)
50) Üniversitelerde
türbanın serbest bırakılmasının yolunu açacak Anayasa değişikliğinin
yürürlüğe girmesinden önce ve sonra tartışmalar sürerken yurdun muhtelif
yerlerinde, ortaöğretim kurumlarında, devlet hastanelerinde ve bazı kamu
kurumlarında yasağa rağmen türbanlı öğrencilerin serbestçe okullara
girdikleri, hastaneler ve kamu kurumlarında memurlar, doktor ve
hemşirelerin türbanlarıyla görev yaptıkları basına yansıyan haberlerden
izlenmiştir.
Bu cümleden olarak;
Ankara’da Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesinin
başhekimlik binasındaki mutemetlik ve matbu evrak deposu odalarında
türbanlı personelin görev yaptığı,
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü Eyüp ATASOY’un
izinli olan sekreterinin yerine türbanlı bir kamu personeli çalıştırdığı,
İstanbul’da Haseki Ulviye Aygüler Çocuk
Polikliniğinde İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ümraniye
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Vakıf Gureba Hastanesinde çok sayıda
sağlık personelinin türbanlarıyla görev yaptıkları,
Edirne Ayşe Kadın Sağlık Ocağında Zeynep MAHMUT
isimli bir doktorun türbanıyla görev yaptığı,
İstanbul Güngören’deki İzzet Ünver Lisesi’nde çok
sayıda türbanlı öğrencinin okula ve derslere girdiği ve öğretmenlerin
müdahale etmedikleri,
Bolu’da Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi ile İzzet
Baysal Sağlık Meslek Lisesi’nde çok sayıda kız öğrencinin okula ve derse
türbanlarıyla girdikleri,
Görülmüştür.
Kamu kurumlarında türbanlı çok sayıda personelin
görev yapması ve bazı liselerde de türbanlı öğrencilerin derslere
girdiğinin tespiti üzerine basına demeç veren AKP Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ’ın “Kamu kurumları ve
ortaöğretime yönelik bir çalışmamız, böyle bir niyetimiz yok. Anayasaya
açık açık yazdık. Buna rağmen hala bu noktada sorgulama yapanlar var.
Görüntülerin çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu
konuda süreci tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü
diye düşünüyorum.” dediği, gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları
görüp görmediğini sormaları üzerine Bekir BOZDAĞ, “ Gördüm. Daha önce de
gördüm. Hepsi yalan çıktı.” diye yanıtladığı,
Çok sayıda sağlık personelinin türbanla görev
yaptıkları hususunun basına yansımasından sonra TBMM’de bu konuyla ilgili
olarak verilen bir soru önergesine yanıt veren Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ’ın, basına yansıyan
fotoğrafları kendisinin de gördüğünü, yerel yönetimlerin, vali ve
kaymakamların görevlerinin bilincinde olduklarını, Anayasa değişikliği
sonrasında farklı bir hava estirilmeye çalışıldığını söyleyerek “Türkiye’de
son zamanlarda Anayasa değişikliği ile nerede, nasıl çekildiği belli
olmayan, mekanı bile anlaşılmayan birtakım haberler yer alıyor. Devlet
gazete haberleri ile yönetilmez. Bizim kamuyla ilgili tavrımız açık ve
nettir. Ülkeyi yönetirken birtakım provokasyonlara gelmeyiz. Hiç kimsenin
de provokasyonlara gelmemesini söylüyorum” diye açıklama yaptığı,
Yurdun muhtelif yerlerindeki çok sayıda sağlık
kuruluşunda doktor, hemşire vb, kamu görevlilerinin türbanlarıyla görev
yaptıklarının basına yansımasından sonra Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Orhan
Gümrükçüoğlu imzasıyla 7 Şubat 2008 tarihinde bir genelge yayınlandığı,
bahse konu genelgede; “…Sağlık kurum ve kuruluşlarımızın huzur ve sükunet
içersinde hizmet verebilmesi ve mahremiyet haklarının korunması için
kurum/kuruluş sahasında fotoğraf ya da kamera çekimi yapılmaması,
kurum/kuruluş amirinin onayı ve geçerli bir gerekçe olmadan bu tür
faaliyetlere izin verilmemesi….” talimatı verilerek, sağlık kurumlarındaki
yasadışı uygulamaların gizlenmesine çalışıldığı,
Sağlık Bakanı
Recep AKDAĞ’ın Anayasa ve
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra,
tıp fakültelerinin 6. sınıfında okuyan ‘intern’ denilen stajyer doktorların
da başörtüsü takabileceklerini söylediği, (Ek. 175)
Belirlenmiştir.
f- Adalet ve Kalkınma Partili yerel
yöneticiler ile partinin il, ilçe ve belde teşkilatı yöneticilerinin laik
devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) 2004 yılında yapılan mahalli idareler seçimi sırasında Niğde
Ulukışla İlçe teşkilatı il genel meclisi üye adayları Ali Uğurlu, Kamil Ünal,
Mustafa Burna ile belediye
başkan adayı Ali Tekin,
Cumhuriyet dönemi kastedilerek üzerine “İktidarla
el ele-84 yıllık karanlığa son” yazılan araçla seçim propagandası
yaptıkları, (Ek.132)
2)
Samsun ili Gazi Beldesi Belediye Başkanı Adalet ve Kalkınma Partili Süleyman Kaldırım’ın önsöz yazdığı ‘Muhtasar İlmihal-Resimli Namaz Hocası’
adlı “gözleri ve ayakları sağlam
olmayanların cuma namazı kılamayacağı, insan pisliğinin 3.2 gramdan
fazlasının namaza mani olduğu, ‘ah’ diye inlemenin, saç ve sakal taramanın
da namazı bozduğu” gibi dini kuralların anlatıldığı 190 sayfalık
kitabın ilköğretim okulu öğrencilerine 2005 yılı Eylül ayında bedava
dağıtıldığı, (Ek.133)
3) Dinar İlçesi’nin ilahiyat kökenli Belediye Başkanı Adalet ve
Kalkınma Partili Mustafa Tarlacı’nın,
2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı kıldırdığının öne
sürülmesi üzerine Valiliğin, buna izin veren 8 cami imamı hakkında
soruşturma açtırdığı, (Ek.134)
4) Adalet ve Kalkınma Partisi İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Ayşe Yüreklitürk’ün İzmir İl Genel
Meclisi’nin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla gelerek,
Adalet ve Kalkınma Partili meclis üyelerinin arasına oturduğu, bu tutumunun
ağır tartışmalara sebebiyet verdiği, (Ek.135)
5) Başkanlığını APK’li Ahmet
Genç’in yaptığı Eyüp Belediyesi’nce, 2005 yılında ÖSYM’nin yaptığı Kamu
Personeli Seçme Sınavı’yla alacağı zabıta memurları için imam-hatip mezunu
olma şartı getirdiği, (Ek.136)
6) Adalet ve Kalkınma Partili Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç’in, 2006 yılında 10.000
adet bastırdığı “…Örtünmemek elbette
dinden çıkmak değildir. Sadece günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim
ve sosyal sahalarda reva görülen muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak
değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam dinini hatırlatan her şeye
düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir müdahaledir”
görüşlerini içeren “Sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed” başlıklı broşür ile Diyanet İşleri
Başkanlığının “Hz. Peygamberin Örnek
Hayatı” isimli kitabını okullarda izinsiz olarak dağıttığı, (Ek.137)
7) Adalet ve Kalkınma Partili Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç’in 2006 yılı ramazan
ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan ramazan çadırına 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasasının 87. maddesine aykırı olarak ismini ve sıfatını
içeren afişler astırttığı, tutanak tutulduğu, (Ek.138)
8) Başkanlığını AKP’li Mehmet
Demirci’nin yaptığı Tuzla Belediyesince, 2006 yılında evlenen çiftlere
üzerinde belediyenin ambleminin de yer aldığı şeriat hükümlerine göre
yaşamalarını ve bunun için cihat yapmalarını öneren Bursa Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr Hamdi Döndüren
tarafından yazılan ‘Delilleriyle Aile
İlmihali’ isimli kitabın dağıtıldığı, (Ek.139)
9) Başkanlığını AKP’li Ahmet
Misbah Demircan’ın yaptığı Beyoğlu Belediyesi’nin, 2006 yılında
ilköğretim öğrencilerine trafik kurallarını öğrenmesi amacıyla dağıtmak
için kendisini “hoca” ve “ilahiyatçı” olarak isimlendiren
Halis Ece’ye hazırlattığı ve önsözünü Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın yazdığı “Çocuklara Trafik Bilgileri ve Eğitimi” adlı trafik
rehberinde, kazaların “takdir-i ilahi” olduğunu belirtilerek, “Trafik kazaları kader değildir
teraneleri, bizim tevhid, birlik esası üzerine kurulu inançlarımıza aykırı”
denildiği, (Ek.140)
10) Başkanlığını AKP’li Hüseyin
Turan’ın yaptığı Silivri Belediyesince 2006 yılında belediye adına özel
olarak bastırılan ve M.Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan önsözünde
Atatürk’ün kişiliğine, ilke ve devrimlerine ağır saldırılar yapılan Mehmet
Akif Ersoy’un “Safahat” isimli
kitabın ilçedeki tüm lise öğrencilerine bedava dağıtmak üzere belediyeye
ait taşıtlarla okullara getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım
izni bulunmayan kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının
yapıldığı, (Ek.141)
11) AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun, 2006 tarihinde üzerinde kartviziti
ve AKP logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim’i Büyükşehir amblemini
taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte
dağıttırdığı, (Ek.142)
12) AKP’li Bolu Belediye Başkanı Alaaddin
Yılmaz’ın 2004 yılı Kasım ve Aralık aylarında belediyenin görevleri
içerisinde bulunmadığı halde belediye ait otobüsü seyyar mescit haline
dönüştürdüğü ve bu eylemi nedeniyle hakkında soruşturma izni verildiği, (Ek.143)
13) Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı
tarafından 2006 yılında Kurtuluş semtinde, üzerinde 2820 Sayılı Siyasi
Partiler Kanununun 87. maddesine aykırı olarak “Hoş geldin Ya Şehr-i ramazan”, “Adalet ve Kalkınma Partisi”,
“Gençlik Kolları”, “Her şey Türkiye için”, “Adalet ve Kalkınma Partisi
Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı İftar Çadırı” yazıları ile Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin amblemi ve genel başkanının dört ayrı fotoğrafı
bulunan iftar çadırı açıldığının belirlendiği, (Ek.144)
14) Konya’nın Seydişehir ilçesinde, 18 Mart Çanakkale Şehitleri’ni Anma
Günü nedeniyle düzenlenen şiir ve müzik yarışmasında birinci olan imam
hatip lisesi öğrencilerine ödüllerinin verilmesi için okul bahçesinde
düzenlenen törende konuşma yapan AKP’li Belediye Başkanı İbrahim Halıcı’nın ‘‘Ben de bu okulda okudum. O dönem okul çok kalabalıktı, şimdi
azalmış. İnşallah bütün okullar imam
hatip olacak’’ dediği, (Ek.145)
15) Denizli Endüstri Meslek Lisesi’nde sınıf tahtasına “şeriat
gelecek, zulüm bitecek” diye yazan ve namaz kıldığı için derslere
geç giren öğrencisi İmdat Niyaz’ı uyardığı için öldürülen Öğretmen Yusuf
Batur’un bir caddeye verilen ismi AKP’li Denizli Belediye’si tarafından “Meclis Caddesi” olarak
değiştirildiği, adının yazılı olduğu tabelaların yerinden söküldüğü,
Yusuf Batur’un eşi Ümmühan Batur’un söz konusu
idari işlemin iptali için Denizli İdare Mahkemesine açılan dava sonucunda
hukuka aykırı meclis kararının iptaline karar verildiği, (Ek.146)
16) Adalet ve Kalkınma Partisi Konya Milletvekili Halil ÜRÜN’ün
danışmanlığını yürüten Ahmet Şükrü KILIÇ’ın;
türbanlı olduğu için 28 Şubat döneminde görevine son verildiği bildirilen
eşi Nilgün Kılıç’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2003 Yılı Kasım ayında
yapılan büyük kongresinde MKYK üyeliğine seçilmesini “işte 28 Şubat’ın rövanşı diye ben buna derim” şeklinde
değerlendirdiği, (Ek.147)
17) “Türbanlı Belediye Başkanı da olmalı” çıkışıyla adı sıkça gündeme
gelen AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan
BALAMAN’ın İlköğretim öğrencilerine içinde Said-i Nursi propagandası
yapılan bir kitap dağıttığı, ‘Küçük Gezgin, Güller Ve Halılar Diyarı
Isparta’da’ adlı kitapta Said-i Nursi için ‘keskin zekası, harikulade
hafızası yüzyılın mütefekkiri’ gibi övücü ifadeler kullanıldığı, belediye tarafından
Bahattin ATAK’a hazırlatılan kitabın Ülkü İlköğretim Okulunda 200 öğrenciye
verildiği, ( Ek.172)
18) AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın Isparta Müftülüğü
tarafından düzenlenen ‘Hafızlık Taç Giyme Töreninde’ yaptığı konuşmada; “… böyle bir şey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı (…) başörtülü bir
kadın da belediye başkanı, daire başkanı olabilmeli (…) imam hatipli bir
kişinin hırsız veya uğursuz olduğu görülmemiştir.” dediği, (Ek.129)
Tespit edilmiştir.
g- Adalet ve Kalkınma Partisi
hükümetlerinin laiklik ilkesine aykırı diğer eylemleri
1) Milli Eğitim Bakanlığı’nın, 13.8.1999 gün ve 23785 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ‘‘Milli
Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri Başkanlıkları Yönetmeliği”nde
değişiklik yaparak 30 dan fazla maddesini değiştirdiği, Yönetmeliğin 42.
maddesinde yapılan değişiklikle ilköğretim müfettişlerinin görev alanının
yeniden belirlendiği, düzenleme ile “Milli
Eğitim Yayınevleri ile öğretmenevleri, halk eğitim merkezi ve akşam sanat okullarıyla bunlara bağlı
kurslar, çıraklık eğitim merkezleri, eğitim araçları ve donatım merkezi ve
akşam sanat okulu müdürlükleri, rehberlik ve araştırma merkezleri ve sağlık
eğitim merkezleri, hizmetiçi eğitim enstitüleri ve akşam sanat okulları ile
hizmet içi eğitim merkezleri, spor ve izcilik merkezleri, gençlik ve
izcilik eğitim tesisleri, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kuran
kursları, dernek ve vakıflarca açılan ve bakanlığın denetimi ve gözetimi
altında bulunan gerçek ve tüzelkişilere (şirket) ait öğrenci yurtları’’nın
denetim görevinin ilköğretim
müfettişlerinden alındığı, Yönetmelik değişikliği sonucu ilköğretim
müfettişlerinin denetim alanlarının ‘‘Okulöncesi
eğitim kurumları, ilköğretim kurumları, özel eğitim gerektiren çocuklar
için açılmış ilköğretim seviyesindeki okullar ve sınıflar, yetiştirici ve
tamamlayıcı sınıflar ve kurslar, ilköğretim seviyesinde açılan öğrenci
yetiştirme kursları, özel öğretim kurumlarına bağlı, ilköğretim
seviyesindeki dershane, kurs, etüt eğitim merkezleri ve okulları, valilikçe
uygun görülen bakanlığın gözetimi ve denetimine tabi diğer okul/kurumlarda
inceleme ve soruşturma işleri.’’ ile sınırlandırıldığı, böylece
Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kuran kursları ile vakıf yurtlarının
denetiminin ilköğretim müfettişlerinin görev alanından çıkarılarak, Kuran
kurslarını denetleme görevinin Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı
murakıplara bırakıldığı,
Danıştay’ın yönetmelik değişikliğini iptal etmesi
üzerine, yönetmelikte yeniden bir değişiklik yapıldığı, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı ilköğretimin 5. sınıfını bitiren öğrenciler için açılan
yaz Kuran kursları ilköğretim müfettişlerinin denetim kapsamına alınırken
diğer Kuran kursları ile dernek ve vakıflarca açılan öğrenci yurtlarının
yine denetim kapsamı dışında tutulduğu, (Ek.148)
2) Milli Eğitim Bakanlığı, Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği’nde
2006-2007 öğretim yılından itibaren geçerli olmak üzere İmam Hatip Lisesi
öğrencileriyle ilgili önemli bir düzenleme yaparak, İmam Hatip Lisesi son
sınıf öğrencileri ya da mezunlarının, Açık Öğretim Lisesinde bir dönem
öğrenim gördükten sonra Öğrenci Seçme Sınavı’nda (ÖSS) istedikleri alandan
sınava girebilmelerine olanak tanındığı, Yönetmeliğin 14 Aralık 2005
tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği,
14.12.2005 tarih ve 26023 sayılı Resmi Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe giren Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi
Yönetmeliğinin bazı maddelerinin yürürlüğünün durdurulması ve iptali
istemiyle YÖK tarafından açılan davada Danıştay 8. Dairesi 7.2.2006 gün ve
2005/6384 Esas sayılı kararla istemi yerinde görerek yürütmenin durdurulması
kararı verdiği, Milli Eğitim Bakanlığının bu karara kadar yapılan yeni
kayıtların geçerli ocağına dair işlemin de iptali amacıyla YÖK tarafından
açılan davada Danıştay 8. Dairesi 7.6.2006 gün ve 2006/1249 Esas sayılı
karar ile işlemin yürütmesinin durdurulmasına hükmettiği, (Ek.149)
3) 8.11.2003 tarihli resmi gazetede yayımlanan “Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı
Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in 15. maddesinin
kaldırıldığı, kaldırılan madde hükmünün “Gençleri
Cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda milli terbiyeyi
kuvvetlendirecek tedbirleri almak” şeklinde olduğu, (Ek.150)
4) Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda
okutulmasıyla ilgili yönetmelik hakkında Danıştay’ca yürütmenin
durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde aynı konuda çıkartılan
31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu
okullara alınacak öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek, devlet
niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği, (Ek.151)
5) Milli Eğitim Bakanlığının (MEB), Şubat 2002 tarihli Tebliğler
Dergisi’nde yayımlanan Merkezi Sistem Sınav Yönergesi’ni yenileyerek
Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS), devlet parasız yatılılık ve bursluluk,
açık öğretim okulları, motorlu taşıt sürücü adayları sınavlarıyla resmi,
özel kurum ve kuruluşlarla imzalanan protokollere göre yapılan seçme,
yerleştirme, atama, görevde yükselme, unvan değişikliği ve benzeri
sınavlarla ilgili esasları yeniden düzenlediği, mevcut yönergede MEB’in
yaptığı merkezi sınavlara adayların girebilmesi için ‘baş açık’ olması gerektiği belirtilirken, Mayıs 2006-2584
sayılı Tebliğler dergisinde yayımlanan 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi
Sistem Sınav Yönergesi’nde bu ifadenin kaldırıldığı, mevcut Yönergenin 10/ı
maddesinde yer alan “Tüm sınav
görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile
görevlerine gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim
gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı
açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini
sağlamak” maddesi,
yeni Yönergenin 11/i maddesi ile ‘Adayların temiz, düzenli ve aşırılığa
kaçmayan bir kıyafetle sınava girmelerini sağlar’ ifadesiyle
değiştirildiği,
Eğitim-İş’in, Milli Eğitim Bakanlığının 19.4.2006
gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi’nin 11/i hükmünün iptali
amacıyla açtığı dava sonucu, Danıştay 8. Dairesinin 3.8.2006 gün ve
2006/3481 Esas sayılı hükmü ile “Kararda,
dava konusu yönerge ile yürürlükten kaldırılan Milli Eğitim Bakanlığı Merkezi Sınav Yönergesinin, Sınav Görevlileri ve Sorumları başlıklı 10. maddesinin Bina
Sınav Komisyonu Kuruluşu ve Görevleri bölümünün ( ı)
bendinde yer alan ; “Tüm sınav
görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile
görevlerine gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim
gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı
açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini
sağlamak” hususunun bina sınav
komisyonunun görevleri arasında sayıldığı, dava konusu olan ve eski
düzenlemeyi yürürlükten kaldıran yeni yönergede aynı başlığı düzenleyen 11.
maddesinin (i) bendinde ise, Sınav Komisyonuna
“sınava başı açık” girilmesinin sağlanması görevinin yüklenmesinin eksik
bırakıldığı, yeni yönergeden “başı
açık” ibaresinin “çıkarılarak
soyut ve genel ifadelere” yer verilmesinin,” hukuka
aykırı bulunduğu gerekçesiyle sözü edilen yönergenin 11/i maddesinin
iptaline karar verdiği,
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, Danıştay
8. Dairesi’nin kararına MEB’in yaptığı itirazı da reddettiği, (Ek.152)
6) 7.12.2004 günü yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15.
maddesinin 1. fıkrası “gayrisıhhi müesseseler
ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve
denetlemek” görevini belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320
sayıl İl Özel İdaresi Kanununun 7. maddesi mucibince “İl Özel İdaresi”ne verdiği,
24.11.2004 tarih ve 5259 sayılı Polis Vazife ve
Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun
ile 4.7.1934 gün ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 6, 7,
8, 12. maddeleri, 8.6.1942 gün 3572 sayılı İşyeri Açma ve Çalışma
Ruhsatlarına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair
Kanunun 3. maddesinin a bendi, 14.6.1989 tarih ve ve 4250 sayılı İspirto ve
İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanunun 19. maddesinin ikinci fıkrasında yapılan
değişikliklerle içkili yerlerin ruhsatlandırılması görevinin belediye ve il
özel idarelerine verildiği, yasalarda yapılan bu değişiklik üzerine İşyeri
Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik hazırlanarak 10.8.2005
tarih ve 25902 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandığı,
İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin
Yönetmelik hükümlerinin uygulanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’nün
14.10.2005 gün ve 82663- 2005/107 sayılı genelgesinde; “10.8.2005 tarih ve 25902 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe giren İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmeliğin
29. maddesine göre içkili yer bölgesi mülki amirlerin genel güvenlik ve
asayiş durumu hakkındaki görüşü doğrultusunda belediye sınırları ve mücavir
alanlar içinde belediye meclisince, bu sınırlar dışında il genel meclisince
tespit edilecektir. Ancak, içkili yer bölgesinin bir belediye sınırı
dahilinde birden çok alanda tespit edilmesine engel bir husus yoktur.
Bununla beraber, içkili yer bölgesi adres ve nokta işyeri olarak değil
bölge olarak tespit edilmelidir. Dolayısıyla işyeri ve adres bazında içkili
yer bölgesi tespitinin yapılması Yönetmeliğin genel düzenlemesine ve bölge
tespitinden beklenen amaca aykırıdır. Çünkü bar, gazino, pavyon vb içkili
eğlence yerlerinde, gerek müşterilerin gerekse işyeri çalışanlarının sebep
olduğu çeşitli asayiş olaylarının meydana gelmesi veya yüksek sesle müzik
yapılması gibi nedenlerle çevreye rahatsızlık verildiğinden, bu gibi
yerlerin kolluk veya zabıtaca sürekli kontrol ve denetim altında bulundurulması
gerektiği için bölgesel tespit yapılması esas alınmıştır. Diğer yandan,
gerek imar planında gerekse şehir planlarında park alanları, okul
bölgeleri, spor alanları, kültürel merkezler yanında oyun ve eğlence
merkezlerinin açılabileceği alanların da belirlenmesi, hem şehrin düzenli
gelişimini, hem de kişilerin yaşam alanlarında huzurlu ve güven içerisinde
bulunmalarını sağlayacaktır. Bu çerçevede, kişilerin huzur ve sükunu ile
beden ve ruh sağlığını temin edecek bir çevre oluşturulması, umuma açık
istirahat ve eğlence yerlerinin daha etkin bir şekilde kontrollerinin
yerine getirilmesi esas alınarak, bu tür iş yerlerinin özellikle konut ve
yerleşim alanları ile gürültüye duyarlı kurumların bulunduğu yerlerde
açılmaması, bunların şehir içerisinde veya yakınında konutlardan ayrılmış,
özel olarak bu şekilde faaliyet gösteren işletmelere tahsis edilmiş, alt
yapısı, ulaşım hizmetleri buna göre yapılmış ayrı bir bölgede, tarihi
kültürel ve turistik özellikler taşıyan cadde ve sokaklarda veya içerisinde
sadece işyerlerinin bulunduğu iş merkezi, pasaj gibi yerlerde
açılabilmesine yönelik bölge tespitlerinin yapılması sağlanmalıdır. Bu
itibarla içkili yer bölgesi tespiti yapılırken, Yönetmelikte yer alan
hükümler dışında yukarıdaki açıklamalarında dikkate alınarak, işletmelerden
gelen içkili yer bölgesine dâhil edilme taleplerinin her işletme için
değerlendirilmesi yerine toplu olarak ve bölgesel çapta ele alınması
hususuna dikkat edilmelidir. Ayrıca daha önce içkili yer bölgesi olarak tespit
edilen bölgelerin kaldırılması veya daraltılması yoluna gidilmesinde de
işletmelerin kazanılmış haklarına uyulması gerekmektedir.” denildiği,
Yapılan bu düzenlemeler üzerine Belediyelerin,
Yönetmeliğe ve Yönetmeliğe aykırı çıkarılan genelge hükümlerine göre
işlemler yaptığı, “ruhsat iptali,
yeni ruhsat verilmemesi, eğlence
vergisi ve hafta tatili ruhsat harcı artırımına gidilmesi, içkili yerlerin
kent dışındaki alanlarda toplanmalarına zorlanmaları” uygulamalarının
başlatıldığı, içki içilmesi ve satılmasını kısıtlama kampanyasına
dönüştürüldüğü, resmi kurumlara ait sosyal tesislerde içki yasağı uygulamasına
başlandığı,
İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel
Müdürlüğü’nün 14.10.2005 tarihli genelgesinin iptali amacıyla Ankara
Barosu’nun açtığı davada, Danıştay 8. Dairesi 7.3.2007 gün ve 2005/6261
Esas, 2007/1246 Karar sayılı hükmü ile; genelgenin Bakanlar Kurulu’nca 10
Ağustos 2005’te çıkarılan ‘İşyeri
Açma ve Ruhsatlarına Dair Yönetmelik’e aykırı hükümler içerdiğini,
genelgede içkili yerler için “konut
ve yerleşim alanlarında, konutlardan ayrılmış, özel olarak bu şekilde
faaliyet gösteren işletmelere tahsis edilmiş, altyapısı, ulaşım hizmetleri
buna göre yapılmış ayrı bir bölge” tanımları yapılarak, üst hukuk normu
olan yönetmelikte sayılmayan kısıtlamalara yer verildiği, genelgenin sadece
yasal değişiklikleri açıklamaya yönelik olarak çıkarılma amacının aşıldığı,
içkili yer bölgesiyle ilgili yönetmelikte olmayan yeni kısıtlamalar
getirilmesinin, üst hukuk normlarına aykırı olduğu gerekçeleriyle genelgeyi
hem içerik, hem de şekil açısından iptal ettiği, (Ek.153)
7) Sağlık Bakanlığı’nca hazırlanan Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma
Yönetmeliği Tasarısı’nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık
kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri
mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü, (Ek.154)
8) Devlet Planlama Teşkilatı’nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları
kapsamında oluşturulan Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas
Komisyonun taslak raporunda, “zekat” sisteminin özel kurum ve teşkilatına
kavuşturulması, bu amaçla “Zekat
Mağazalar Zinciri” oluşturulması önerisinde bulunulduğu, (Ek.155)
9) 13.6.2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun
“Mükellefler” başlıklı 2. maddesinin beşinci fıkrasında; “Dernek veya
vakıflara ait iktisadî işletmeler: Dernek veya vakıflara ait veya bağlı
olup faaliyetleri devamlı bulunan ve bu maddenin birinci ve ikinci
fıkraları dışında kalan ticarî, sınaî ve ziraî işletmeler ile benzer
nitelikteki yabancı işletmeler, dernek veya vakıfların iktisadî işletmeleridir.
Bu Kanunun uygulanmasında sendikalar dernek; cemaatler ise vakıf sayılır.”
hükmü getirilerek, cemaat kavramının yasalara girdiği, (Ek.156)
10) Diyanet İşleri ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve
gözetiminde yaz Kuran kurslarının açılması, halen Diyanet’in kış aylarında
düzenlediği Kuran kurslarına gitmek için gereken ilk ve ortaöğretimi
bitirmiş olma, yani 15 yaş ve yaz aylarında aranan 12 yaş sınırı şartının
kaldırılmasının öngörüldüğü yasa teklifinin TBMM Başkanlığı’na sunulduğu, (Ek.157)
11) Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan 14.12.2005 gün ve
26023 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim
Lisesi Yönetmeliği”nin amaçlarının açıklandığı 5/a maddesinde; “İlköğrenimini tamamlayan, ancak orta
öğretime devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan, mezun olan ve yüksek
öğretimden ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda öğrenim görme
fırsatı vererek eğitim-öğretim imkanı sağlamak”, Diploma başlıklı 35.
maddesinde; “Lise’den mezun olanlara,
bitirdikleri program türüne göre diploma verilir.” Kılık ve kıyafet
başlıklı 45. maddesinde “Sınavlarda
kılık-kıyafetin, öğrencinin rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade
ve temiz olması esastır. hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretimin
kural, örgün öğretim ise istisna haline getirilerek, meslek lisesi
mezunlarına (imam-hatip lisesi) çift diploma edinmeleri suretiyle
üniversiteye girişte 1999 yılından beri uygulanan meslek liseleri ve düz
lise mezunları arasında uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf edilmesi
imkanının sağlandığı, ayrıca öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak derslere
devam etmeleri olanağının tanındığı,
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve
yürütmesinin durdurulması istemiyle Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı ve
Eğitim-Sen’in Danıştay 8. Dairesine dava açtıkları,
Danıştay 8. Dairesi Yükseköğretim Kurulu
Başkanlığının açtığı davada 7.2.2006 tarihli karar ile dava konusu edilen
Yönetmelik maddelerinin yürütmesini durdurduğu, 7.3.2007 gün ve 2005/6384
Esas, 2007/1259 sayılı karar ile de Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 18/c, 20/b-e,
25/2, 26/b, 26/son paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddelerini iptal ettiği,
Eğitim-Sen tarafından açılan davada da 7.3.2007 gün ve 2005/6465 Esas,
2007/1257 sayılı karar ile; Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 20/b-e, 25/2, 26/b ve
son paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddenin iptaline karar verildiğinden
yeniden karar verilmesine yer olmadığına, 22, 45, 46/1, 35/d, 41.
maddelerinin ise iptaline karar verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının, Danıştay 8. Dairesinin
7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu edilen maddelerinin
yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla 1.3.2006
tarihinde, Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra açık öğretim liselerine
kayıt yaptıranların kazanılmış haklarının korunacağını duyurduğu, Yükseköğretim
Kurulu Başkanlığı bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle
yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8.
Dairesi 7.6.2006 gün ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükümle ile
1.3.2006 tarihli işlemin de yürütmesinin de durdurulmasına karar verdiği,
Buna karşın, 24.6.2007 tarihinde Milli Eğitim
Bakanlığı’nca (MEB) düzenlenen açıköğretim lisesi sınavlarına bazı
öğrencilerin türbanla katıldıkları,
Alanya’daki Açık Lise sınavlarına türbanla
girenleri rapor eden ve buna izin veren okul müdürleri hakkında suç
duyurusunda bulunan 3 öğretmen hakkında Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünce
soruşturma açıldığı, konuyu araştıran Milli Eğitim Müdürlüğü Müfettişleri,
şikayete konu olan müdürler için yapılacak herhangi bir işlem olmadığına
karar verdikleri, Alanya Kaymakamlığının da müfettiş raporları
doğrultusunda şikayetin işleme konulmaması yönünde karar aldığı, bunun
üzerine Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünün şikayetçi olan 3 öğretmen için ‘toplu
dilekçe verdikleri iddiasıyla’ valilikten soruşturma izni aldığı,
öğretmenler hakkında görevlendirilen müfettişlerce soruşturmaya başlandığı,
(Ek.158)
12) Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve diğer yandan
serbestliğin tüm kamusal alana taşınması tartışmalarının yapıldığı 2008
yılı ocak ayı içinde yapılan açık öğretim lisesi sınavlarına başta Ankara
olmak üzere, Erzurum, Edirne, Denizli, Konya ve İzmir’ de çok sayıda
öğrencinin sınavlara türbanla girmesinin sağlandığı, hatta bu öğrenciler
arasında çarşaflı kişilerin de sınava alındığı,
Denizli ve Ankara Cumhuriyet Lisesi’nde yapılan
Açık İlköğretim Okulu sınavlarında salona başörtüleriyle alınan bazı
öğrencilerin, sınavın başlamasına dakikalar kala görevlilerce dışarı çıkarıldıkları,
ancak öğleden sonra yapılan sınavlara ise alındıkları,
Ankara Sincan İmam Hatip Lisesi’nde, 13 Ocak 2008
Pazar günü yapılan Milli Eğitim Bakanlığı Açık İlköğretim Okulu sınavına
türbanlıların hatta “çarşaflı” bir kişinin alındığı, bu hususta herhangi
bir işlem yapılmadığı, okul ya da milli eğitim müdürlüğü yetkililerinin
duruma herhangi bir müdahalesinin olmadığı, (Ek.159)
13) Türbanın yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak
sağlamak üzere Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik
yapılmasını içeren kanun teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile
Milliyetçi Hareket Partili milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca
yönelik olarak 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinde
değişiklik yapılmasına dair kanun teklifinin ise her iki partili yedi
milletvekilinin imzalarıyla 29.01.2008 ve 30.01.2008 tarihlerinde TBMM’ne
sunulduğu, 2547 sayılı Kanun’da değişiklik yapılmasına ilişkin kanun
teklifinde Adalet ve Kalkınma Parti Milletvekilleri Bekir Bozdağ, Sadullah Ergin, Nurettin Canikli, Mustafa Elitaş ve
Nihat Ergün’ün imzalarının bulunduğu, (Ek.160)
14) Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN’ın Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ali
İlker GÜMÜŞELİ’nde başkan yardımcılığı görevinden Milli Eğitim Bakanı
Hüseyin ÇELİK’le izlenen çizgide uyuşamadıklarından ayrıldıkları, müfredat
konusunda işinin ehli olmasına değil, talimatla kitap onaylayıp
onaylamayacağına bakılarak kurula üye atandığı, bunun da günün
koşullarından, bilimsellikten, çağdaşlıktan ve Atatürkçülük’ten uzak
öğelerle dolu kitapların çıkmasına yol açtığı, Talim Terbiye Kurulu’na
danışılmaksızın tepeden inme bir yöntemle MEB Personel Genel Müdürü Remzi
KAYA tarafından kurula üye görevlendirildiği, yine Talim Terbiye Kuruluna
sorulmaksızın görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı
faaliyetleriyle bilinen Eğitim Bir-Sen’e üye olanlar arasından seçildiği,
okutulan kitapların ve müfredat içeriğinin eksik ve yanlışlarla dolu
olduğu, Türkçe kitapların da sihir, peri, büyü gibi soyut ve gerçekten uzak
kavramlara yer verilirken devrim tarihi ve Atatürkçülük dersinin içeriğinin
ise Osmanlı yanlısı bir tutumla verildiği,( Ek.173)
Belirlenmiştir.
3-
İç Hukuk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Siyasi Parti Kapatma
Davalarında Esas Aldığı Ölçütler de Nazara Alınarak Eylemlerin
Değerlendirilmesi
Laiklik gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse
İHAM’ne göre, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değişmez ve temel ilkelerinden
birisi olup; hukuk ve insan haklarına verilen önem ile aynı karede yer
almaktadır. Bu ilkeye saygı duymayan hiçbir hareket kabul edilemez ve
koruma göremez(RP/Türkiye Daire Kararı, Kalaç/Türkiye kararı)
Batıda laisizm ruhban sınıfına karşı halkı
korumak, ruhban sınıfının iktidarına son vermek için geliştirilmiş bir
ilkedir. Yüzlerce yıl süren mücadeleler ve deneyimlerden sonra tartışma
konusu olmaktan çıkarılıp genel bir kabul gördüğünden, bazı batı
anayasalarında laikliğe ağırlıkla yer verilmesine gerek bile duyulmamıştır.
Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan milletler arasında laiklik
ilkesini Anayasasına alan ilk Cumhuriyet olduğundan, laiklik Türkiye
Cumhuriyetinin esasını oluşturmakla, diğer devrimler de bu ilkeler üzerine
yapılandırılmış olup, ilk ve yeni olan bu ilkenin daha çok korunması
gerekmekle Türkiye’deki laisizm, batıdakinden farklı ve yaşamsal bir yapıya
sahip bulunduğundan, toplumca içselleştirildiğinden Türkiye’nin bu tehdit
ve tehlikeler karşısında gerekli koruma önlemlerini alma hakkı
bulunmaktadır. Bu noktada davalı partinin dinsel simgelere getirilen
yasağın sadece Türkiye ile sınırlı olduğuna ilişkin iddiası yanıltıcıdır.
Batıda da her devlet kendi toplumunun kamu düzeninin gereklerine göre
tedbirler almak ve uygulamak durumundadır. Nitekim Avrupa’da en fazla
Müslüman nüfus barındıran devletlerden Fransa’da türbanı okullarda ve
kamusal alanda yasaklamıştır. Almanya’da bazı eyaletlerde yasaklanmış,
diğer bazı eyaletlerde de yasaklanması tartışılmaktadır. İsviçre ve
Belçika’da da benzer yasaklar vardır ve en son İspanya ve Hollanda’da
türbanın belli alanlarda yasaklanmasına karar verilmiştir.
Siyasal İslam, yalnızca kişi ile tanrı
arasındaki alanla sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına
alma iddiasında olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde
siyasal İslam’ı esas alan partilerin Avrupa’daki Hıristiyan demokrat partilerle
benzerliği söz konusu değildir.
Türkiye’de siyasal İslamcı akımların ve
aynı esasa dayalı politikalarıyla davalı siyasi partinin nihai amaçlarının
hukuk devleti yerine, dini esaslara dayalı bir devlet sistemi kurmak
(şeriat) olduğu görülmüştür. Bu amaca ulaşıncaya kadar “takiyye” yöntemini
kullanacakları kendi ifadeleriyle açıklanmaktadır. Tabanlarından gelen
baskı karşısında sabır ve itidal tavsiyeleri bunun işaretidir. Oysa şeriat
düzeni Anayasa, İHAS ve buna bağlı olarak Avrupa kamu düzeni ile hiçbir
biçimde bağdaşmamaktadır.
Bu yolda siyasal İslam’ın ya da Türkiye’ye
giydirilmek istenen “ılımlı İslam” modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi
ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık
değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak,
sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal
bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür.
Şeriat, Müslümanların kendi aralarındaki ve
diğer dinlere mensup olanlarla arasındaki ilişkilere uygulanan bir hukuk
sistemidir (RP/Türkiye Kararı). İslam’ın düzenleyici kuralları çok
hukukluğu (ceza hukuku, devletler hukuku, aile hukuku, miras hukuku
alanlarını) kapsadığı gibi; insanın sosyal yaşamının (kişinin giyinmesi,
evlenmesi, boşanması, karşı cinsle her türlü beşeri ilişkisi) şeklini de
belirler. Diğer bir anlatımla, dünyevi ilişkilerde de belirleyici olması
şeriata göre bir zorunluluktur. Sonuçta statik kurallar bütünü şeriat total
bir sistemdir. Özü itibarıyla da baskıcıdır ve demokrasi, insan hakları
düşüncesiyle bağdaşmaz.
Anayasamız ile partiler siyasal yaşamın
vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edilmiş ise de, siyasi partiler için
Anayasa’ya sadakat yükümlülüğü de öngörülmüştür. Bu bağlamda Anayasa’daki
özgürlükçü demokratik düzenin temeli olan laiklik ilkesine bağlı olmayan
diğer bir anlatımla anti-laik partiler yasaklanmış ve bu konuda kapatma
yaptırımı benimsenmiştir. Bu yasaklama ve yaptırım, laik rejim için olası
tehlikeler gözetildiğinde Almanya ve Avusturya’da Nazi Partisinin,
İtalya’da Faşist Partinin yasaklanması kadar yasal ve hukuka uygundur.
Cumhuriyet öncesi dönemde İslami teokratik
rejim tarafından diğer inanç topluluklarının toplumsal yaşamlarını
düzenlemek için, şeriat hukuku çerçevesinde çok hukuklu bir sistem
uygulanmıştır (RP/Türkiye Kararı). Davalı parti ileri gelenlerinin gerek
siyasal alandaki söylemlerinde, gerekse eğitim ve öğretim programlarındaki
uygulamalarında, Cumhuriyet öncesi döneme sıklıkla vurgu yapmaları; o
döneme ait uygulamaların ve şeriata özgü çok hukukluluğun üstü kapalı
olarak canlı tutulması ve yerleştirilmeye çalışılmasıdır.
Çok hukukluluğu ve İslami yönden sınırsız
özgürlüğü savunmak, İslam’a yönelik pozitif ayrımcılıktır. Bu suretle
devlet ve laik hukuk dışlanmaktadır. Sonuçta bu doğrultuda atılan adımlar
yoğunlaştıkça İslami düzen ortaya çıkmakta ve laiklik de ortadan
kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bu bağlamda dinsel bir simge olan türbanın
yükseköğretimde ve giderek tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik
politikalar, imam hatip okullarının sayısının arttırılması ve katsayı
sisteminin kaldırılması gibi uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç
yapısı gözetildiğinde İslam için bir pozitif ayrımcılıktır.
Laik devlet, yapısı ve değerleriyle dini
hüküm ve kurallara bağımlı olmayan, bilimin esaslarına uygun ve din kurallarından
bağımsız olarak her türlü düzenlemeyi yapabilen, din kurallarının yasa
koyucuyu sınırlayamadığı devlettir. Bireyler de laik devletin koyduğu
kuralların din kurallarına aykırı olduğunu ileri sürerek bu kurallar
nedeniyle eğitim ve öğrenim haklarının engellendiğini ileri süremezler.
Çünkü laik devlet fertlerin toplumsal yaşamdaki işlerini ilgilendiren
konularda din kurallarıyla bağlı olmaksızın kamu düzeni ve yararını
gözeterek serbestçe düzenleme yapabilir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
başlangıç dâhil birçok maddesinde yer alan laikliği başka bir biçimde
anlama ve yorumlamanın imkanı yoktur. Oysa başta davalı partinin genel
başkanı ve bir dönem TBMM Başkanlığı da yapmış olan Bülent Arınç ve diğer
parti ileri gelenlerinin “anayasada
laikliğin bir tanımının bulunmadığını,(…) Türkiye’deki laiklik uygulamasının
Fransız laiklik anlayışına yakın olduğunu, oysa anglo sakson bir laiklik
anlayışının Türkiye’nin laiklikle ilgili sorunlarını çözeceğini,(…)
insanların laik olamayacağını, ancak devletin laik olabileceğini,
kendilerinin dini inançları nedeniyle laik olmadıklarını”, sıklıkla
tekrarlamaktadırlar.(Ek.14) Burada dini inancı olanların laik olamayacaklarını
vurgulamaktaki asıl amaç, laiklik ilkesini hukuksal yerinden
uzaklaştırarak, inançsızlık- inanca dayalı bir ayrımcılık oluşturmaktır.
Ayrıca lâikliğin yanlış tanımlandığı
iddiası, resmî daire ve üniversitelerde uygulanan türban ve başörtüsü yasağını
hak ve özgürlüklerin kullanılmasını engelleyen, zulüm ve zorbalık olarak
gösterilmesi, kamu düzenini bozacak nitelikte görülmüştür. Başbakanın ve
davalı Partinin diğer üyelerinin bu ve benzeri söylemlerle dinsel konularda
kişiler için sınırsız bir alan yaratmak ve bu ayrımcı yaklaşımla dinlere
(sayısal çoğunluk gözetildiğinde İslam’a) serbest bir ortam sağlamak
amacını taşımaktadır. Kişilerin dinsel konularda (ki İslam’ın dünyevi ve
uhrevi tüm alanları kapsadığı gözetildiğinde) tam bir serbesti içinde
olmaları demek, kişilere uygulanacak kuralların, benimsedikleri din
ekseninde belirlenmesi anlamındadır. Bu ise kişiler yönünden laik devletin
kurallarını dışlayıcıdır ve dini (İslam’ı), tartışmasız olarak kişilerin
uhrevi değil tüm dünyevi ilişkilerinde de tek belirleyici unsur olarak
kabul etmek anlamındadır.
Nitekim bir Yargıtay Başkanı, ülkede
yaşanan gelişmeleri ve gidişatı da gözeterek yaptığı 2003 Yılı Adli Yıl
açılış konuşmasında, “…Sınırsız din
ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları
aynı…” (Ek.2) şeklinde tespit yaparak sınırsız din ve vicdan özgürlüğü
isteyenlerin gerçek siyasi amaçlarını ortaya koymuş, Başbakan Erdoğan, “…Bu bir defa çirkin ve olumsuz bir
yaklaşım, Bir defa özgürlükler farklı bir noktada olan kişinin özgürlük
alanına, kadar o alana giremezsiniz. Siz bir dinin mensubuysanız, farklı
bir dinin mensubunun olduğu alana giremezsiniz. İnancınızın gereği neyse,
bu inanca saygı duymak yönetimlerin görevidir.(…) Kaldı ki, şu anda yaşanan
süreçte gerek Türkiye’de, gerek Batı’da, gerek Dünya’da tamamıyla dinlere
saygılı olan bir anlayışın egemen kılınması, aynı şekilde düşünceye ve
örgütlenmeye saygılı yapıların, özgürlüklerin oluşmasına fırsat verilmesini
devamlı olarak imkânını hazırlıyor. Biz de böyle bir gayretin içindeyiz …”
(Ek.2) şeklinde yanıt vererek, aslında din ve vicdan özgürlüğü konusundaki
düşüncelerinin siyasal İslam’a sınırsız bir özgürlük alanı yaratmak
olduğunu bir kere daha açıklıkla ifade etmiştir. Bu bakış açısı Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ve tüm parti ileri gelenlerinin söylem ve eylemlerine
yansımış, devlet adeta bir inancın hüküm ve kuralları çerçevesinde yeniden
biçimlendirilmeye, dönüştürülmeye çalışılmıştır. Nitekim türbanın
Yükseköğretim kurumlarına girmesine olanak sağlayacak Anayasa değişikliğin
yapıldığı 9 Şubat 2008 günü Almanya’daki resmi seyahati sırasında
gazetecilerin “İslamiyet ile AB sürecini nasıl bağdaştırdığını” sormaları
üzerine; “…Farklı dinlerin
mensuplarına bizler nasıl ‘siz niçin dininizi bu kadar iyi yaşıyorsunuz ya
da bu kadar hassasiyetle yaşıyorsunuz’ deme hakkına sahip değilsek, bir
Müslüman’ın da dinini yaşamasına kimse kalkıp ‘sen niçin dinini bu kadar
iyi yaşıyorsun, başarılı yaşıyorsun’ deme hakkına sahip değildir. Bir
taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp
Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansı uygulamaya bir
defa kimsenin hakkı yok” (Ek.50.) demiş, 7 Mart 2008 tarihinde
partisinin Uşak ilinde düzenlediği bir toplantıda kendisine “Af yok mu?”
diye seslenen bir vatandaşa, “..Af
yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip
değildir. Katili affetme yetkisi
aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım…” demiştir.
(Ek.165) Başbakan ilk söylemiyle, bir
Müslüman’ın dininin emrettiği her şeyi serbestçe yapabileceğini, dini
özgürlüklerin sınırsız olduğunu, ikinci söylemiyle de laik hukuk sistemini
yok sayarak, adam öldürme suçuna şeriat hukukundaki ‘kısas’ uygulamasını
ifade etmekte, “öyle olması gerekir” cümlesiyle de, sistemin şeriat
hukukuna dönüşmesine olan özlem ve niyetini açığa vurmaktadır. Başbakanın
bu yaklaşımlarına göre dini inancın bütün vecibeleri din ve vicdan
özgürlüğü kapsamındadır ve kısıtlanamaz. Bu yoruma göre, özel ve kamusal
yaşamın tümünü kapsama iddiasındaki İslam şeriatı için hiçbir kısıtlama
öngörülemeyecek, ceza hukuku uygulamalarında da şeriat hukukunun kapıları
açılacaktır. Bu bakış açısıyla türban bir dini vecibedir ve dini vecibelere
kısıtlama getirilemez. Yine din kurallarının uygulanması dini vecibe (dini
ödev) kabul edildiğinde, bu kuralların tüm özel ve kamusal alanlarında da
(aile, miras, ceza, ticaret hukuku vb.) yaşanması talebi kendiliğinden
ortaya çıkacak, aksini savunanlar yine İslam şeriatının yaptırımlarına
maruz kalabilecektir.
Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42
nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal
alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık
oturumlarda ‘türbanın yasaklanmasını
savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını
çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet
ilkesini ve Türkiye’de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin
beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da
sergilemektedir.
Davalı parti, başta laiklik olmak üzere
Cumhuriyetin bütün kazanımlarına karşı mücadeleyi esas alan, Milli Nizam
Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi çizgisinin
devamı niteliğinde siyasi bir oluşumdur. Ancak bu partilerin geçmişte
kullandıkları radikal, anti-laik eylem ve söylemleri nedeniyle hukuki
koruma görmemeleri ve bazılarının kapatılmaları gözetilerek, tarihi
deneyimden ders alan bir grup tarafından kurulmuştur. Şeriat hedefine
ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu zihniyet, “gerçek amacını doksanlı
yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge
ülkeleri için ürettiği ‘ılımlı İslam’ ideolojisi ve onun siyasi hedefi
‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini insan
hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim hakkı gibi asıl
referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların arkasına gizlenerek”
göstermişlerdir. Başta Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan ve diğer
partililer, 2001 yılından önce mensubu bulundukları partilerde Cumhuriyeti
ve onun devrimlerini doğrudan hedef alarak eleştirmişler, söylemlerinde; “…hakimiyet Ulusa değil Allah’a
aittir,(…)Millet isterse laiklik elbette elden gidecektir. (…)laiklik
dinsizliktir..” (Ek.12) diyenler, her türlü din istismarını yapanlar, bu söylemlerini değiştirerek
takiyye yapmaya başlamışlar, partinin önemli isimlerinden Bülent Arınç,
Türkiye Demokrasi Vakfı’nca düzenlenen bir toplantıda, TBMM Başkanı iken
yaptığı bir konuşmada; “…Siz ifade
özgürlüğüne tam sahip değilseniz, kapatılmamak için, önünüze engeller
çıkmaması, iktidara giderken bir
takoza ayağınız takılıp da düşmemek için yalan söylemeye, samimiyetsiz
davranmaya, takiyye yapmaya mecbursunuz…” (Ek.67) diyerek, takiyyenin yeni dönemdeki siyasal
yöntemleri olacağının işaretini vermiş, buna rağmen davalı parti gerçek
siyasi hedefini gizleyememiş, laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
hükümlerine, Anayasa Mahkemesinin Refah Partisi ve Fazilet Partisinin
kapatılmasına, resmi daire ve üniversitelerde türban-başörtüsü kullanmayı
teşvik eden konuşmaların laik düzen karşıtları için bir mesaj oluşturduğuna
ilişkin kararlarına karşın, türban konusunu belirledikleri politikalara
temel almakta bir sakınca görmemiştir.
Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2008
seçimlerinden sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam
devletine dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak
sonra da türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak
adım adım gerçekleştirmeye başlamıştır.
Davalı parti iktidarda olduğu süreçte,
insanlığın dinsel dogma ve hurafelere karşı verdiği mücadele sonrasındaki
ortak kazanımları olan din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü,
örgütlenme özgürlüğü, laiklik ilkesi gibi birçok kavram tersyüz edilmiş, “laikliğin
yeniden tanımlanması” gibi suni sorunlar yaratılarak Cumhuriyetin
değerleri tartışılır hale getirilmiştir. Dinsel taassubun göstergesi olan
türban, inanç özgürlüğünün zorunlu bir parçası olarak gösterilmiş ve türban
takmanın bir hak olduğu inancı topluma benimsetilmeye çalışılmıştır. Oysa
daha yakın tarihte yapılan bir araştırmanın22 sonuçları çok açık
göstermiştir ki, liseden sonra üniversiteye gidemeyen kadınların yüzde 30’u
sınavı kazanamadığından, yüzde 15’i sınavı kazanmasına rağmen evlenip okulu
bıraktığından, yüzde 15’i daha fazla okumasına ailesi izin vermediğinden,
yalnızca yüzde 1’i türban nedeniyle yüksek öğrenim görememiştir. Bu
araştırma sonuçları da çok açık bir biçimde ortaya koymuştur ki, davalı
partinin asıl amacı, iddia edildiği gibi öğrenim özgürlüğünün önündeki
engelleri kaldırmak değil, türban sayesinde eğitim ve öğretim alanından
başlamak üzere, tüm kamusal alanı ve toplumsal yaşamı dinselleştirmek ve
giderek laik devleti ortadan kaldırmaktır.
Türban, davalı partinin Cumhuriyet devrimlerine
ve özellikle laiklik ilkesine yönelik kararlılıkla yürüttüğü mücadelesinde
eğitim, kültür, ekonomik ve sosyal yaşam alanlarında toplumu dönüştürecek
karşı devrimin adımlarını atarken kullandığı özgürlükçü söylemli bir dini
ve siyasi simgedir.
Yargı kararlarında, doktrinde, çağdaş
düşünsel ve felsefi düzlemde; din ve vicdan özgürlüğünün yükseköğretim
kurumlarında türbanı da kapsayacak şekilde salt olmadığı, bu özgürlüğe
laiklik ilkesi gereğince sınırlama getirilebileceği tartışmasızdır.
Gerek iç hukuk gerekse, uluslar arası hukuk
boyutuyla incelenip, irdelendiğinde; yargısal içtihatlarla türbanın temel
bir insan hakkı olmadığının din ve inanç özgürlüğü kapsamında kalmadığının
açık ve tartışmasız olarak vurgulandığı görülmüştür. Şöyle ki;
- Danıştay 8. Dairesi’nin 23.02.1984 gün ve
207/330 sayılı; 16.11.1987 gün ve 128/486 sayılı ; 27.6.1988 gün ve 178/512
sayılı,
- Danıştay İdari Dava Daireleri Genel
Kurulu’nun 16.6.1994 gün ve 61/327 sayılı,
- Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 15.3.2005
gün ve 201/30 sayılı,
- Anayasa Mahkemesi’nin 07.3.1989 gün ve
1/12 sayılı, 9.4.1991 gün ve 36/8 sayılı, 16.01.1998 gün ve 1/1 sayılı;
22.6.2001 gün ve 2/1 sayılı kararları ile daha bir çok kararlarda;
başörtüsünün laiklikle bağdaşmadığı, temel bir insan hakkı olarak korunmadığı
ve özgürlük alanının dışında kaldığı ve bu yolla “dine dayalı bir devlet modeli” adımlarının atıldığı
belirtilmiştir.
Türbana ilişkin olarak verilen Danıştay ve
Anayasa Mahkemesi kararlarında; “.. Türban takanların sırf laik cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak
dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini belirtmek amacıyla
başlarını örttükleri,(…)laik devlet ilkelerine karşı bir tutum içinde
bulunmaları nedeniyle okula alınmamalarında yasalara aykırılık olmadığı,(…)Hiçbir görüş ve düşüncenin Atatürk
milliyetçiliği, medeniyetçiliği, ilke ve devrimleri karşısında korunma
göremeyeceği,(…) Dinsel inanç nedeniyle başörtüsüne
olanak tanımanın hukuk kurallarını dinsel esaslara dayandırmak anlamına
geldiğinden laiklik ilkesine aykırılık oluşturacağı,(…) Din kurallarına göre yapılan
düzenlemelerin hukuksal nitelik taşımadıkları, hukukun kaynağının hukuku
yaratan istenç olarak kendi ulusunun istenci olduğu ve yasalar ilkelerini
dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almak zorunda oldukları için, türbanın
Yükseköğretimde serbestçe takılmasına ilişkin bir düzenlemenin hukuk
devleti ilkesine de aykırılık oluşturacağı,(…) İslami bir örtünme
biçimi ve dini bir zorunluluk olduğu ileri sürülen başörtüsüne ayrıcalık
tanımanın biçimsel yönden eşitlik ilkesine de ters düşeceği,(…) Lâik
eğitimde dinsel inançlara göre hiçbir ayrım gözetilemeyeceği,(… ) (Belli biçimde giyinmek özgürlüğü
dinsel inancı aynı, ayrı olanlar ve olmayanlar arasında farklılık
yaratacağı, vicdan özgürlüğünün istediğine inanmak hakkı olduğu, laiklikle
vicdan özgürlüğü karıştırılarak dinsel giyinme özgürlüğünün
savunulamayacağı,(…) kamu alanında giyinmeyi düzenleyen kuralların dinsel
inanca dayalı olarak değil ancak hukukun gereklerine göre düzenleneceği,(…)
laikliği ortadan kaldıran ya da zedeleyen bir özgürlük ya da özerkliğin
geçerlilik kazanamayacağı, (… ) “dinsel inanç gereği” sözcükleri
kullanılmasa da Cumhuriyetin niteliklerine yönelik, bu amaç ve anlamdaki
dinsel kaynaklı düzenlemeleri içeren girişimlerin Anayasa karşısında
geçerli olamayacağı, özgürlüklerin Anayasa ile sınırlı olduğu, Anayasa’daki
lâiklik ilkesine ve lâik eğitim kuralına karşı eylemlerin demokratik bir
hak olduğunun savunulamayacağı, (…) vurgulanarak türbanın bir özgürlük
konusu olmadığı son derece bilimsel ve yetkin gerekçelerle açıklanmıştır.
Türban sorununa Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi
çerçevesinde bakıldığında; bu konu ile ilgili aşağıda belirtilen
kararlardan özellikle 3 tanesi AİHM’nin üniversitelerdeki türban sorununa
bakış açısını açıkça ortaya koymaktadır. Bu kararlar :
Karaduman /Türkiye
Eczacılık Fakültesi’nden mezun olmaya hak kazanan
Şenay Karaduman isimli öğrenci, çıkış belgesine türbanlı fotoğrafının
yapıştırılması talebinin idarece reddedilmesi üzerine AİHS’nin 9. maddesinin ihlal edildiği gerekçesiyle Komisyona
başvurmuştur.
Komisyon öncelikle üniversitelerdeki günlük yaşamı
düzenleyen disiplin kurallarıyla doğrudan ilgili olmayan, diplomalara
yapıştırılacak fotoğraflara ilişkin kuralların “üniversitelerin laik ve
cumhuriyetçi niteliğini koruma amacını güden üniversite kurallarının bir
parçası” olduğunu tespit etmiştir.
Somut uyuşmazlıkta, kılık-kıyafete ilişkin
üniversite yönetmeliğinin, öğrencilere türban
takmama zorunluluğu getirdiğine işaret ederek, yüksek öğrenimini laik bir
üniversitede yapmayı seçen bir öğrencinin, bu üniversitenin düzenlemelerini
kabul etmiş sayılacağı görüşünü ifade etmiştir. Ayrıca Komisyon’a göre laik
bir üniversitede öğrencilik statüsü, doğası gereği, başkalarının hak ve
özgürlüklerini saygı gösterilmesini sağlamaya yönelik bazı davranış
kurallarıyla bağlılığı da içermektedir.
Mahkeme burada “laik üniversiteler”de öğrenim
görmeyi tercih eden başvurucuların, bu üniversitelerin koyduğu kurallara
uymak zorunda olduklarını vurgulamaktadır.
Komisyon özellikle, nüfusun büyük çoğunluğunun belirli
bir dine mensup olduğu ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi
bir yer ve biçim sınırlaması olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dini
uygulamayan veya başka bir dine mensup olan öğrenciler üzerinde bir baskı
oluşturabileceği görüşündedir. Bu nedenle farklı inanışlardaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak öğrencilerin dinsel
inançlarını açığa vurma özgürlükleri yer ve biçim bakımından
sınırlanabilmektedir.
Komisyon’a göre, “laik bir üniversitenin
yönetmeliği, öğrencilere verilecek olan diplomaların, bir dinden esinlenen
ve öğrencilerin de dahil olabileceği (köktendinci) hareketleri hiçbir
şekilde yansıtmamasını düzenleyebilir.”
Bunun yerine doğrudan “laik üniversite düzeninin
gerekleri dikkate alındığında, öğrencilerin kılık-kıyafetlerinin
düzenlenmesinin ve bu düzenlemeye uyulmadıkça, kendilerine diploma
verilmesi gibi bazı idari hizmetlerden yararlandırılmamalarının, din ve
vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmadığı düşüncesini” ifade etmiştir.
Sonuç olarak Komisyon başvurucunun, çıkış belgesine
türbanlı fotoğraf yapıştırma talebinin idarece reddedilmesinin Sözleşmenin
9. maddesiyle korunan din özgürlüğüne bir müdahale
oluşturmadığı gerekçesiyle, başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Bulut/Türkiye
Eğitim Fakültesi’nden aldığı çıkış belgesinin
türbanlı fotoğrafının bulunduğu bir diploma ile değiştirilmesi talebinin
idarece reddedilmesi üzerine Lamiye Bulut, Avrupa İnsan Hakları
Komisyonu’na başvurmuştur..
Komisyon, “başvurucunun kendisine bir diplomanın
sağlayacağı bütün avantajları temin eden bir çıkış belgesine zaten sahip
olduğuna” dikkat çekerek, başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Kararın kalan kısmı Karaduman/Türkiye kararıyla
aynı ifadelerle kaleme alınmıştır.
Dahlab/İsviçre Kararı
Katolik iken sonra İslam Dinini seçen ve türban
takmaya karar veren İsviçre vatandaşı ve anaokulu öğretmeni olan Lucia
Dahlab, beş yıl süresince velilerden herhangi bir itiraz gelmeden türbanlı
olarak görevine devam ettikten sonra, İlköğretim Genel Müdürlüğü
tarafından, türbanın “özellikle kamusal ve seküler bir eğitim sisteminde
bir öğretmenin öğrencilerine empoze ettiği açık bir kimlik aracı” olduğu
gerekçesiyle görevinden alınması üzerine, laiklik ilkesinin öğretmenlerin
dinsel inanca sahip olmalarına ve inançları gereği sembol taşımalarına
engel oluşturmadığı ve öğrencilerinin farklı etnik ve dinsel kökenlerden
geldiği için çeşitliliğe alışkın oldukları, dolayısıyla türbanlı oluşunun
okuldaki dinsel uyumu bozmadığı gerekçelerine dayanarak türbanlı olduğu
için görevden alınmasının AİHS’nin 9 ve 14. maddelerini ihlal ettiği
gerekçesiyle AİHM’ne başvurmuştur.
Sonuç olarak AİHM, öğrencilerin başvurucudan
kolaylıkla etkilenebilecek kadar küçük yaşta olmalarının ve başvuru sahibinin
dinsel açıdan tarafsız davranmak zorunluluğunun altına çizerek, yasaklayıcı
işlemin, başkalarının hak ve özgürlüklerini, kamu güvenliğini ve kamu
düzenini koruma şeklindeki meşru amaçları güttüğüne karar vermiş ve
başvurucunun ders sırasında türban taktığı için görevine son verilmesini,
din özgürlüğüne bir müdahale saymış, ancak bu müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olduğu gerekçesiyle
başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Leyla Şahin/Türkiye Kararı
Leyla Şahin Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okurken,
İstanbul Üniversitesi’nin 23.02.1998 tarihinde yayınladığı sakallı ve
türbanlı öğrencilerin derslere ve pratik çalışmalara alınmamalarını öngören
genelgesi gereği derslere alınmamış ve bazı bölümlere kayıt
yaptıramamıştır. Genelgenin iptali istemiyle açılan davalar ise idari yargı
organlarınca reddedilmiştir. Daha sonra türban taktığı gerekçesi ile yazılı
sınavlardan birine alınmayan başvurucunun kayıt talebi de aynı gerekçe ile
reddedilmiştir.
Başvurucu kılık kıyafet kurallarına uymadığı için
önce kınama cezası, daha sonra türban yasağını protesto gösterisine
katıldığı için bir dönem okuldan uzaklaştırma cezası almıştır. Başvurucunun
disiplin cezaları ile ilgili açtığı dava İstanbul İdare Mahkemesi
tarafından reddedilmiştir. Yüksek öğretim kurumlarında türban takma
yasağının Sözleşmenin 8, 9, 10 ve 14.maddeleri ile 1.Protokolün 2. maddesindeki haklarını ihlal ettiği gerekçesi ile
AİHK’na başvurmuş, dava 11 No’lu Protokolün 5/2 maddesi gereğince
1.11.1998’de AİHM’ne devredilmiştir
Mahkeme’nin
üniversitede İslami türban takılmasını yasaklayan ve bu yasağa aykırı
davranmayı disiplin yaptırımına bağlayan düzenlemelerin, din ve vicdan
özgürlüğü hakkına müdahale olduğunu varsayımsal olarak kabul etmiş ancak
üniversitelerde türbana izin vermenin Anayasa’ya aykırı olduğunun Anayasa
Mahkemesi’nce açıkça belirtildiğini ve ayrıca İslami türban takılmasına
ilişkin düzenlemelerin, başvurucunun Üniversiteye kayıt yaptırmasının
öncesinden itibaren mevcut olduğunu vurgulayarak, davada “kanunen
öngörülme” kriterinin gerçekleştiğine, “davanın şartlarını ve milli
mahkemelerin kararlarındaki tabirleri dikkate alarak, … söz konusu tedbirin
öncelikle başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunmasına ve kamu
düzeninin korunmasına ilişkin meşru amaçları güttüğünü ve “takdir
yetkisinin alanını göz önüne alarak, İstanbul Üniversitesinin İslami türban
takılmasına sınırlamalar getiren düzenlemelerinin ve bunları uygulamaya
yönelik tedbirlerin, güdülen amaçlarla orantılı ve haklı olduğuna ve
demokratik bir toplumda gerekli olarak kabul edilmesi gerektiğine karar
vermiştir.”
AHİM’nin
29.06.2004 tarihli bu kararına müteakip başvurucunun davanın Büyük Daire’ye
iletilmesini istemesi üzerine Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi 10 Kasım 2005 tarihli kararında:
…Bu
bağlamda, yükseköğrenim kurumları, bir dinin sembol ve törenlerinin
tezahürünü değişik dinden öğrenciler arasında huzurlu ortak yaşamı sağlamak
ve böylece kamu düzenini ve diğerlerinin haklarını korumak amacıyla böyle
bir tezahürün yeri ve şekline sınırlamalar getirerek düzenleyebilirler.
Küçük çocukların sınıfında görevli bir öğretmenle ilgili olan, Dahlab
davasında, Mahkeme, diğer konuların yanı sıra öğretmenin başörtüsü
takmasının temsil ettiği “güçlü dış sembol” üzerinde durmuş ve cinsiyet
eşitliği ilkesiyle bağdaştırılması zor olan dini davranış kuralları
kadınlara başörtüsü takma zorunluluğu getirmiş olduğuna göre, bunun bir tür
başkalarını dini inancından vazgeçirme etkisi oluşturup oluşturmayacağını
sorgulamıştır. Ayrıca, İslami başörtüsü takmanın, demokratik bir toplumda
bütün öğretmenlerin öğrencilerine aktarması gereken hoşgörü, başkalarına
saygı ve hepsinin ötesinde eşitlik ve fark gözetmeme mesajı ile kolaylıkla
bağdaştırılamayacağını kaydetmiştir.…Laiklik kavramı Mahkeme’ye göre
Sözleşme’nin temelini oluşturan değerlerle uyumludur. (...) Bu ilkeye saygı
göstermeyen bir davranış, kişinin dinini ifşa etmesi özgürlüğü kapsamında
kabul edilmeyecek ve Sözleşme’nin 9. maddesinin korumasından
yararlanmayacaktır.…Mahkeme, Türkiye’de kendi dini sembollerini ve dini
dogmalar üzerine kurulmuş bir toplum kavramını toplumunun tümüne empoze
etmeye çalışan aşırı siyasi hareketlerin olduğunu gözden kaçırmamıştır. (…)
…Sonuç
olarak, söz konusu kısıtlama, başvuranın eğitim hakkına zarar
vermemektedir. (…)
Görüşlerine
yer vermiştir.
Türbanın
dinsel ve siyasal bir simge olduğunun ulusal ve uluslararası yargı
kararlarıyla kesinleşmesine karşılık davalı parti, kuruluşlarının hemen
ertesinde başlattıkları karşı propagandalarla toplumdaki geleneksel bir
örtünme olgusunun varlığından yola çıkarak türbanı bu kalıplar içinde halka
benimsetmeye çalışmıştır.
Kadın
özgürlüğü ve Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı çıkmanın siyasal bir
simgesine dönüştürülen ve temel bir hak algısıyla topluma sunulan türbanın
toplumu topyekûn teokratik bir düzene dönüştürecek karşı devrimin en önemli
anahtarı olduğu, giderek tüm alanlara yayılacağı, ertesinde başka bazı anti
laik talepleri de bir hak algısıyla ve yeni “mutabakat süreçleriyle”
toplumun gündemine taşınacağı, davalı parti yetkililerince de şüphesiz
bilinmektedir! Üniversitelerde türbana sağlanan serbestinin büyük bir
geriye dönüşün miladı olduğu Başbakan’ın 14 Ocak 2008 tarihinde yaptığı
İspanya konuşmasının hemen ardından ortaya çıkmış, aynı ay içinde yapılan
Açık Öğretim Lisesi sınavlarında öğrencilerin sınavlara türbanla ve hatta
çarşafla girmelerine müsamaha gösterilmiş, partililerin sürekli olarak
türban yasağının bir insan hakkı ihlali olduğu yönündeki ısrarlı
demeçleriyle teşvik edilmiştir. Aynı günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi
çizgisindeki bazı sivil toplum örgütleri türban yasağının kaldırılmasının
sadece Yükseköğretim kurumlarıyla sınırlı kalmamasını isteyen gösteriler
yapmışlardır.
İzleyen
günlerde davalı partili milletvekilleri Hüsnü Tuna, Fatma Şahin,
MKYK üyesi Ayşe Böhürler, Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman
gibi partililer türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasının varılmak
istenen amacın ilk aşaması olduğunu, adım adım tüm kamusal alanda serbestçe
takılmasının bundan sonraki hedefleri olduğunu açıkça ifade etmişlerdir.(Ek.129)
Davalı Partinin İstanbul Milletvekili Egemen
Bağış, Merve Kavakçı isimli Fazilet Partili milletvekilinin türbanıyla
TBMM genel kurula girmesinin bu partinin kapatılma nedenlerinden biri
olduğu gerçeğini unutmuş gözükerek, milletvekillerinin türbanla genel kurul
çalışmalarına katılabileceklerini ima eden sözler sarfetmiştir.(Ek.129)
İktidarın
türban konusunu tırmandırmasından cesaret alan başta sağlık kurumlarında
çalışan doktor ve hemşireler, eğitim kurumlarında öğretmen ve öğrenciler
olmak üzere birçok kurumda kamu personelinin göreve türbanla geldikleri
2008 Yılı Ocak ve Şubat aylarında yayınlanan gazete ve televizyon haberleri
arasında sıkça yer almıştır.(Ek.159)
Örnekleri
daha önce de yaşanan benzer olaylar karşısında siyasi iktidarın bu kurumların
başına atadığı kendi dünya görüşlerine yakın baştabip, okul müdürü vb.
idareciler soruşturmaları göstermelik, sudan gerekçelerle savsaklamışlar,
adeta kamu kurumlarında türbanlı görevlilerin çalışmasını teşvik etmiş,
cesaretlendirmişlerdir.
Örneğin;YÖK
Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN, henüz yasal değişiklik yapılmadan 24.02.2008 gün
ve 225 sayı ile üniversite rektörlerine gönderdiği yazıda; üniversitelerde
türban serbestîsini getirmeyi amaçlayan Anayasanın 10. ve 42. maddelerine
göre uygulama yapılabilmesi için ayrıca kanuni düzenlemeye ihtiyaç
olmadığını bildirmiş, bir örneği İçişleri Bakanlığı ve valiliklere de
gönderilen yazı içeriğinde Anayasa değişikliği yapan kanun teklifindeki
genel gerekçede belirtilen “Yükseköğretim kurumlarında kılık
kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğretim hakkının
engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir.” ifadesi kullanılmıştır.
(Ek.174)
Çoğu
Üniversite rektörleri bu kanunsuz emre uymayacaklarını belirtip YÖK Başkanı
hakkında görevi kötüye kullanmak ve benzeri suçlardan suç duyurularında
bulunmuşlar, ancak konu resmi olarak kendisine intikal etmeden bir açıklama
yapan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK’, “Soruşturma açmaya
yetkim var. Ama ben YÖK Başkanı’nın söylediklerinin suç teşkil ettiğini
düşünmüyorum. Soruşturmaya izin vermeyeceğim.” diyerek hiçbir araştırmaya
gerek duymadan YÖK Başkanının bu kanun dışı eylemini onaylamıştır. (Ek.174)
Üniversitelerde
başlı başına türban serbestisi getirmeyen Anayasa değişikliği henüz
yürürlüğe girmeden ve Yüksek Öğretim Yasasının ek 17’nci maddesi
değiştirilmeden birçok üniversitede türban ile derslere girme uygulaması
başlatılmış, başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere birçok davalı
parti yetkilisi eylem ve demeçleriyle söz konusu yasadışı uygulamayı
cesaretlendiren ve üniversitelerde bir kaos ortamının yayılmasına sebebiyet
veren bir tavır sergilemişlerdir.
Başbakan
Erdoğan, Vakıf Üniversitelerinin
rektörleri ile yaptığı bir görüşmede, Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17.
maddesinde değişiklik yapılmadan Üniversitelerde türbanın serbestçe
takılabileceğine ilişkin bir genelge yayınlayan YÖK Başkanının bu hukuk
dışı tasarrufuna bir bildiri ile karşı çıkan Ünivesitelerarası Kurul’u
(ÜAK) kastederek; “… Sizin
üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak bildiriye imza atanlar
oldu. Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu bildiriye niye karşı
çıkmıyorsunuz? Tavır göstermenizi beklerdik…” diyerek YÖK Başkanının hukuka aykırı davranışına destek
verilmesini istemiştir. (Ek.164)
YÖK Başkanlığının yukarıda hukuka aykırı olduğunu
belirttiğimiz işlemi aleyhine açılan davada, Danıştay 8. Dairesi,
Yükseköğretim Genel Kurulu’nun tesis edeceği işlemle düzenleme getirilecek
bir alanda Yükseköğretim Kurulu Başkanı’nın tek başına işlem tesis etmek
suretiyle düzenleme yapma yetkisi bulunmadığından, yetki unsuru yönünden
açıkça yasaya aykırı olan dava konusu işlemin yürütülmesinin durdurulmasına
karar vermiştir22 Başbakan Erdoğan Anayasanın 10. ve 42.
maddelerinin değiştirildiği süreçte söylem ve demeçlerinde toplumu geren ve
kutuplaşmaya yol açan sert bir üslup takınmış; “… Biz o
beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. (…)Bizlere karşı gösterilen bir farklı
yaklaşım varsa cevapsız kalmayız.
Zira bize de inanan, güvenen bir kitle var. O kitle, sessiz yığınlar olarak
yıllar yılı bekledi. O dille tercüman olacak siyasetçiler olarak bizi
buraya gönderdi. (…) “Öfkeli olduğumu söylüyorlar, öfke de bir
hitabet sanatı.(…) Sabırla
izliyorum. Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında
eğer gerilim taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz toplarız. (…) 5 yıl
başörtüsü konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (…) Din İşleri
Yüksek Kurulu 1980’de Kuran-ı Kerim’den bir ayeti alıyor şöyle diyor:
Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle
yasaklamış. Müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını,
kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını
emretmiştir…” şeklindeki sözleri
ile dinsel inanç yada dinsel kurallarla doğrudan ilişki ve bağlantı
kurularak yapılacak düzenlemelerin hem devrim yasalarını hem de laiklik
ilkesini ilgilendireceğini (Any. Mah. 9.4.1991 gün ve 1990/36-1991/8 sayılı
kararı) dikkate almadan sorunlara yaklaşımda dini ve dince kutsal sayılan
kuralları referans gösterme ve istismar etme eylemlerini sürdürmüştür.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir
Mehmet Fırat, bu süreçte yaptığı konuşma ve mülakatlarda; Anayasanın 10. ve 42. maddelerinin değiştirilerek
Yükseköğretimde türbanın önünü açan düzenlemenin yürürlüğe girmesi halinde
buna uymayan rektör dâhil tüm yöneticilerin cezalandırılması için TCK’ya
bir madde eklenmesi gerektiğini ifade etmiş, sonrasında da; “… Yasağı devam ettiren rektörler
suç işliyor(…)savcılar harekete geçmeli,(...) Anayasa, kanunlar ve evrensel
hukuk kaideleri ihlal edilerek genç kızlar giyim kuşamlarından dolayı
üniversitelerde eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılıyor”(…)Benim
tavsiyem bu nevi korkular ile hayatını zehredenlerin, başkalarının hayatını
zehretmelerinin ötesinde bir doktora başvurarak, bu fobilerinden
kurtulmalarıdır. Yani başını örterek ne rejimin tehlikeye gireceğini,
kendisinin yaşam tarzının tehlikeye girmeyeceğini, ben inanıyorum ki bir
psiyaktır kendilerine çok daha makul bir şekilde anlatır,(…) şu andaki
yasalar çerçevesinde üniversitelere ‘çırılçıplak’ bile girilebilir,(…)Rektörlerin
türbanlı öğrencilere üniversiteye almamakla anayasayı ihlal etmişlerdir.(…)
ihbarlara rağmen savcılar görevlerini yapmıyorlar.(…) anayasa ihlali ağır
bir suçtur, Türk Ceza Kanununa göre bundan dolayı insan idam edilmiştir, bir başbakan idam
edilmiştir, iki bakan idam edilmiştir… “ diyerek Anayasa’da yapılan
değişikliklerin Üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesini sağlamadığı
ve YÖK Yasasının Ek 17. maddesinde yapılması düşünülen değişiklik
gerekçesinde belirtilen yasal düzenleme gerçeğini de göz ardı ederek
Üniversite rektörleri ile hukukun uygulayıcıları olan Cumhuriyet
savcılarına kuvvetler aykırılığı ilkesine de aykırı biçimde kendi
düşünceleri doğrultusunda hareket etmeleri konusunda telkin ve tavsiyeler
de bulunmuştur. (Ek.174)
Davalı
partinin kurucu üyesi Cüneyt ZAPSU, 5 Mart 2008 günü Almanya dönüşü
uçakta gazetecilerin türbanla ilgili gelişmeleri sormaları üzerine; “…Türban takanların sadece yüzde 50’si
inancı yüzünden takıyor deseniz bile, bu yüzde 50’ye ‘türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına donunu çıkar’ demekten
farksızdır” (…) Türkiye’de her zaman din istismarı yapan partiler
olmuştur. ‘hatta bizimkiler bile yapmıştır’…” diyerek partisinin din istismarı konusundaki yaklaşımının
seviyesini ortaya koymuştur. (Ek.174)
2008 yılı Şubat ayı
içersinde de çok sayıda sağlık kuruluşu ve ortaöğretim kurumlarında doktor,
hemşire, sağlık personelinin türbanla görev yaptıkları, öğrencilerin
derslere türbanla girdikleri yönündeki basında çıkan haberler üzerine TBMM’de bu konuyla ilgili olarak verilen bir soru
önergesine yanıt veren Sağlık Bakanı Recep
AKDAĞ, basına yansıyan fotoğrafları kendisinin de gördüğünü, yerel
yönetimlerin, vali ve kaymakamların görevlerinin bilincinde olduklarını,
Anayasa değişikliği sonrasında farklı bir hava estirilmeye çalışıldığını
söyleyerek “Türkiye’de son zamanlarda Anayasa değişikliği ile nerede,
nasıl çekildiği belli olmayan, mekanı bile anlaşılmayan birtakım haberler
yer alıyor. Devlet gazete haberleri ile yönetilmez….” diyerek özelikle
sağlık kuruluşlarında yoğun olarak yaşanan laikliğe aykırı bu durumu görmezden
gelmiş, akabinde Bakanlık Müsteşarı imzasıyla bir genelge yayınlayarak,
sağlık kurum ve kuruluşlarında fotoğraf ve kamera çekimini yasaklamış,
laikliğe aykırı olası davranışları gizleme telaşına düşmüştür.(Ek.175)
Sağlık Bakanı
Recep AKDAĞ, Anayasa ve
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan ‘intern’ denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söyleyerek üniversitelerde türban serbestîsinin
kamudaki olası genişlemesinin işaretini vermiştir.(Ek.175)
Kamu kurumlarında türbanlı çok sayıda personelin
görev yapması ve bazı liselerde de türbanlı öğrencilerin derslere
girdiğinin tespiti üzerine basına demeç veren AKP Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ, “…Görüntülerin çoğunun
yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu konuda süreci tıkamak
isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.” demiş,
gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları görüp görmediğini sormaları
üzerine, “ Gördüm. Daha önce de gördüm. Hepsi yalan çıktı…” diye
yanıtlamış, böylece kamuda gittikçe yaygınlaşan bu yasadışı tutumu,
türbanın kamusal alanda yayılmasını onaylamış ve cesaretlendirmiştir
(Ek.175)
Bir özgürlük algısıyla topluma sunulan
türbana karşılık ülkemizde kadınların yoksulluk ve aşırı dinsel taassup
nedeniyle ataerkil erkek egemenliğine tabi oldukları, bu ve benzeri
nedenlerle yüksek öğretim hakkından yararlanamadığı toplumsal bir
gerçektir. Davalı parti bütün bu sorunlara aklın ve bilimin, Cumhuriyetin
laik eğitim politikalarının yol göstericiliğinde çözümler üretmek yerine,
tarihteki tüm köktendinci hareketler gibi toplumu çağın gerisine götürmek
ve dönüştürmek noktasında yargı kararlarında siyasal simge olarak
kullanıldığı belirtilen türbanı-başörtüsünü araç olarak kullanmaktadır.
Oysa insanlığın aydınlanma süreci dinin toplumsal yaşamın tüm alanlarındaki
egemenliğine karşı verilen ve insanın vicdanına yükseltilmesiyle sonuçlanan
bir süreçtir. Aklın egemen kılındığı bu süreçte kadının da dini taassubun
koyu karanlığından kurtarılıp özgürleştirilmesi, insan denilen varlığın
diğer eşit bireyi haline gelmesi sağlanmıştır. Bugün davalı partinin
toplumu dönüştürmek yolunda bir siyasal simge olarak kullandığı türban,
aslında kadının tarihi özgürleşme mücadelesini ve Cumhuriyetin laik
kazanımlarını yok sayacak bir araçtır.
Türbanın yüksek öğretim kurumlarında
serbest bırakılması, giderek tüm kamusal alanda kullanılmasına, giymeyenlerin
de buna zorlanmasına ve giderek hayatın bütün alanlarında dinsel
ayrımcılığa yol açılmasına neden olacak tehlikeli bir süreçtir. Önce
kadını, giderek tüm toplumu birey, yurttaş ve ulus kimliğinden soyutlayarak
ümmet ve kul kimliğine götürecek bu anlayışın bir hak ve özgürlük algısıyla
topluma sunulabilmesi de, kutsal din duygularının devlet işlerine ve
politikaya karıştırılmış olduğunun göstergesidir.
Davalı parti yöneticileri ve üyeleri, yargı
organlarının belirlediği hukuksal tespitler karşısında türbanı serbest
bırakmanın mümkün olmadığını kavradıklarından, takiyye yöntemiyle halkın
dinsel inançlarını kullanarak, türbanın bir insan hakkı olduğunu, eğitim
kurumlarında ve kamuda serbest olması gerektiğini ileri sürüp, bu konuda
tabanlarının beklentilerini canlı tutmuşlar, mutabakat söylemleriyle
tabanlarını besleyip gelen baskıyı frenlerken bir yandan da türban, imam
hatip liseleri, kuran kursları gibi konularda sürekli laik sistemi
eleştirerek halkın bir bölümünü Devlet’e karşı durdurmuşlar, toplumu
tehlikeli bir çatışmaya sürüklemesi olası, laik-anti laik kamplaşmalara
sürüklemişlerdir.
Anayasa’nın ikinci maddesinde laik bir
hukuk sisteminin, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılması ve bu madde
hükümlerinin değiştirilemeyeceğinin ve de değiştirilmesinin teklif
edilemeyeceğinin de dördüncü maddede vurgulanması karşısında; hukuk
sistemimiz Türkiye Cumhuriyeti var olduğu sürece laik niteliğiyle varlığını
sürdüreceğinden Anayasa ve yasalarda değişiklik yapılarak türbana
serbestlik tanınması olanaklı değildir. Hukuk düzeni, kuşkusuz sadece
pozitif düzenlemelerden oluşmamaktadır. Pozitif düzenlemelerdeki
kavramların içeriğini somut olaylardan hareketle yargı kararları biçimlendirmekte,
bu biçimlendirmede de türban olarak adlandırılan örtünme biçiminin, laik
hukuk düzeni içerisinde koruma göremeyeceği açık ve tartışmasız biçimde
ortaya konulmakta, türbanın laik bir sistemde özgürlük sorunu olmayıp,
özgürlük alanı dışında kaldığı belirtilmektedir. Yargı kararlarına karşın
türbanı özgürlük sorunu olarak göstermeyi ve sunmayı; türbanın
özgürleşeceği, ilk adımı ılımlı İslam olan şer’i hukuk sistemine yönelik
atılan adımlar zinciri içerisinde görmek gerekmektedir.
Tarihsel süreç irdelendiğinde, laikliğe
aykırı eylemlerin odağı olduğu gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan
Milli Nizam Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin aksine; Adalet ve
Kalkınma Partisi yöneticileri, bu partilerde yaşanan tecrübelerden
hareketle, amaçlarına eylem ve söylemler itibarıyla tek adımda değil birkaç
adımda ulaşmak ve bunu kademeli olarak gerçekleştirerek, olası tepki ve
refleksleri bertaraf etmek amacındadırlar. Partinin iktidara geldiği 3
Kasım 2002 seçimlerinden bugüne uzanan süreçte izledikleri türban
politikaları da bu düşünceyi doğrulamaktadır. Ancak yürüttükleri bu takiyye
politikasına rağmen tabandan gelen baskılar karşısında gerçek niyetlerini
her zaman saklayamamışlardır. “…Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar
var, (…) Ama sabırlı olmaya mecburuz,(…) Değişmedik.(…)Hedefimize acele
etmeden adım adım ulaşacağız. (…) Sabredin. (…)Bazen susarak, bazen baldıran zehiri içerek bu sorunu çözmeyi
hedeflemeliyiz.(…)Toplumsal mutabakatla sorunu çözeceğiz.,,” (Ek. 18,
25, 27, 36, 44, 117, 123, 129...) gibi söylemler, kaynağı siyasal İslam
olan bu yapının temel hedeflerinin değişmediğini göstermektedir.
Davalı siyasi partinin tüm eylem ve
söylemleri; ilk aşamada İslami kural ve değerlerin ön planda tutulduğu ve
referans olarak alındığı bir İslam toplumunu oluşturmak, ortaya çıkacak bu
ılımlı model arkasından, hukuksal düzenlemeleri de gerçekleştirerek şeriata
adım atmak kast ve amacını içermektedir.
Çoğunluk iktidarına sahip olan bir siyasi parti
için, önce hukuksal düzenlemeleri yapması ve arkasından toplumun bu İslami
düzenlemelere göre biçimlendirmesinin tabloya daha uygun olacağı
söylenebilirse de, laikliği bütünüyle yok edecek hukuki düzenlemeler
yapılması halinde devletin hukuksal yollarla, kendisini koruyacağı
düşüncesi yöntem değişikliğini zorunlu kılmaktadır. Türbanı serbest
bırakmanın hukuksal yönden koruma göremeyeceğini kavramalarına rağmen, bu
tutumları uzun vadede sonuç almaya yönelik olup; iktidarın olanaklarından
da yararlanarak, topluma yavaş yavaş benimsetme ve düşünce platformlarında
da giderek yandaş kazanma ve böylece sonuca ulaşma yöntemini kullanmaktadırlar.
Bu nedenle bireysel, giderek kitlesel ve toplumsal istek olarak konuya ivme
kazandırıp, esas olan şeriat amacına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Nitekim
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 14.01.2008 tarihinde bir resmi ziyaret için
bulunduğu İspanya”da yaptığı basın toplantısında sorulan bir soru üzerine; “…Türkiye”de
türbana siyasi simge olarak karşı çıkılıyor, velev ki siyasi simge olarak
takıyor. Bunu suç kabul edebilirmisiniz? Simgelere, sembollere yasak
getirebilirmisiniz?.... Bunu en
yakın zamanda çözeceğiz…, “ ( Ek.47) diyerek ve yine türbanı bir
kuvvet gibi kullanarak toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmedeki
kararlılığını göstermiş, hemen akabinde, yurda dönüşte Ankara Esenboğa
Havaalanında gazetecilere verdiği demeçte; “..türban sorununun çözümü
konusunda “yeni anayasayı beklemeye
gerek yok, onun çözümü çok kolay. Oturup beraber mutabık kaldığımız bir
cümleyle çözülür”… Toplumda türban konusunda mütakabat sıkıntısı yok, ancak
kurumlar arasında sıkıntı yaşanmaktadır…” (Ek.48) diyerek sürece yeni
bir ivme kazandırmış, mutabakat arayışı Milliyetçi Hareket Partisinden
yanıt bularak türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbestçe
takılabilmesine olanak sağlayacak Anayasa ve yasa değişikliklerinin ilk
adımı atılmıştır.
Türban-başörtüsü ile yüksek öğretim kurumlarında
öğrenim görülmesinin laiklik ilkesine aykırı olmasına, ulusal ve
uluslararası yargı kararlarının da bu doğrultuda bulunmasına karşın; yüksek
öğretim kurumlarında türban-başörtüsü ile öğrenim görülmesini sağlamak için
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile AKP’li ve MHP’li milletvekillerinin imzaladığı
Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapılmasını ve 7
milletvekilinin imzaladığı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci
maddesinde değişiklik yapılmasını içeren teklifler 29-30.1.2008
tarihlerinde TBMM Başkan’ı tarafından Anayasa ve Milli Eğitim Kültür
Gençlik ve Spor Komisyon’larına gönderilmiştir.Anayasa değişikliğine
ilişkin teklifin gerekçesi24 ile Anayasa Komisyonunun raporu25
kapsamından ve 2547 sayılı Yasanın Ek 17. maddesinin değiştirilmesine
ilişkin teklif metni ile gerekçesinden26; yükseköğretim
kurumlarında türban-başörtüsü ile öğretim yapılmasının amaçlandığı açıkça
anlaşılmaktadır.
Cumhuriyetin değiştirilmesi ve değiştirilmesi
teklif dahi edilemeyen nitelikleri arasında bulunan laiklik ilkesi gereğince
üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün bulunmamasına
binaen; Yüksek Öğretim Kanununda üniversitelerde türbanla öğrenim
görülmesini sağlayacak bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal
edileceğini öngören davalı Parti önce Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde
değişiklik yapmak ve daha sonra bu değişikliğe dayanmak suretiyle Yüksek
Öğretim Yasasında yapacağı değişiklikle üniversitelerde türbanla öğrenim
görülmesinin yolunu açmak istemektedir. Yükseköğretim Yasasında değişiklik
içeren teklifin Anayasaya aykırı olduğu tartışmasızdır. Anayasa değişikliği
içeren teklif ise amaç yönünden Anayasaya aykırılık taşımaktadır.
Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik
öngören teklif TBMM’de 09.02.2008 tarihinde kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı
tarafından onaylanmasını müteakip 5735 sayılı Yasa olarak 23 Şubat 2008
tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın
iptali için Ana Muhalefet Partisi 27.02.2008 tarihinde Anayasa Mahkemesine
başvurmuştur.
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci
maddesinde değişiklik yapan teklif ise TBMM Milli Eğitim Kültür Gençlik ve
Spor Komisyon’unda beklemektedir.
Laik Cumhuriyet ilkesinin türban vasıta kılınarak
değiştirilme çabasının ivme kazandığı bu dönemde, Başsavcılığımız, Anayasa
ve Yasalarda yer alan görev ve yetkiler çerçevesinde 17 Ocak 2008 günü bir
basın bildirisi yayınlamıştır. Bildiride; “…türban serbestliğinin laik üniter yapıya aykırı bir faaliyet
alanı yaratacağı, böyle bir serbestliğin dini ve bölücü örgütler tarafından
rahatlıkla kullanılacağı, eğitim kurumlarını gruplara ve kamplara ayıracağı
vurgulanmış, siyasi partilerin kutsal sayılan şeyleri istismar etmemesi
gerektiğine…” dikkat çekilmiş,
“…siyasi partilerin demokrasinin bir veya birçok kuralına uymayan veya
cumhuriyetin temel ilkelerinden olan laik ve üniter yapıyı, demokrasiyi yok
etmeyi amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri yasa dışı
yorumlarla tarif ederek oluşturulan siyasi projeleri öne süremeyecekleri,
bu nitelikteki beyan ve eylemlerin gerek iç hukuk gerekse de Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi korumasından yararlanamayacağı gözetilmelidir….”
denilerek, yapılacak Anayasa ve yasa değişikliklerinin Anayasanın laiklik
ilkesini zedeleyeceği vurgulanmıştır.
18.01.2008 tarihinde Danıştay Başkanlığı’nca da
türban yasağının kaldırılmasına ilişkin tartışmalarla ilgili olarak yapılan
açıklamada; “… ‘Yeni düzenlemeler
yapılırken Anayasa’nın temel ve değişmez ilkelerine ve yargı kararlarına
uygun davranılmamasının, Cumhuriyetin kazanımlarına aykırı olacağı’
belirtilerek, ‘söz konusu
girişimlerin eğitim kurumları ile sınırlı kalmayacağı ve sonuçta toplumsal
barışı da zedeleyeceği kaygı ile izlenmektedir…” denilmiş, (…)son günlerde yazılı ve görsel basında,
Anayasada yapılacak yeni düzenlemeler tartışılırken, yüksek öğretim kurumlarında
türban yasağının kaldırılmasına yönelik girişimler ve ortaya atılan
görüşler karşısında, anayasal bir kurum ve yüksek yargı organı olmanın
sorumluluğu ile” kamuoyuna bir açıklama yapılmasının zorunlu görüldüğü,
Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu’ vurgulanarak,
bu dört nitelik, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek,
değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek anayasal temel hükümleridir…”
denilmiştir.
Yargı Kurumlarının laik cumhuriyet ilkelerinin
zedelenmesine yönelik girişimlere gösterdiği bu tepkiye Yargıtay da
katılmış, Yargıtay Birinci Başkanvekili, 04.02.2008 günü düzenlenen bir
törende yaptığı konuşmada, “…Laiklik
ilkesinin doğrudan veya yeni düzenlemelerle zayıflatılmasının kesinlikle
kabul edilemez olduğu..” gerçeğine vurgu yaparak yapılması düşünülen
Anayasa değişikliğinin laiklik ilkesine aykırı olacağını belirtmiştir.
Mevcut Anayasa, Devrim Kanunları ve yargı kararları
karşısında Cumhuriyetin laiklik ilkesinin değiştirilmesini ya da etkisiz
bırakılmasını sağlayacak hiçbir düzenlemenin hukuki koruma görmeyeceğine ve
yaptırımla karşılanacağına vurgu yapan bu açıklamalar karşısında; davalı
partinin Genel Başkanı ve bazı parti yetkilileri demokrasiyi çoğulcu değil,
çoğunlukçu algılarla anladıklarını ve uyguladıklarını gösteren sert
açıklamalarla laiklik karşıtı eylem ve söylemlerini sürdüreceklerine dair
kararlılıklarını sergilemişlerdir. Başbakan Erdoğan Partisinin Ümraniye
Kadın Kollarının 19.01.2008 tarihli kongresinde yaptığı konuşmada, “….Bizim önümüze ikide bir Anayasayı
çıkarmasınlar. En az onlar kadar anayasayı biz de biliriz.(..) Kimse
yasama, yürütme organının üstünde kendini göremez, bulamaz…” (Ek.49 )
diyerek, anayasal kurumların ve yargının uyarılarını, türban konusunda
ulusal ve uluslararası yargı kararlarını önemsemediğini açık bir mesaj
olarak kamuoyuna duyurmuştur.
Başbakan bu söylemiyle de yetinmeyerek partisinin
grup toplantısında yaptığı bir konuşmada, “…Biz şuna inanıyoruz; biz yola çıkarken daha önce de demokrasiye
inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla yola
çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız…” demiş, kefen veya idam
gömleğiyle özdeşleşen “beyaz çarşaf” betimlemesiyle devleti ve toplumu
dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm
ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine
kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür. (Ek.161)
Başbakan Erdoğan ve diğer partililerin laiklik
ilkesini savunanlara ve Yargının laiklik ilkesini koruyan kararlarına karşı
takındıkları bu sert üslup yeni değildir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan
Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367
olması gerektiği yönündeki kararını, “
Bu bitmedi, çok konuşulacak. Bu
yargı için bir talihsizliktir, yüz karasıdır.(…) Açık net ortada olduğu
halde zorlamayla, dayatmayla bu karar verilmiştir” (Ek.178) gibi sözlerle eleştirerek çoğulcu
demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek
totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmıştır. 22 nci dönem TBMM başkanı
ve halen davalı parti milletvekili olan Bülent Arınç, kurumların ve
toplumun türbana ilişkin tepkilerini alaycı bir dille eleştirerek, “…İnsanlar sokakta teneke çalmaya
başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti, mütevazı olacağım diye, teneke çalıp
gürültü yapanların karşısında neredeyse mahcup durumda…” demiş,
türbanlı öğrencileri kastederek, “…Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok
sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz
biliyorsunuz…” (Ek.71) diyerek, adeta türban takmayan öğrencileri
ve kıyafetlerini aşağılayan bu sözleriyle sorunun önümüzdeki süreçte
alacağı boyutu ve türbansız öğrencilere ileride uygulanması muhtemel
baskıların ilk işaretlerini vermiştir.
Davalı parti 3 Kasım 2002 genel
seçimlerinde oyların % 34.28’ni alarak iktidar olduğu süreçte; türban, imam
hatip liseleri ile katsayı ve eğitimin dinselleştirilmesi konularında
toplumda mutabakatın sağlanması, kurumlarla mutabakatın sağlanması, TBMM’de
mutabakatın sağlanması gibi kavramlarla gündemi sürekli sıcak tutarak
anılan kavramları siyasete alet etmiş ve laik cumhuriyet ilkesini
zayıflatmıştır.
Davalı parti “mutabakat sürecinin!”
tamamlandığına kanaat getirmiş olmalıdır ki, nihai amaçlarına ulaşabilmek
için 22 Temmuz 2007 genel seçimlerin hemen akabinde hazırlattığı yeni bir
anayasa taslağını toplumun gündemine taşımış, gelen tepkilerin yoğunlaşması
ve yeni bir anayasa yürürlüğe sokmanın alacağı süreç düşünülerek,
çalışmaların bitmesi beklenilmeden mevcut Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinde değişiklik yapmak suretiyle türbanın yüksek öğretim
kurumlarına girmesinin yolunu açmaya çalışmış, bu suretle laik devlet
ilkesinin eğitim kurumlarından başlayarak tasfiyesi sürecini
hızlandırmıştır.
Davalı parti dini esaslara dayalı bir
devlet sistemine giden yolda toplumu dönüştürmenin en önemli adımlarından
birisinin milli eğitim politikalarının dinselleştirilmesi olduğunun bilinciyle
eğitimin milli olmaktan çıkarılması, Cumhuriyet devrimlerinin kötülenmesi,
küçümsenmesi, İslam’a karşı yapılmış gibi gösterilmesi, Cumhuriyete ve
laikliğe karşı olan bir nesil yetiştirilmesi, laikliğin dinsizlikle eş
anlamlı olduğu şeklinde zihinlerde yanlış bir algı yaratılması konularında
ısrarlı bir gayret içinde bulunmuştur.
Bu gayretin bir sonucu olarak;
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasına
göre Türk Milli Eğitiminin amacı; Türk Milletinin bütün bireylerinin,
Atatürk ilke ve devrimlerinin, Anayasada ifade edilen Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, Türk Milletinin milli, insani, manevi ve kültürel
değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren (…), insan haklarına ve
Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve
sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını
bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir.
Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri bu temel ilkelerle çatışan
icraatlarda bulunmuşlardır.
Bu bağlamda; öncelikle sadece din görevlisi
yetiştirmek üzere açılmış bulunan imam hatip lisesi mezunlarına
üniversiteye girişte uygulanan katsayıyı ortadan kaldırmak amacıyla Yüksek
Öğretim Kanununda değişiklik yapılmış, ancak yasa Cumhurbaşkanı tarafından
veto edilmiştir. Veto gerekçesinde; “…Yasanın imam hatip liselerini
özendirdiği, bu okullarla genel liselerin eşit statüye getirilmesinin
Anayasanın Atatürk ilke ve devrimlerini temel alan ruhuyla bağdaşmadığı (…)
Anayasanın 42. maddesinde eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri
doğrultusunda yapılacağının öngörüldüğü, laiklik nedeniyle kutsal din
duygularının devlet işleri ve politikaya karıştırılamayacağı, laikliğin
Türkiye Cumhuriyetini oluşturan değerlerin temel taşı olduğu (…) laikliğin
Türkiye Cumhuriyetinde ümmetten ulusa geçmenin itici gücü olduğu (…) bir
yanda akla ve bilime diğer yanda dinsel öğretiye dayalı öğretinin toplumda
ikiliye yol açacağı kaos ve kargaşa yaratacağı Tevhid-i Tedrisat Kanununun
toplumu batıl inançlardan kurtaracak din adamları yetiştirmeyi amaçladığı,
bu amacın imam hatip liselerinin yalnızca din adamı yetiştirilmesi için
erkek öğrencilerin öğrenim görmeleri ve bunların orta öğretim sonrasında
kendi alanlarında Yükseköğrenim görmelerinin amaçlandığı (…) başlangıçtaki
amaçlardan sapıldığı, imam hatip liselerinin genel liselere alternatif
öğretim kurumları konumuna getirildiği, ikili öğretim sistemi getirilerek
laikliğe aykırı uygulamalar yapıldığı…” vurgulanmıştır. (Ek.82)
Yine Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
hazırlanan 14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe giren “Milli Eğitim
Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği”nin amaçlarının açıklandığı
5/a maddesinde; “İlköğrenimini
tamamlayan, ancak orta öğretime devam edemeyenler ile orta öğretimden
ayrılan, mezun olan ve yüksek öğretimden ayrılan veya mezun olanlara farklı
alanlarda öğrenim görme fırsatı vererek eğitim-öğretim imkanı sağlamak”,
Diploma başlıklı 35. maddesinde; “Lise’den
mezun olanlara, bitirdikleri program türüne göre diploma verilir.”
Kılık ve kıyafet başlıklı 45. maddesinde “Sınavlarda kılık-kıyafetin, öğrencinin rahatlıkla tanınmasını
sağlayacak şekilde sade ve temiz olması esastır.” hükümleri getirilmiş,
böylece açık öğretim kural, örgün öğretim ise istisna haline getirilerek, meslek
lisesi mezunlarının (imam-hatip lisesi) çift diploma edinmeleri suretiyle
üniversiteye girişte 1999 yılından bu yana meslek liseleri ve düz lise
mezunları arasında uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf edilmesi imkanı
sağlanmış, ayrıca öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak derslere devam
etmeleri olanağı tanınmıştır.
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin
iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle açılan davalar sonunda
Danıştay 8’nci Dairesi, Yönetmeliğin başta 5’nci madde olmak üzere, 22, 45,
46/1, 35/d, ve 41’nci maddelerinin iptaline karar vermiştir. (Ek.158)
Böylece; Eğitim sistemine dahil olup,
yönlendirme suretiyle kademelerden geçerek bu haklardan yararlanmış bireylerin
yeniden yararlandırılması, öncelikli olarak yararlanma hakkına sahip olan
bireyler açısından eşitsizlik yaratılmasına sebep olacak olan, meslek
lisesi (imam-hatip lisesi) öğrencilerine çifte diploma şansı veren
Yönetmeliğin 5’nci maddesi ile sınavlarda kılık kıyafetin öğrencinin
rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade ve temiz olmasını yeterli
sayan 45’nci maddesi iptal edilmiştir.
Ancak yargı kararına rağmen, Milli Eğitim
Bakanlığı, Danıştay 8’nci Dairesinin 7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin
dava konusu edilen maddelerinin yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz
kılmak amacıyla 1.3.2006 tarihinde, Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra
açık öğretim liselerine kayıt yaptıranların kazanılmış haklarının korunacağını
duyurmuş, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’nın bu idari işlemin de hukuka
aykırı bulunduğu gerekçesiyle yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle
açtığı davada Danıştay 8’nci Dairesi’nin 7.6.2006 gün ve 2006/2349 Esas,
2006/1249 Karar sayılı hükmü ile 1.3.2006 tarihli işlemin de yürütmesini
durdurmuştur. (Ek.158)
Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri
Cumhuriyetin laiklik ilkesine, Eğitim Birliği Yasasına, Milli Eğitim Temel
Kanunundaki amaç ve ilkelere aykırı olarak eğitimin dinselleştirilmesi
çalışmalarını geçtiğimiz 5 yılı aşan iktidarları süresince ısrarla
sürdürmüşler, İlköğretim çağındaki çocukların Kuran kurslarına devamına
olanak sağlayan bazı düzenlemelerin yasalaşması için çaba sarf etmişlerdir.
Kanuna
aykırı eğitim kurumu açanlara, bunları çalıştıranlara ve bu kurumlarda öğretmenlik yapanlara 6 aydan 3 yıla kadar
hapis cezası ile bu kurumların kapatılmasını öngören 01.06.2005 tarihinde
yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununun 263 ncü
maddesinin (29.06.2005 tarihinde
değiştirilmiştir), kanuna aykırı eğitim kurumlarının kapatılması
yaptırımının kaldırılması, hapis cezasının alt ve üst sınırlarının
indirilmesi, sadece adli para cezası
verilmesi olanağının getirilmesi, izinsiz açılan eğitim kurumlarında
çalışan öğretmenlerin eylemlerinin suç olmaktan çıkarılması suretiyle
değiştirilmesi sürecinde Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN; ‘‘Bu milletin yüzde 99’u Müslümandır,
kendi kitabını, Kuran’ını rahatça öğrenmelidir. Kaçak Kuran kursu ifadesi
çok çirkindir. Kuran’ı öğrenmeye kimse suç ifadesini kullanamaz’’ (Ek.130)
biçimindeki sözleriyle, devletin Öğretim Birliği içinde
verdiği laik eğitim sistemine karşı seçenek olarak açılan, yasaya aykırı
eğitim kurumlarını korumuş, bir biçimde eğitim sisteminde Öğretim
Birliği’nin bozulması, eğitimin dinselleştirilmesi çabalarını
desteklediğini ifade etmiş, yasaya karşı çıkanları ise Kuran ve din öğretimine
karşı oldukları izlenimini yaratmaya çalışmış, bir devrim yasasını
etkisizleştirirken yine dini istismardan kaçınmamıştır.
Yukarıda bahsedilen somut olaylardan ve
iddianame eki belgelerden de (Klasör 12-13) anlaşılacağı üzere; ilk ve orta
öğretim ders kitaplarında, yardımcı kaynaklarda Milli Eğitim Temel
Yasasının hedeflerinden sapılmış; tarih, sosyal bilgiler, din kültürü ve
ahlak bilgisi gibi kitaplarda Cumhuriyet devrimleri görmezden gelinmiş,
kitaplarda bir din kültüründen çok, İslam’ın dinsel öğretisine ve
hurafelere yer verilmiş, Atatürk sıradan bir devlet adamı gibi tanıtılmış,
bazı ders kitaplarında ve sınavlarda sorulan sorularda Atatürk hakkında
küçümseyici ve aşağılayıcı ifadeler kullanılmıştır.
Milli eğitimdeki bu dinselleştirme
sürecinden Dünya Klasikleri bile nasibini almış, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
okullara tavsiye edilen bazı yayınevlerinin çevirilerinde orijinal metinler
değiştirilerek roman ve hikaye kahramanları bile İslami söylemlerle
konuşturulmuşlardır.
İlköğretim çağındaki çocuklara Milli Eğitim
Temel Kanununa aykırı olarak ve dinsel etkinlik adı altında cami ve
mezarlıklara götürülmek suretiyle uygulamalı din dersleri verilmiş, gelen
tepkiler üzerine buna ilişkin mevzuat geri çekilmiştir. (Klasör 12-13)
Milli eğitimdeki dinselleştirme süreci bir
çok okulun internet sitelerine ve hatta ilan panolarına kadar yansımış,
davalı partinin Milli Eğitim Temel Yasasına aykırı tutum ve söyleminden güç
alan yönetici ve öğretmenler kurumlarının internet sitelerinde şeriat
propagandası yapan özel kuruluşların ve yayınevlerinin internet sitelerine
link (bağlantı) vermişlerdir. (Klasör 12-13)
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları
zamanında devleti dinsel, teokratik bir yapıya dönüştürme kararlılığının
bir sonucu olarak Devlet Planlama Teşkilatı’nda oluşturulan bir özel
ihtisas komisyonunda bir şeriat uygulaması olan zekât sisteminin kurumsallaştırılması önerisinde
bulunulabilmiştir. (Ek.155)
Parti toplantılarında haremlik-selamlık
uygulamasından, tarikat şeyhlerinin cenazelerine topluca katılmak, köktendinici
derneklerin konferans, panel adı altında düzenledikleri toplantılarda
topluca görünmek, bayan eli sıkmamak, belediye başkanı sıfatıyla Ramazan
ayında cami cami dolaşarak imamlık yapmak, bu suretle kutsal dinimizi
istismar etmek, davalı partinin gündelik icraatları arasına girmiştir.
Başbakandan belediye başkanına kadar her kademedeki Adalet ve Kalkınma
Partilinin istismar yarışından cesaret alan kamu görevlileri de, “çeşme
açılışlarından, orman yangınlarına” kadar her konuda dinsel motiflerle
süslü demeçler verip genelgeler yayınlamışlar, uluslararası
havaalanlarımızın apronlarında kurban kesmişler, tarikat toplantılarına
sponsorluk yapmışlardır. (Klasör 14–17)
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, örnekleri
yukarıda gösterilen birçok konuşmasında, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
“Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde ve başlangıç kısmında yer
almamasına rağmen İslamiyet’i “Türk
milletinin birleştirici bir unsuru, çimentosu” olarak tanımlamış, laik
cumhuriyetin tüm inançlara eşit mesafede olması zorunluluğunu göz ardı
ederek sık sık Türk Halkının yüzde 99’unun Müslüman olduğuna vurgu yapmış,
bu suretle İslamiyet’in toplum yaşamında temel belirleyici olduğu imaj ve
algısını öne çıkarmaya çalışmıştır. (Ek.8)
Davalı Partinin devleti ve toplumu
teokratik bir yapıya dönüştürmek konusundaki kararlılığının bir işareti de,
bazı yasadışı irticai yapılar ve cemaatler karşısında aldığı içselleştirici
tavırdır. Her ne kadar AKP Genel Başkanı ve parti ileri gelenleri her
fırsatta, “ değiştiklerini, Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını” ifade
etseler de, laiklik ilkesine aykırı olarak ve uluslararası bazı ilişkileri
bile bozmak pahasına bu tür irticai örgüt ve cemaatleri desteklemekten geri
durmamışlardır. “Cemaat” kavramının mevzuatımızda Lozan Anlaşması paralelinde,
Türk Vatandaşı bazı gayrimüslim toplulukları ifade için kullanıldığı ve bu
Anlaşmaya hakim olan ilkeler ve Devrim Yasaları dikkate alındığında “Türk
Vatandaşı ve Müslüman olan “ kişiler için cemaat tanımlamasının
kullanılmasının hukuken mümkün olmamasına karşılık “demokratik yollardan
devlet kademelerinde kadrolaşarak, Atatürk İlke ve Devrimlerini ortadan
kaldırıp Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı ve bunu takiben Dünya
İslam birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği” iddiasıyla hakkında dava
açılıp yurt dışına kaçan Fetullah GÜLEN isimli tarikat liderinin yurt
dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile bulundukları ülke devletleri
tarafından Türkiye’nin uyarılmasına neden olan okullar bir ticari şirket
olarak değerlendirilip temas ve işbirliği yapılması, Dışişleri Bakanlığının
bir genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenebilmiştir! (Ek.72)
Dışişleri Bakanlığı tarafından
Büyükelçiliklere gönderilen bir genelge ile, Almanya ile imzalanan
“Güvenlik İşbirliği Anlaşması’nda” köktendinci terör örgütü olarak söz
edilen, şer’i esaslara dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığı belirtilen
(Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/37 sayılı Dava dosyası.
Klasör no:17) Avrupa Milli Görüş Teşkilatının yurtdışındaki
vatandaşlarımızın sorunları ve milli konularda dış temsilciliklerimizce
gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda bulundukları belirtilerek, bu örgütle
temas ve işbirliği kurulması istenmiştir. (Ek.72)
Davalı Partinin Genel Başkanı, yöneticileri
ve milletvekilleri türban, eğitim, özelleştirme, kadrolaşma gibi konularda
çoğulcu demokrasiyi ve onun gereği olan güçler ayrılığı prensibini, hukukun
üstünlüğünü ve yargı kararlarını hedeflerine ulaşmada bir engel olarak
görmüşler, yargı kararlarına yönelik söylemlerini eleştiriden öte, bir
saldırı noktasına taşımışlardır. TBMM Başkanı Bülent Arınç, 01.05.2005
tarihinde konuk olduğu CNN Türk’te yayımlanan “Ankara Kulisi” programında gazetecilerin sorularına; “…Bu Anayasa Mahkemesi’ni Meclis’te
yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle kaldırabilir miyim? Kaldırabilirim.
Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa Mahkemesi’ne benzer bir kurum yok.
(...) Bugün üye sayısını, görev sahasını değiştirebilirim. Yüce Divan
yetkisini alabilirim. Her kanunun Anayasa Mahkemesi’ne gitmesini
engelleyebilirim. Her şeyi yapabilirim. Ben Meclisim…” (Ek.58) diyerek çoğulcu demokrasi ve gereği
olan hukukun üstünlüğünden uzaklaşması örneklerinden birisini daha
sergilemiştir.
Danıştay 2 nci
Dairesinin türban konusuna ilişkin 26.10.2005 günlü, 2004/4051 E, 2005/3366
K. sayılı kararıyla ilgili olarak; Partisinin Mersin Merkez İlçe Kongresinde konuşan Başbakan ve AKP
Genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan; “…Bu
kararı hukuk ilkeleri içerisinde tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Bu
anlayış, hiçbir hukuk anlayışı içerisinde tanımlanamaz.(…) Türkiye’de kendilerine göre alanlar
belirlemek suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin
kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu böyle biline. (…)doğrusu kınıyorum. Bunu
hiçbir yere sığdıramıyorum. (…) “Bunlar
bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle şöyle davranacaksınız
diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil. Herkes yerini
belirlemek zorunda. (…) Birileri
nemalanmasın diye sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal
edenler, bu ülkede böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler.
(…) Böyle bir kaba gürültüye de
pabuç bırakma niyetinde de değiliz.
Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız.
Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği
belli mi..”, (Ek.42) aynı partiden Çorum Milletvekili Muzaffer Külcü; “Bu
çok önceden planlanmış, tek tip toplum oluşturma projesinin bir
tezahürüdür” …”Bu karar tek kelime ile ‘ayıp’ olarak
özetlenebilir” …”Zaten Danıştay,
kendi kafasında kurguladığı bazı gerekçeler üzerinden karar
alıyor.”,(Ek.122.) Sivas Milletvekili Selami Uzun “ancak
dehşet denebilir”, (Ek.122) Adalet ve Kalkınma
Partisi Kilis Milletvekili Hasan
Kara’da “Böyle bir karar
toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya yol açar.
Peygamberimize yapılan hakaret tüm
dünya Müslümanlarında tepki oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok
acı” (Ek.122) şeklindeki sözleriyle tepkilerini göstermişlerdir.
Başbakan ve milletvekillerinin beyanlarının
ertesinde bir gazetede Danıştay Kararını veren Daire üyelerinin resimlerinin
yayınlanmasından kısa bir süre sonra da, 17 Mayıs 2006 günü “Alparslan
Arslan” adındaki bir köktendinci Danıştay’ın 2 nci Dairesine müzakere
sırasında silahlı saldırıda bulunmuş, Üye M. Yücel Özbilgin’i öldürmüş,
diğer yargıçları da ağır yaralamıştır. Olayın sanıklarının yargılanıp
kararın verildiği 13.02.2008 tarihli karar duruşmasında sanıklardan
Alparslan Arslan’a son sözü sorulduğunda, “Genel Kurmay şeriatın önüne geçmeye çalışmasın, Abdullah Gül’den,
Başbakan Erdoğan’dan ve imanlı kişilerden Türkiye’de şeriatı ilan
etmelerini istiyorum, yoksa kan dökülür.” Diğer sanık Osman Yıldırım’da
Atatürk’ü kastederek, “O İngiliz
piçinin kurduğu cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegane görevim
cumhuriyeti yıkıp 2 nci Osmanlı Devletini kurmak.” ve bunun gibi sözler
ve hakaretlerde bulunmuşlardır.
Sanıkların son duruşmadaki bu sözleri bile
eylemi hangi saiklerle yaptıklarını, laikliği savunanları ve laik Cumhuriyeti
bekleyen tehlikeleri göstermeye yeterlidir. (Ek.176)
Davalı partinin yöneticileri yargı
kararlarına yönelik eleştirilerinde dinsel argümanları da referans almaktan
kaçınmamışlardır. Nitekim Genel Başkan Recep Tayyip ERDOĞAN İHAM’ın Leyla
ŞAHİN/Türkiye davasında türbana ilişkin verilen kararı eleştirirken
mahkemenin karar vermeden önce konuyu din ulemasına sorması, görüş alması
gerektiğini iddia ederek, “Söz
söyleme hakkı din ulemasınındır” (Ek 37) demiş, benzer bir konuda
davalı partinin milletvekili Mehmet ÇİÇEK’ de “Hakimler Diyanetten görüş alacak” (Ek.101)diyerek laik hukuku
dönüştürmek konusundaki niyetlerini açığa vurmuşlardır.
2007 yılında 11’nci Cumhurbaşkanlığı seçimi
arifesindeki tartışmalarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent
ARINÇ 8’nci Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL’a gönderme yaparak, onun gibi “
Sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı’”(EK.68) seçeceklerini ifade etmiş,
cumhurbaşkanın seçilme nitelikleri arasına Anayasada sayılmayan “dindar”
niteliğini de ekleyerek TBMM Başkanı sıfatıyla bile din istismarı yapmaktan
ve laik devlet ilkesine aykırı hareket etmekten çekinmemiştir. Oysa böyle
bir hüküm ancak şeriatla yönetilen bir ülkenin Anayasasında yer alabilir.
(Şeriat rejimiyle yönetilen İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının 115 nci
maddesi aynen şöyledir: “Cumhurbaşkanı
aşağıdaki şartları haiz, dini ve siyasi şahsiyetler arasından seçilmelidir.
İran asıllı, İran vatandaşı, tedbirli ve idareci, iyi geçmişli, güvenilir
ve takva sahibi olmak, İslam Cumhuriyeti’nin ve ülkenin resmi dininin
ilkelerine inançlı olmak.) (Ek.68) Dindar Cumhurbaşkanı söylemi 22
Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde davalı partililerce yoğun
bir biçimde kullanılmış, “Abdullah Gül’ün eşinin türbanlı olması nedeniyle
seçilemediği” propagandası adeta bu seçimin temel malzemesi yapılmıştır.
Davalı Partinin söylemleri incelendiğinde
Cumhuriyet devrimlerinin ve özellikle laiklik uygulamalarının “İnananlar
için bir zulüm” olduğu iddiası sürekli vurgulanarak toplumda
Cumhuriyete ve devrimlerine karşı bir inancın oluşturulmasının amaçlandığı
görülmüştür. Oysa Cumhuriyet tarihi de, insanlık tarihi de, zulmedilenlerin
köktendinciler değil, farklı bir şeye inandığı, inancının gereğini yerine
getirmediği ya da inanmadığı, laik hukuka göre karar verdiği, laikliği
savunduğu için yakılanların, öldürülenlerin, laikler olduğuna tanıklık
etmiştir. İnsanlığın aydınlanma mücadelesi aklın ve bilimin ışığına değil,
taassup ve dogmatizmin zulmüne karşı verilmiş, Batıda yüzlerce yıl süren bu
mücadeleyi Türk Milleti Atatürk’ün önderliğinde çeyrek yüzyıldan az bir
zamana sığdırma başarısını göstermiştir. Ancak, Cumhuriyete ve onun
aydınlanma felsefesine karşı olanlar, uluslararası dengelerdeki değişim ve
küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik
Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına girişmişlerdir. Yakın tarihimiz, bu
arayışın ürünü irticai kalkışmalarla doludur. Ancak bugünkü Laik Cumhuriyet
karşıtları geçmişte hiç olmadığı kadar ve üstelik bu kez uluslararası
desteği de arkalarına alarak, karşı devrim fırsatını ellerine geçirmişlerdir.
AKP milletvekili Abdullah Çalışkan’ın yukarıda yer verilen bir konuşmasında
açıkça ifade ettiği “yeşil devrim”, (Ek.113) laik Cumhuriyete yönelik bir
karşı devrimin adıdır. Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar tehlikededir.
Çünkü karşı devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değil, iktidardırlar.
Davalı partinin devleti ve toplumu İslami
bir yapıya dönüştürmedeki hedeflerinden biri olan, siyasi simge sayılan
başörtüsünün önce toplumun geleceği olan gençlerimizin yetiştirildiği
yükseköğretim kurumlarında serbest bırakmaktaki amacı kamusal alanlara da
yansımasını sağlamaktır. Türbana serbesti sağlayan Anayasa ve yasa
değişikliği henüz partiler arası müzakere aşamasında iken partili
milletvekilleri, belediye başkanları, kurucuları, demeç ve söylemlerinde
türbanı tüm kamusal alana yayacaklarını açıkça duyurmuşlar, Partinin bağlı
kuruluşları gibi faaliyet gösteren bazı sivil toplum kuruluşları siyasal
İslam’ın tüm kamusal alana yayılmasının temel hedefleri olduğunu ve bu
yolda mücadele vereceklerini açık açık ilan etmişlerdir. (30-31 Ocak ve 1-2
Şubat tarihli Gazeteler)
Davalı parti, iktidar olmanın getirdiği güç
ve olanaklarla devleti İslami bir yapıya dönüştürmeye çalışırken bürokrasi kadrolarının
da siyasal İslamcılardan oluşturulmasına özel bir önem vermiş, İslami
kimlikleriyle öne çıkanları atamada özel bir gayret göstermiştir. Bu
kadrolaşma gayretlerinden Sayıştay gibi bir yüksek kurum bile nasibini
almış, boş bulunan üyeliklere, adayları partiye yeterince yakın
bulmadıklarından, 2 yılı aşan bir süre seçim yapılamamıştır. Yüksek Öğretim
Kurulu Başkanı atandığı gün mahkeme kararlarına uymayacağını açıklamış, bir
bilim adamı kimliği ve bağımsızlığıyla değil, belirlenmiş bir düşünce yönünde
çalıştığı gerçeği, kendisi ile TBMM Başkanı ve Maliye Bakanı ile bir
bürokratı arasında geçen ve basına yansıyan diyaloglardan anlaşılmıştır.
Devletin en önemli kadrolarını birçoğu
tarikatçı faaliyetleri ve kimlikleriyle bilinen yöneticilere teslim etmiştir.
Geçmişte ‘laiklik ilkesinin yerini İslam’la bütünleşme modeline
bırakmasının gerekli olduğu’ yönünde makaleler yazan ve bugün de bu
görüşlerinin arkasında olduğunu ifade etmekten çekinmeyen kişinin
Başbakanlık Müsteşarlığına, bir tarikata aidiyeti fotoğraflarla kanıtlanan
kişiyi de tarikat ve cemaatlerin Laik Cumhuriyet aleyhine faaliyetlerini
takip etmekle görevli İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığına atanmasında bir
beis görülmemiştir. Devlet kadrolarının islami bir yapıya dönüştürülmesi
süreci bununla da sınırlı kalmamış, Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda
görev yapan çok sayıda memur, hastane yöneticiliğinden belediyelerde daire
başkanlığına, ortaöğretim kurumlarında din ve ahlak bilgisi öğretmenliğine
kadar birçok alanda görevlendirilmişlerdir. (Klasör 11)
Kamuda kadroların İslami bir yapıya
dönüştürülmesi sürecinde yukarıda örneği görüldüğü üzere, bir Adalet ve
Kalkınma Partili belediye (Eyüp Belediyesi), açtığı zabıta memurluğu
sınavında, öğrenim durumu olarak yalnızca ‘imam hatip lisesi mezunu’ olma
koşulu getirebilmiştir. (Ek.136)
Davalı Parti iktidarı döneminde siyasal
İslamcı kimlikleriyle bilinen kişilere Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunda
(TRT) program yaptırılmış, çerçevesi yasa ile çizilmiş yayın ilkelerine ve
laiklik ilkesine açıkça aykırı yayınlar TRT ekranlarına taşınmıştır.
Şüphesiz bunlardan en çarpıcı olanı “Düşünce İklimi” isimli programı sunan
Prof. Dr. Mim Kemal Öke’nin gazeteci Hayrettin KARAMAN ile yaptığı
mülakatta görülmüştür. 20 Ekim 2005 tarihinde yayınlanan ve 27 Ekim 2005
tarihinde tekrarlanan programda Şeriata göre miras paylaşım kuralları
savunulmuş, Hayrettin KARAMAN mevcut laik düzeni kastederek”…Böyle bir düzenin içinde Müslüman olarak
yaşamak zorunda kalırsanız. O zaman işte siz Kuran-ı Kerim’in miras
ahkâmını değiştiremezsiniz. Böyle bir hakkınız yok..” diyerek, laik
devrimin en önemli belgelerinden olan Medeni Kanunu ve laik düzeni şer’i
bir bakış açısıyla eleştirmiş ve bu yayınlar Anayasanın ve Devrim
Yasalarının öngördüğü laik devlet ilkeleri çerçevesinde yapmak zorunda olan
devlet kurumu TRT’de gerçekleşmiştir. (Ek.177)
Toplumu ve devleti İslami bir yapıya
dönüştürmek noktasında gerekli gördükleri her alana müdahale eden davalı
parti, her konuda olduğu gibi yine dini referansları esas alarak, gençleri
alkol ve uyuşturucu maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın
alkollü içki yasağı esas alınarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine
ilişkin mevzuatta da hukuka aykırı kısıtlamalara gitmiştir. 7.12.2004 günü
yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası “gayrisıhhî müesseseler ile umuma açık
istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek” görevini
belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320 sayıl İl Özel İdaresi
Kanununun 7. maddesi mucibince “İl
Özel İdaresi”ne vermiştir. Yapılan bu düzenleme ve çıkarılan
yönetmeliğe aykırı genelge ile Belediyeler “ruhsat iptali, yeni ruhsat verilmemesi, eğlence vergisi ve hafta
tatili ruhsat harcı artırımına gidilmesi, içkili yerlerin kent dışındaki
alanlarda toplanmalarına zorlanmaları” uygulamaları başlatmış, başta
Ankara olmak üzere tüm AKP’li belediyeler içki içilmesi ve satılmasını
adeta genel bir yasaklama uygulamasına dönüştürmüşlerdir. (Ek.153)
Davalı parti hükümetlerinin laik devleti
dönüştürme çabalarından cesaret alan partili belediye başkanları yukarıda
belirtilen örneklerinden de anlaşılacağı üzere, belediyecilik hizmetleri
kapsamında bulunmamakla birlikte dini içerikli ve birçoğu din dışı
hurafelerle donatılmış kitapların basım ve dağıtımını yapmışlar, bu tür
bilim dışı yayınlar özellikle İlköğretim çağındaki çocuklara belediyelerce
bedava dağıtılmış, kadını küçümseyen, onu erkeğin yanında daha aşağı bir
yaratık olarak tanımlayan sözde evlilik kılavuzları yeni evli çiftlere
hediye olarak verilmiş, bazı belediye başkanları din istismarını çocuklara
kadar indirerek, Kur’an kursu öğrencilerine bisiklet, bilgisayar, top gibi
hediyeler dağıtmışlar, çocuklara hitaben yaptıkları konuşmalarda
yaşıtlarının Kur’an öğrenmek yerine,
yazlıkta, denizde tatil yapmalarını eleştirmişlerdir. Bu suretle kutsal
dinimizi siyasete alet ederek istismara yönelmişlerdir. (Klasör 16)
Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık
beş buçuk yıllık süreçte Türkiye’nin uluslararası camiadaki laik ülke imajı
da erozyona uğramış, Dünya ülkeleri, özellikle AB ülkeleri nezdinde Türkiye
bir “ılımlı İslam Cumhuriyeti” modelinde algılanmıştır. Özellikle Amerika
Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerde ise bu bakış açısı resmi
söylemlere de yansımış, başta eski ABD Dışişleri Bakanı (Colin L. Powell)
olmak üzere birçok ABD yetkilisi Türkiye’nin laik, demokratik ve sosyal bir
hukuk devleti olduğu gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir ‘Ilımlı İslam
Cumhuriyeti’ olarak tanımlamışlar, bu söylemlerindeki cüretkarlığı “bir ABD
projesi olan ve kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi
amaç edinen “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olduğunu her fırsatta
tekrarlayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın
söyleminden ve davalı parti iktidarlarının dini istismara dayalı
icraatlarından, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya
karıştırmalarından devleti dini esaslara göre şekillendirme amaç ve
faaliyetlerinden” aldıkları gözlenmiştir.
Yukarıda irdelenen tüm bu eylemler, davalı
siyasi parti tarafından algılanan ve savunulan İslami toplum modelinin açık
bir resmidir.
Diğer yandan davalı parti iktidarı zamanında,
iktidarın tutum ve davranışından güç alarak gerek kamuda, gerekse diğer
alanlarda meydana gelen, dinsel içerikli ve dini istismarı esas alan, laik
devlet ilkesine aykırı eylem ve söylemlere ilişkin belgeler de 14 -17
sayılı klasörlerdedir.
Sonuç
olarak ve yukarıda ayrıntılarıyla açıklandığı üzere:
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara
gelişinin henüz birinci yılından itibaren çerçevesi Anayasa ve Yüksek
Mahkeme kararlarıyla belirlenmiş laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının
yeterli olmadığı söylemiyle tartışmaya açarak aşındırmaya çalışılması,
Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede
olması, ancak dünyevi ilişkilere ilişkin konularda devletin akıl ve bilimin
ışığında ve dinden bağımsız olarak düzenleme yapma yetkisini görmezden
gelerek “ulemaya danışma (…) af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir” gibi
söylemlerle dini hükümleri referans gösterme çabaları,
Din ve vicdan özgürlüğünü sınırsız ve
kısıtlanamaz bir hak gibi topluma benimsetilmesi ve benimsetilen bu inanç
üzerinden türbanın üniversitelerde serbest bırakılması ve bu serbestinin
giderek tüm kamusal alana yaygınlaştırılması için partili
milletvekillerinden, belediye başkanlarına kadar ortak bir söylem kullanılmaya
başlanılması,
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye
girişte uygulanan katsayı sistemi bir hak ihlali algısıyla sürekli eleştirilerek
Tehvid-i Tedrisat Yasasına ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet
öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi ve bu okulları meslek okulu
hüviyetinden çıkararak orta öğretimin asıl unsurları haline getirecek
sosyal ve mali desteklerin sağlanması,
Eğitimin müfredat da dahil olmak üzere
Milli Eğitim Temel Kanununa aykırı olarak dinselleştirilmesi,
12 yaşın altındaki çocukların Kuran
kurslarına devamını engelleyen düzenlemelerin kaldırılmasına yönelik söylem
ve çabaları,
Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir
yapının oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer
yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması,
Halk sağlığı ve gençliğin korunması bahane
edilerek, adeta şer’i nizam uygulanırcasına alkollü içki satış ve tüketim
alanlarının daraltılması ve giderek yasaklanması,
Yurt içi ve yurt dışı her türlü resmi
toplantı ve törenlerde laik bir Cumhuriyetin yöneticileri oldukları hiçe
sayılarak, dinsel kimlik ve aidiyetlere vurgu yapılması, tanıtımlarda dini
motiflerin öne çıkarılması,
Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları
gölgeleyecek bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi
faaliyette din ve dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince
istismar edilmesi,
Çoğulcu demokrasinin kuvvetler ayrılığı ve
hukukun üstünlüğü prensibine dayandığı ilkesini gözardı ederek ve
parlamento çoğunluğunu kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez laiklik ilkesinin
ortadan kaldırılmaya kalkışılması,
Bu eylemlerin davalı partinin genel başkanı, genel
başkan yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel
yönetimlerde görev alan partililerin kararlı, ısrarlı ve süreklilik
gösteren beyan ve fiilleri ile işlenmesi,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli
olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, din kurallarının geçerli
olduğu, referanslarını dinden alan bir toplumsal modeli gerçekleştirmeyi
amaçladığını, bu tür eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak her
kademesince kararlılık ve yoğunlukla
işlenmesi suretiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini
ortaya koymaktadır.
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen
beyan ve eylemlerinin bir kısmı dahi laikliğe aykırı fiillerin odağı haline
geldiğini göstermeye yeterli bulunmaktadır.
Kuşkusuz açıkça dini kuralların egemen
kılınmasını, şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemler çoğulcu demokrasi
içerisinde bile Anayasa’nın 14 ve İHAS’ın 17 nci maddeleri karşısında
koruma göremez.
Anayasakoyucu, siyasi partilere çalışmalarında
sınırsız bir özgürlük tanımamış ve ülke zararına olabilecek çalışmaların
odağı haline gelme olasılığını öngörerek, bu gibi hallerde
kapatılabileceklerini kabul etmiştir.
“Odak olma” kavramı, 2001 yılında 4709 SK ile
Anayasanın 69. maddesinin 6. fıkrasına eklenen bir cümle ile hangi hallerde
siyasi partilerin “odak” haline geleceği saptanmıştır.
Buna göre;” Bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu
nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek cümle: 3.10.2001-4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu
nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu
durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya
yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu
veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu
fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.”
Siyasi partilerin yasaklanmış eylemlerin odağı
haline gelebilmesi için:
1- Anayasaya aykırı fiillerin bir partinin
üyelerince “yoğun” bir şekilde işlenmesi ve bu durumun o partinin yetkili
organlarınca zımnen veya açıkça benimsenmesi.
2- Anayasaya aykırı fiillerin doğrudan doğruya bir
partinin yetkili organlarınca “kararlılık” içinde işlenmesi gerekmektedir.
Yukarıda ana başlıkları belirtilen eylemler
gözetildiğinde:
Davalı partinin geçmişte üyesi veya
yöneticisi oldukları “Milli Görüş” yanlısı partilerin savunduğu çok hukukluluk
ilkesinden ayrılamadığı, kendi hukuklarını egemen kılmak için iddianamede
belirtilen yargı kararlarına rağmen yüksek öğretim kurumlarında kılık ve
kıyafetin serbest olduğu düzenlemesini Anayasa’da hüküm altına almak
amacıyla TBMM’ne verilen yasa teklifi ile açıkça ortaya çıkmaktadır.
Kişilerin inançlarının veya giyimlerinin
ölçü alınması, bazı kesimlere toplum ve Devlet içinde ayrıcalık tanımak
olur ki; bu, eşitliği bozacağı gibi demokrasiye de aykırı düşer ve
oluşturulan farklı kimliklerin önce ayrımcılık sonra da kaçınılmaz bir
şekilde bölünme nedeni olması sonucunu doğurur.
Davalı partinin;
Belirtilen eylemleri ve özellikle Anayasa
ile Yüksek Öğretim Kanunu’nda değişiklik içeren tekliflerinin, Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin temel ilkelerini değiştirecek zemini oluşturmak
niyetini ortaya koyduğu,
Laik sistemlerde dini simgelerin siyasi
amaçla kullanılamayacağını gözardı ettiği,
Laik Cumhuriyet’i yeni bir yaşam ve Devlet
düzenine dönüştürme kararlılığı içinde olduğu, toplumu dindar olanlar – olmayanlar
diye ikiye ayırmaya başladığı,
Ülkenin laik hukuk yapısını aşamalı olarak
yeniden biçimlendirip yönlendirmeye çalıştığı,
Rejimin ve Cumhuriyet’in geleceğini
tartışmaya açtığı,
Belirlenmiştir.
Laik demokratik hukuk devletinin egemen
olduğu rejimlerde; yargıya, “bireyi ve demokrasiyi”, sistemin sınırları
dışına çıkan siyasal partilerin/iktidarların eylemlerine karşı koruma
görevi de verilmiştir.
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif edilemez bir hükmü olan laik ilkesi zedeleniyorsa Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının rejimi koruma yetki ve görevi başlayacaktır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının temel görevi; Cumhuriyet’i, ilkelerini
ve kazanımlarını korumaktır.
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin
odağı haline getiren yukarıda açıklanan fiiller ve beyanlar, siyasi
partinin Anayasanın 68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi gereğince
kapatılmasını gerektirmektedir.
4-
Eylemlerin zorlayıcı sosyal gereksinim de gözetilerek hukuksal yönden irdelenmesi
Adalet ve Kalkınma Partisinin
iktidar partisi olması nedeniyle yukarıda belirttiğimiz beyan ve eylemleri
laik Cumhuriyet
aleyhine giderilmesi olanaksız zararlar doğurmasının kapatma yaptırımını
gerektirmekte, ortaya konulan eylemler
gözetildiğinde kapatma yaptırımının uygulanmasında zorlayıcı sosyal gereksinim bulunmaktadır.
Zorlayıcı sosyal gereksinim
değerlendirilirken gözetilen uygun
zaman, eylemlerdeki ağırlık, eylemlerin isnat edilebilirliği,
partinin hedeflediği siyasi model, eylemlerdeki kullanılan yöntem
karşısında öngörülen yaptırım eylemlerle orantılıdır.
Kapatma davasının açıldığı tarihte davalı
iktidar partisinin türbanın yükseköğretim kurumlarına sokulması için
Anayasa değişikliği ile neden olduğu toplumsal kutuplaşma ve gerginlik
dikkate alındığında ve özellikle demokratik toplumun düzenli bir biçimde
işlemesinin sağlanmaya çalışıldığı ülkemizde, laiklik ilkesinin korunması
yasal ve anayasal bir zorunluluk olduğu gibi, bu ilkenin korunmasında genel
bir çıkar da bulunmaktadır.(RP/Türkiye Kararı)
Bu nedenle,
laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı durumuna gelen Adalet ve Kalkınma
Partisinin, bu genel çıkar da gözetilerek kapatılması, zorlayıcı sosyal
gereksinim de dikkate alındığında demokratik toplum gereklerine uygundur.
a-
Yaptırım yasayla öngörülmüştür.
Eylemler, Anayasa’nın 68 nci maddesinin 4
ncü fıkrası kapsamında “insan
hakları, eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri, ulus egemenliği, demokratik ve
laik cumhuriyet ilkelerine ve ayrıca herhangi bir tür diktatörlüğü savunmak
ve yerleştirmeyi amaçlamanın yasak olması” kuralına aykırılık
oluşturmaktadır.
Bu çerçevede kapatma yaptırımı, İHAS’ın 11
nci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca “kamu
düzeninin sağlanması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması”
ilkeleri kapsamında, demokratik toplum ilkelerine uygun ve yasa ile
öngörülmüş bir yaptırımdır.
Davalı siyasi parti, laiklik karşıtı
eylemlerinin kapatma yaptırımı gerektirdiğini öngörebilecek ve bilebilecek
durumdadır. Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’ndaki kurallar da İHAS’nin
öngörülebilirlik ve bilinebilirlik ölçütlerine uygundur. Davalı partinin
laiklik karşıtı eylemleri nedeniyle bu eylemleri suç oluşturmasa bile,
parti hakkında Anayasa’da öngörülen kapatma yaptırımının uygulanabileceği
bilinebilir niteliktedir. Laiklik karşıtı eylemlerin, ceza yasalarında suç
olarak tanımlanmaması Anayasa ve SPY gözetildiğinde sonuca etkili değildir
(RP/Türkiye Kararı).
b-
Kapatma yaptırımı yasal bir amaca dayanmaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laikliğe
aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi, Anayasa’nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasındaki siyasi partilerin eylemleri “insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, ulus
egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine” aykırı olamaz ve
ayrıca “herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz”, suç işlenmesini teşvik edemez” kapsamında kapatma
yaptırımını gerektirmektedir.(ANY.Madde:68/4, 69/9, SPY.Madde: 101/1/b,
103, 95)
Geniş anlamda laiklik karşıtı eylemler
olarak nitelenen yukarıda ve 11-17 sayılı klasörlerde gösterilen ve değerlendirilen
eylemler, Anayasanın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen
hükümlere aykırılık oluşturmaktadır.
Şöyle ki, laiklik karşıtı eylemlerin odağı
olarak ılımlı İslam yoluyla şeriatı amaçlayan bir siyasi partinin bu model
projesi gerçekleştiğinde, evrensel insan hakları ve çoğulcu demokrasi
hiçbir boyutuyla söz konusu olamayacak, iktidar şeriat çerçevesinde hareket
edecek, şeriatı benimsemeyenler sisteme ve kurallarına tabi kılınacak ve
eşitlik ilkesi de yaşam alanı bulamayacaktır. Yine şer’i modelde, dinsel
kurallar ölçü norm olarak kullanılacağından, hukuk devletinden de söz
edilemeyecektir. Egemenliğin kaynağı ve tüm referanslar din ve Tanrıya
dayanacağından, ulus egemenliği de söz konusu olmayacaktır. Sonuçta
şeriatın demokrasiyle ve laiklikle bağdaşmazlığı karşısında, demokratik ve
laik düzen ortadan kalkacak, dine dayalı ve bunu zorla benimseten bu
yönüyle bir dikta rejimi ortaya çıkacak, demokrasiye, insan haklarına
aykırı, ancak şeriata uygun eylem ve suçlar hoş görülüp teşvik edilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şeriatla
yönetilen ve başında İslam şeriatını da simgeleyen halifenin bulunduğu bir
modele karşı verilen mücadele sonucu ortaya çıkmıştır. Türk Ulusunun 20
Yüzyılın başında verdiği kurtuluş mücadelesi sadece yabancı işgal güçlerine
karşı yürütülmemiş, mandacılara, işgalcilerle işbirliği yapanlara, isyan ve
kışkırtmalarla kurtuluş ve kuruluşu baltalayan mollalara, şeyhlere ve her
türlü din bezirgânlarına karşı da verilmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda
mandacıların ve işbirlikçilerin tenkit edilecek tarihi hatalarını
gerçekleri çarpıtarak saptırmaya çalışanlar bugün de dini ve dince kutsal
sayılan şeyleri istismar ederek ve dine, dini inanca en büyük kötülüğü
yaparak özgürlük ve insan hakları gibi aslında hiçte ilgili olmadıkları
kavramları kullanarak yeni bir teslimiyetçiliğin yolunu açmaktadırlar.
Şer’i bir düzene ve onun yerleşik değerlerine karşı verilmiş bir
mücadelenin sonucu olarak benimsenen ve önemi nedeniyle Anayasada
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez bir biçimde yerleştirilip
kabul edilen laiklik ilkesi, bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti için diğer
çağdaş ülkelerden daha fazla önem arz etmekte, uygulamasında Batı ile
aramızda farklılıklar oluşmaktadır. Çünkü ülkemizde şeriat düşüncesi ve
özlemi komşu ülkelerde uygulama örnekleri de bulunduğundan henüz çağdaş ve
uluslararası hukuk karşıtı olduğu düşüncesi kategorisine girmemiş, hatta
serbest seçimler yoluyla iktidar bile olabilmiştir.
Bu nedenle; İHAS’ın 11 nci maddesinin
ikinci fıkrası gereğince “ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin, kamu düzeninin
korunması, kargaşa ve suçun önlenmesi ve başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması” kapsamında, laikliğe aykırı eylemlerin odağı
olmuş davalı siyasi partinin kapatılmasını haklı kılmaktadır(RP/Türkiye
Kararı).
c-
Kapatma yaptırımı demokratik toplum gereklerine uygundur.
Davalı partiye kapatma yaptırımının
uygulanması, çoğulcu demokrasinin gereklerine uygundur. Çünkü yukarıda
sayılan eylem ve söylemleri gözetildiğinde, çoğulcu demokrasi içerisinde,
ancak bu demokrasinin olanaklarından hareketle, sonuçta çoğulcu
demokrasiyle bağdaşmayan ve onu ortadan kaldıran bir sistemi
amaçlamaktadır. Oysa çoğulculuk prensibi olmadan demokrasiden bahsedilemez
(RP/Türkiye Kararı). Çoğulcu demokrasi, güçler ayrılığına ve hukukun
üstünlüğüne dayanır. Hukuk ise, temelini insanlığın aydınlanma
mücadelesinde bulan, akla ve bilime dayanan, ortak aklın ürünü, evrensel
kabul gören, dinamik kurallar bütünüdür. Şeriatın kuralları bu tanımın
çerçevesine girmez. Şeriat özünde demokrasiye kapalı bir yönetim biçimi
olup totaliterdir. Dini kurallara dayalı bir rejimin çoğulcu demokrasi ile
bağdaşabileceğini iddia etmek en hafif deyimiyle insanlığın aydınlanma
mücadelesini ve sonrasındaki kazanımlarını inkâr etmektir. Ortaya çıktığı
çağın ve coğrafyanın sosyal ve ekonomik, kültürel değerleriyle biçimlenmiş
statik bir düşüncenin insanlığın tüm çağlarına hükmetmesi anlayışı bilimsel
değildir, dolayısıyla yüzlerce yıllık mücadelenin ve aklın ortak değerleri
olan insan hakları ve demokrasi kapsamında savunulamaz, koruma göremez,
kısıtlanabilir.
Kuşkusuz İHAS ile de korunan din ve vicdan
özgürlüğü demokratik bir toplumun da gereklerindendir. Anılan özgürlük
farklı dinsel değerlere inanmak yanında inanmamak özgürlüğünü de
içermektedir. Bu bağlamda çoğunluğu Müslümanlardan oluşsa bile, farklı
inanışlara sahip olan kişilerin korunması anlamında, din ve vicdan
özgürlüğüne de sınırlandırmalar öngörülmüştür. Bu manada devlet, dini
inançlar konusunda yansız kalmalı, dini inançların meşruiyetinin
değerlendirilmesinde tarafsız olmalı, karşıt inanışlar arasında hoşgörüyü
tesis etmelidir (RP/Türkiye Kararı). Bu bağlamda devletin kamu alanında,
üniversitelerde türban takarak dini inançların sergilenmesine kısıtlama
getirmesi veya programlarında İslam dinine ilişkin konulara ağırlık veren
ve kuruluş amacı yalnızca din görevlisi yetiştirmek olan İmam Hatip
Liseleri mezunları için üniversiteye giriş sınavlarında katsayı esasının
uygulanmasını öngörmesi; başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak, kamu
düzen ve güvenliğini sağlamak amacı taşıdığından, din ve vicdan
özgürlüğünün özüne aykırı değildir. Aksine, davalı partinin bunlara aykırı
eylemleri özendirmesi, destek yaratması ve teşvik etmesi, demokratik toplum
gereklerine açıkça aykırılık oluşturmaktadır.
İHAS’ın 9 ncu maddesinde de koruma gören
din ve vicdan özgürlüğü, bir din tarafından yönlendirilen her hareketi
korumaz, bu kapsamda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu
tarafından türbanın dinin gereği olduğunun belirtilmesi, bu örtünme
biçiminin laik hukuk düzeninde korunma göreceği sonucunu doğurmaz, aksi
düşünce, dinin gereği olduğu tartışma götürmeyen İslam şeriatının miras,
devletler, aile, ceza hukuku gibi konulardaki bazı kurallarının da
uygulanmasına kapı açar. Oysa davalı partinin eylemleri, bu saptamayla
açıkça çelişmektedir. İHAM tarafından da vurgulandığı üzere, laikliğe saygı
gösterilmemesi biçimindeki bir tutum, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında
hiçbir biçimde koruma göremez (RP/Türkiye Kararı). Bu nedenle bir taraftan
laikliği savunur gibi görünmek ve bunu ifade etmek, diğer taraftan giderek
yoğunlaşan eylemlerle laikliğe aykırı bir model yaratan davalı siyasi
partinin eylemleri, Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve İHAS yönünden koruma
göremez.
İHAM’a göre bir siyasi parti, mevzuatın
veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesini iki koşula bağlı olarak
önerebilir: Bunlardan birincisi, kullanılan bütün yollar her bakımdan yasal
ve demokratik olmalıdır. İkincisi ise, önerilen değişikliğin kendisi temel
demokratik prensiplerle bağdaşmalıdır. Bu kuraldan hareketle, sorumluları
şiddete başvurmayı teşvik eden veya demokrasinin temel prensiplerine saygı
duymayan, demokrasinin bir veya birçok kuralına uymayan veya demokrasiyi
yıkmayı amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri
tanımayan/yok etmeyi amaçlayan siyasi bir projeyi öneren” partinin, bu
nitelikteki eylemleri, kapatma yaptırımına konu olabileceği gibi, bu
nedenle uygulanacak yaptırıma karşı da ilgili siyasi parti İHAS
korumasından yararlanamaz. İHAS ve demokrasi arasındaki oldukça açık ilişki
karşısında, hiç kimse demokratik toplumun ideallerini ve değerlerini yok
etmek amacıyla Anayasa ve İHAS hükümlerine dayanamaz. Bu bağlamda siyasi
partiler biçiminde örgütlenen totaliter hareketlerin, demokratik rejim içerisinde
güçlendikten sonra, bu kimliklerini ön plana çıkararak demokrasiden
kurtulmak amacı güdebilmeleri söz konusudur. (RP/Türkiye, Emek
Partisi/Türkiye Kararları).
Davalı siyasi parti bu değerlendirmelere
açıkça aykırı hareket ettiği gibi, eylemleriyle sadece İslam dininin moral
değerlerini ifade etmeyip, bu dinin dünyevi yaşama ilişkin gereklerine
yönlendirme ve İslam dinine (inanç ve ibadet ötesinde bütünüyle) tabi kılma
amaç ve iradesi taşımaktadır.
d-
Eylemlerin isnat edilebilirliği
Davalı siyasi partinin amaç ve eğilimlerini ortaya
koyabilmek için tüzük ve programına dayanarak sonuca gidilemez. Çünkü
gerçekte amaçladığı modeli gerçekleştirene kadar, laikliğe aykırı
eğilimlerinin resmi metinlerine yansımayacağı; geçmişte bu amaca yönelik
eylemlerde bulunan partilerin kapatıldığı hususu gözetildiğinde
karşılaşılabilecek bir durumdur. Bu bağlamda, davalı siyasi partinin tüzük
ve programı ile dava konusu edilen eylemleri arasında belirgin bir
aykırılık göze çarpmaktadır.
Bir genel başkanın açıklama ve eylemleri partiyi
tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel
figürüdür. Siyasi Partiler Yasasına göre partiyi temsil yetkisine sahip
olan genel başkan, merkez karar ve yönetim kurulunun da başkanıdır. Genel
başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerinin, kişisel
görüşü olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından
partinin görüşünü yansıttığı biçiminde algılanır ve partiye isnat
edilebilir. Genel başkan için var olan isnat edilebilirlik, genel başkan
yardımcıları içinde geçerlidir. Aynı durum partili başbakan ve bakanlar
yönünden de söz konusudur.
Bir iktidar partisi yönünden hükümetin icraatları,
siyasi parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de
siyasi partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu
bağlamda, yukarıda belirtilen yasa, yasa teklifleri ile diğer düzenleyici
işlemler siyasi partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin yöneldiği amacı
gerçekleştirmeye veya kolaylaştırmaya yönelik olduğundan, bu düzenlemeler
de siyasi parti eylemi olarak o siyasi partiyi bağlamaktadır. TBMM’nde
çoğunluğu oluşturan siyasi parti yönünden, bu düzenlemelerin eylem olarak
isnadiyeti için, İHAM kararlarında da açıklandığı üzere,
yasalaştırılmalarını beklemek zorunluluğu bulunmamaktadır. Çünkü bu eylemlerin
yasalaşması yani somuta indirgenmesi, yasama organın da çoğunluğa sahip bir
iktidar partisi yönünden her an için olasıdır. İsnat edilebilen eylem
niteliğindeki bu tasarıların yasalaşması da, eylemin yasama organı işlemi
niteliğine geldiğinden bahisle, siyasi partiye isnadiyeti ortadan
kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi partinin eylemini sürdürmesi niteliğindedir.
TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de konumları
itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat
edilebilirliği önem taşımaktadır. Anayasa’nın 94 ncü maddesinin altıncı
fıkrasına ve SPY’nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, “TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri, üyesi
bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki
faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.” Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu düzenleme,
Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat
edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır.
Yukarıda gösterildiği üzere TBMM”nin 22 dönem
Başkanlığını yapan Bülent Arınç’ın eylemleri, bu kuralı da ihlal ederek,
açıkça mensubu olduğu siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşmektedir.
Siyasi partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek
anlamında diğer parti mensupları gibi hareket etmektedir. Görevi süresince
yaptığı bu eylemler, mensubu olduğu davalı parti tarafından destek
görmüştür. Bu nedenle Bülent Arınç’ın beyan ve eylemleri Adalet ve Kalkınma
Partisi’ne isnat edilebilir niteliktedir.
Davalı partinin amaç ve eğilimlerini sergileyen,
yaratmak istedikleri toplum modeline ilişkin imajı yansıtan beyan ve
eylemler, milletvekilleri veya yerel yönetimlerde görev üstlenen üyeler
tarafından işlendiğinde de partiye isnat edilebilir. Bu tür beyanlar soyut
programlara göre potansiyel seçmenler üzerinde daha etkilidirler. Bu
nedenle, eylemleri yukarıda sıralanan milletvekilleri ve yerel
yöneticilerin beyan ve eylemleri de partiyi bağlamaktadır.
Ayrıca partili milletvekilleri tarafından sunulan
ve kapatmayı konu alan modeli gerçekleştirmeye yönelik olan yukarıda
gösterilen yasa teklifleri de, bu tekliflerin yasalaşmaları beklenmeksizin,
yasama organında çoğunluğu oluşturan davalı siyasi partiye isnat edilebilir
niteliktedir. Anayasa’nın 83 ncü maddesinin birinci fıkrası, yasama
çalışmaları kapsamında ortaya çıkan bu eylemler nedeniyle siyasi partinin
sorumlu tutulmasını bertaraf etmemektedir. Bireysel anlamda mutlak dokunulmazlık
yaratan madde kapsamındaki eylemler, siyasi parti yönünden bu maddenin
koruma alanı dışındadır.
Siyasi partinin genel merkez organlarının (SPY md
13), il ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19,20), TBMM grup genel kurulu ve
grup yönetim kurulunun (SPY md 24, 25), üyelerinin (SPY md 12) eylemleri;
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, yasa, Anayasa ve İHAS tarafından
korunmayan, hedeflediği amaç veya siyasi projeyi gerçekleştirmek,
kolaylaştırmak, altyapı hazırlamak veya bunları ifadeye yönelik olup, bu eylemler
de davalı partiye isnat edilebilir niteliktedir.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekmektedir ki,
partiyi temsil eden organlarca gerçekleştirilen eylem veya söylemlerin,
partinin değil kendi kişisel görüşleri olduğu açıklanmadıkça, bu söylem ve
eylemler de partiye isnat edilebilecektir. Ancak, siyasi partiyi
sorumluluktan kurtarmak adına, siyasi partinin amaç ve hedefleriyle örtüşen
eylem ve söylemlerin, kendi kişisel görüşleri olduğunun açıklanması da,
yoğunluk ve sıfatlara bakıldığında, (çok sayıda milletvekili ve belediye
başkanı tarafından) kuşkusuz siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Davalı partinin çoğulcu demokrasi ilkelerine aykırı
olarak, zaman zaman milletvekillerine ve diğer partililere konuşma yasağı
getirmesi de, bu yasağa rağmen en yetkili konumda bulunan
milletvekillerinin dahi açıklama yapmayı sürdürmeleri gözetildiğinde,
yasaklamanın partiyi sorumluluktan kurtarmaya yönelik aldatıcı bir tavır
olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
İktidarda bulunan her siyasi parti, kuşkusuz kendi
kadrolarını da, (bir örnek olarak bakan düzeyinde) devlet birimlerine
taşımaktadır. Bu noktada, siyasi parti mensuplarına devlet mekanizması
gereği yakın planda çalışan, böylece siyasi partililerle yakın ve/veya
yoğun ilişkide bulunan kamu görevlilerinin eylemleri önem kazanmaktadır.
3046 sayılı Yasa’nın 21 nci ve 22 nci maddeleri de bu irdelemeyi zorunlu
kılmaktadır.
Devletin idare mekanizması, söz konusu görevlinin
bulunduğu makamın ışığında, ancak dar bir yoruma tabi tutulmaktadır. Bu
bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti mensuplarına yakın planda
çalışan müsteşarların ve müsteşarların bakış açılarını yansıtan müsteşar
yardımcıları ile genel müdürlerin eylemlerinin, siyasi sorumluluğu Bakan ve
dolayısıyla Başbakan’a aittir. Bu siyasi sorumluluk, yukarıda gösterilen
eylemlerin parti politikaları doğrultusunda biçimlenmesi, partinin
amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik olması karşısında anılan bürokratların
iktidar partisinin bakış açısına göre biçimlenen eylemlerinden, iktidarı
yöneten partinin dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sorumluluğu söz
konusudur.
Yine 5442 sayılı Yasa’nın 9 ncu maddesinin birinci
fıkrasına göre, il’lerde hükümetin ve her bir bakanın temsilcisi ve siyasi
yürütme organı olan valiler ile bu Yasa’nın 31/A maddesine göre kaymakamların,
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatmaya konu modeli gerçekleştirme
anlamındaki uygulamalarına göz yummalarından, desteklemelerinden ve bu
eylemleri uygulamalarıyla kolaylaştırmalarından, parti kaynaklı çıkış
noktası uyarınca bakan, başbakan ve hükümet siyasi yönden sorumludur.
Buradaki siyasi sorumluluk, iktidarın siyasetini belirleyen davalı Adalet
ve Kalkınma Partisi’ni de sorumlu kılmakta ve bağlamaktadır.
Yukarıda anlatılan eylemlerde bulunan bürokratların
bu davranışları, bütünüyle siyasi iktidar çıkışlı ve iktidarın bakış
açısıyla biçimlenmiştir. Bu yönden, siyasi sorumluluk iktidara aittir. Bu
siyasi sorumluluk hükümet siyasetini yönlendiren Adalet ve Kalkınma
Partisi’nden biçimlendirildiğine göre, kuşkusuz davalı partinin sorumluluğu
söz konusudur. Çünkü iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli
gerçekleştirmek için, bir bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını
oluşturmak adına bu eylemler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla devlet
kadrolarında yer alan anılan görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı,
genel müdür, vali, kaymakam, baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.)
eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak
ortaya çıkması ve biçimlenmesi nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi
gerekmektedir.
Bu bağlamda 22 Temmuz 2008 Genel Seçimi ile Adalet
ve Kalkınma Partisinden milletvekili seçilen Başbakanlık Eski Müsteşarı
Ömer Dinçer”in müsteşarlığı dönemindeki konumu nedeniyle anılan kişinin bu
dönemdeki iş ve işlemleri, ayrıca önem taşımaktadır. Bürokrasinin en
tepesinde bulunduğu sırada bu kişinin de etkisiyle yapılanan kadrolarla,
iktidar partisinin laikliğe aykırı eylem ve söylemleri gerçekleştirilmekte
ve dile getirilmekte, siyasi parti kendisini sorumlu kılmamak adına, devlet
mekanizması gereğince yakın ilişkide bulunduğu bu kadrolardaki kişilerin,
siyasi parti tarafından da benimsenen iş ve işlemleri, tartışmasız olarak
siyasi partiyi bağlamaktadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan
eylem veya söylemler nedeniyle, ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve
haklarında disiplin soruşturmasının başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin
o siyasi parti tarafından benimsendiği anlamındadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla açıkça örtüşen
eylem ve söylemler nedeniyle siyasi partinin bu eylem veya söylem
sahiplerini eleştirmesi veya haklarında soruşturma yapması, sadece partinin
kendisini bu eylemlerden sorumlu kılmamak amacına yönelik olduğunda, bu
eylem ve söylemler de siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır. Göstermelik
olarak başlatılan, sonuçsuz kalan veya öngörülenden daha az yaptırımla
sonuçlanan soruşturmalar da, o siyasi partiyi sorumluluktan
kurtarmamaktadır (RP/Türkiye Daire Kararı). Bu nedenle yukarıda irdelenen
eylemlerin soruşturma konusu olması, bu eylemlerin Adalet ve Kalkınma
Partisi’ne yüklenmesine engel değildir. (Ek.129)
e-
Eylemlerdeki “yöntemin” hukuksal yönden irdelenmesi
Davalı partinin din ve dince kutsal sayılan şeyleri
istismar ederek, ancak “mutabakat süreçleri” olarak adlandırdıkları
yöntemle toplumun İslami bir yapıya doğru evrimleşmesini sağladıktan sonra
şeriatı egemen kılacakları gerçeğinden hareketle ve şeriatın tüm toplumu
İslami bir düzene kavuşturmayı esas alan ‘cihat’ boyutu ile davalı partinin
halen iktidar partisi olması gözetildiğinde; laik rejimi değiştirmek
noktasında maddi güç kullanması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir
gerçektir. Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayip
Erdoğan ve diğer partililerin demokrasiyi çoğulcu değil, “çoğunlukçu”
olarak algıladıklarını gösteren eylem ve demeçleri olası bir “çoğunluk
diktasının” açık işaretleridir.
Davalı siyasi partinin ortaya konulan eylemlerinin
laik bir hukuk düzeniyle bağdaşmadığı yukarıda açıklanmıştır.
Laik hukuk düzeniyle bağdaşmayan eylemlerin odağı
durumuna gelen siyasi parti için, kapatma yaptırımı dışında ara çözüm ve
yaptırımların uygulanabilmesi; gerek eylemlerdeki yoğunluğun ulaştığı
boyut, gerekse iktidarı çoğunluk olarak elde etmeleri karşısında, ortaya
çıkan somut ve açık tehlike, gerekse mevzuat gözetildiğinde, söz konusu
olamaz.
Davalı siyasi parti, demokratik düzende faaliyette
bulunarak, Anayasa ve SPY’ye aykırı olarak, demokrasi ötesi bir sisteme
ulaşmaya ve bu sistemi gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin, demokratik sistemin sağladığı serbestilerden hareket ederek
amacına ulaşmaya çalışması, gerek Anayasa’nın 14 ncü maddesi, gerekse
İHAS’ın 17 nci ile BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 5 nci
maddesi gözetildiğinde koruma göremez.
Davalı siyasi parti, bu eylemlerini
gerçekleştirirken, çoğunluk iktidarına sahip olmanın avantajlarını da kullanmaktadır.
Öncelikle yaratılan kadrolaşma boyutuyla, kamuda laik hukuk düzeninin
gereklerini yerine getirenler sindirilmekte ve baskı uygulanmaktadır.
Mevcut kadrolaşmayla, yukarıdan aşağıya doğru bir yapılanmaya adım
atılmaktadır. (Ek. 164, 174)
Laikliğe aykırı bir sistemi, öncelikle toplumsal,
sonrasında hukuksal modelle gerçekleştirmek söz konusu olduğuna göre, “amaç
sistemin” içeriğinin irdelenmesi gerekmektedir.
Amaçlanan şer’i sistem ve son noktada şeriat,
kuşkusuz cihadı da içinde barındırmaktadır. Demokratik bir sistem, Nazi
Almanya’sı örneğinde olduğu gibi demokratik yolları kullanarak iktidarı ele
geçirip demokrasiyi ortadan kaldırılabileceği gibi, demokratik olmayan
yöntemlerle de ortadan kaldırılabilir. Davalı partinin amaçladığı rejimi
demokratik yollardan gerçekleştirememesi durumunda, şeriatın gereği olan
cihadın devreye girmesi söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla gerektiğinde
cihada, yani şiddete başvurulması olasıdır.
Bir iktidar partisinin, iktidar olanaklarından
hareketle hukuksal yollardan ya da cihat yoluyla amacına her zaman ulaşması
olanaklıdır. Ülkemizde şeri sistem, ancak bir devrimle tasfiye edilmiştir.
Bu devrim öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o
kültürün yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ilk etapta şiddete başvurmadan
bile ciddi bir şeriat yanlısı taraftar kitlesi bulmak mümkündür. Çünkü din
istismarı yoluyla kolayca harekete geçirilebilecek bir tabanın her zaman
mevcut olduğu yakın tarihsel deneyimlerle kanıtlanmıştır. Bu nedenle,
egemen olan dinsel inancın (şeriatının) içeriği ve tarihsel deneyimler
gözetildiğinde laiklik ilkesinin korunması anlamında Türkiye’nin daha
hassas davranması zorunluluğu doğmakta ve bu durum ülkemizin takdir hakkını
genişletmektedir.
Eylemleriyle ve özellikle laiklik ilkesini dolaylı
yoldan bertaraf edecek Anayasa’nın 10’ncu ve 42’nci maddelerinin
değiştirilmesi, Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17’nci maddesinde düşünülen değişiklik
ile İslami modeli gerçekleştirmeyi açıkça ortaya koyan siyasi partinin
kapatılmasının zorlayıcı sosyal gereksinim ve demokratik toplum gereklerine
aykırı, soyut, uzak ve gerçekleşemez olduğu ileri sürülemez. Çünkü iktidar
olanaklarını kullanan bir siyasi parti için, bu konuların somutlaşması
demek, zaten demokratik sistemin ortadan kaldırılmasıyla eş anlamlıdır.
Dolayısıyla, şeriatın yani şiddetin somutlaşması durumunda, ortada kendini
korumaya çalışacak bir demokratik sistem de söz konusu olmayacaktır.
Dini esaslara dayanan bir devlet sistemi kurmaya
(Şeriata) aşama aşama geçilmesi karşısında, iktidar açıkça şiddete
başvurmadığı, bu nedenle kapatılmasının söz konusu olamayacağı ileri
sürülemez. RP/Türkiye kararı da bu konuya işaret etmektedir. Kaldı ki,
davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda
tutulduğu bir sistemi hedeflediği ve bu doğrultuda eylemlerde bulunduğu
açıktır. Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi
kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet
kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada
şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması
nedeniyle hukuka uygundur.
Kaldı ki davalı partinin sahip olduğu iktidar olma
çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri
karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz
konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını
kolaylaştırmaktadır.
f-
Kapatma yaptırımının zamanlama açısından gerekliliği
Davalı siyasi partinin izlediği politikanın ortaya
çıkardığı tehlike belirgin ve yakındır. Medeni barışa ve ülkenin demokratik
rejimine zarar verebilecek somut adımlar atılmıştır. Önce, bu adımların
engellenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Ulusal iradeyi oluşturmak amacıyla
iktidara gelerek devleti yönlendiren davalı siyasi parti yönünden, çoğulcu
demokrasiyle bağdaşmayan projesinin ancak kapatma yaptırımıyla engellenecek
olması karşısında, kapatma davasına başvurulması gerekli ve iktidar
olanaklarının kullanıldığı dönemi yansıtan tablo gözetildiğinde zorunludur.
Evvelce de belirtildiği üzere olayda kapatma
yaptırımı uygulanması, çoğulcu demokratik sistemde yapılması gereken ve
hukuksal yoldan uygulanabilecek amaca uygun ve orantılı tek seçenektir.
İddianamemizde ve ek klasörde gösterilen davalı
siyasi partinin eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrası kapsamında
“insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,
demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı bulunmaması ve ayrıca
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlamanın yasak
olması” kurallarına aykırılık oluşturmaktadır. Kapatma yaptırımı, İHAS’ın
11. maddesinin 2. fıkrası gözetildiğinde “kamu düzeninin sağlanması,
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” ilkeleri çerçevesinde
demokratik toplum ilkelerine uygun ve yasa ile öngörülmüş bir yaptırımdır.
Çoğunluk iktidarına sahip davalı siyasi partinin
eylemlerinin yoğunluğu gözetildiğinde, onu amacından alıkoyacak ara
yaptırımlar ve ara çözümler, somut duruma göre olanaklı değildir. Bu
nedenle kapatma yaptırımı, dava yönünden radikal olmayıp, olaya uygun ve
orantılı bir yaptırımdır.
Olayda, laik hukuk düzenine aykırı eylemlerin odağı
olan bir siyasi partinin söz konusu olması karşısında, üstelik bu partinin
de çoğunluk iktidarına sahip olduğu gözetildiğinde, amaçlanan modelin
gerçekleştirilmesi anlamında bir
tehlikenin var olduğu ve tehlikenin de yeterince yakın olduğu, davalı
partinin eylemlerinin öngördüğü toplum modelini oluşturmaya elverişli
bulunduğu, iktidarları süresince her geçen gün riskin arttığı görülmektedir.
Kamusal alanda ve TBMM’nde de türbana serbestlik sağlanmasına yönelik
beyanlar ile imam hatip lisesi mezunlarına uygulanan katsayı sisteminin
kaldırılması girişimleri bu tehlikeyi daha somut ve yakın kılmaktadır.
Davalı Partinin, toplumsal barışı tehlikeye düşürene ve öngördüğü modeli
gerçekleştirene kadar beklenilmesi doğal olarak söz konusu olamaz.
Bu noktada davalı siyasi partiyi amacından
uzaklaştıracak ve sosyal yönden de gereksinim duyulan tek ve zorunlu
yöntem, yalnızca kapatma yaptırımı olup, toplumu karşılaştığı bu tehlikeden
başka türlü korumanın olanağı kalmamıştır.
5-
Kapatma yaptırımının orantısallığı
Siyasi parti kapatma yaptırımı, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal ve en ağır yaptırımdır. Bu nedenle, kapatma
yaptırımı en ciddi ve en ağır durumlarda uygulanmalı, eylemlerle arasında
orantısal bir denge bulunmalıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laiklik karşıtı
eylemlerin odağı durumuna gelmesinden başka, söz konusu eylemlerdeki
yoğunluğun ve kararlılığın düzeyi gözetildiğinde, eylemleri toplumu çok
ciddi ve ağır sonuçlarla yüz yüze bırakmaya elverişlidir. Cumhuriyetin
kurulmasıyla terk edilen bir sistemin değerlerinin gündeme getirilmesi, demokratik
sistem ve toplum yönünden laik düzenin tesisi ve korunmasında kaçınılmaz
olarak çok ağır sonuçlara neden olacaktır.
Bu bağlamda davalı siyasi partinin kapatılması;
dava konusu eylemler ile uygulanacak kapatma yaptırımının sonuçları ve
yaşanan tarihsel koşullardan kaynaklanan ihtiyaçlar gözetildiğinde;
orantısız ve radikal bir yaptırım olmayıp, uygun, gerekli ve orantılı bir
yaptırımdır.
6-
Eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olan (kurucu dahil)
üyeleri
Kapatma yaptırımını gerektiren davaya konu eylemler
gözetildiğinde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılmasına beyan ve
eylemleriyle neden olan kurucu dahil üyelerinin belirlenmesi, bu kişilere
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu fıkrası ve SPY’nın 95 nci maddesi
uyarınca uygulanacak önlem (yasaklılık) yönünden önem kazanmaktadır.
Anılan önlemin uygulanabilmesi için, eylem ile
önlem arasında, “ilgili ve yeterli olma” ölçütlerinin gerçekleşmesi
gerekmektedir. Bu anlamda iddianamede irdelenen, kararlılık ve yoğunlukla
işlenen eylemler gözetildiğinde; aşağıda sıralanan kişiler ve eylemleri,
kapatma yaptırımı ile doğrudan ilgili olup, eylemlerinin boyutu ve niteliği
itibarıyla, Anayasa ve SPY’da belirtilen önlemin uygulanmasını zorunlu
kılmaktadır. Eylemlerin boyut ve niteliği itibarıyla, söz konusu önlemin
uygulanması da somut olay yönünden yeterlidir.
Davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı
haline gelmesi ile ilgili olarak fiil ve beyanları bulunan:
1- Recep Tayip Erdoğan
2- Bülent Arınç
3- Abdullah Gül
4- Hüseyin Çelik
5- Ömer Dinçer
6- Fahri Keskin
7- Burhan Kuzu
8- Eyüp Fatsa
9- Nihat Eri
10- Eyüp Sanay
11- Tayyar Altıkulaç
12- Ömer Özyılmaz
13- Sadullah Ergin
14- Cavit Torun
15- Asım Aykan
16- İrfan Gündüz
17- Mehmet Çiçek
18- İdris Naim Şahin
19- Binali Yıldırım
20- Akif Gülle
21- Hasan Kara
22- Fehmi Hüsrev Kutlu
23- Musa Uzunkaya
24- Mehmet Aydın
25- Güldal Akşit
26- Ersönmez Yarbay
27- Ahmet Faruk Ünsal
28- Mehmet Elkatmış
29- Abdullah Çalışkan
30- Nihat Ergün
31-
Bülent Gedikli
32- Egemen Bağış
33- Resul Tosun
34- Hayati Yazıcı
35- Sadık Yakut
36- Abdurrahman Kurt
37- Muzaffer Külcü
38- Selami Uzun
39- Fatma Seniha Nükhet Hotar Göksel
40- Dengir Mir Mehmet Fırat
41- Mehmet Zafer Üskül
42- Hüseyin Tuğcu
43- Mehmet Cemal Öztaylan
44- Hüsnü Tuna
45- Fatma Şahin
46- Muzaffer Gülyurt
47- Muhyettin Aksak
48- Bekir Bozdağ
49- Nurettin Canikli
50- Mustafa Elitaş
51- Recep Akdağ
52- Cevdet Erdöl
53- Hüseyin Tanrıverdi
54- Ayşe Böhürler
55- Hasan Cüneyt ZAPSU
56- Hasan BALAMAN
57- Ali Uğurlu
58- Kamil Ünal
59- Mustafa Burna
60- Ali Tekin
61- Süleyman KALDIRIM
62- Mustafa TARLACI
63- Ayşe YÜREKLİTÜRK
64- Ahmet GENÇ
65- Mehmet Demirci
66- Ahmet Misbah DEMİRCAN
67- Hüseyin Turan
68- İbrahim Karaosmanoğlu
69- Alaaddin Yılmaz
70- İbrahim HALICI
71- Ahmet Şükrü Kılıç,
haklarında; Anayasa’nın 69 ncu maddesinin
dokuzuncu fıkrasında ve SPY’nın 95 nci maddesinde belirtildiği üzere, “kapatmaya ilişkin kesin kararın, Resmi
Gazete’de gerekçeleri olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle
bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi
olamayacaklarına da” hükmedilmesi gerekmektedir.
E-
SONUÇ
Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı;
a- Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, laikliğe
aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin tespiti ile eylemlerinin
ağırlığı da gözetilerek, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101 nci maddesinin b bendi uyarınca
kapatılmasına,
b- Davalı Partinin Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan’dan başlamak üzere
yukarıda isimleri sayılanların Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrası
ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 95 nci maddesi uyarınca temelli
kapatılmaya ilişkin kararın Resmi Gazete’de yayınlanmasından itibaren beş
yıl süreyle bir başka siyasi partinin kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve
üyesi olamayacaklarına,
karar verilmesi kamu adına arz ve talep olunur.”
Davalı Siyasi Parti’nin 30.4.2008
tarihli ön savunması:
“GİRİŞ
Siyaset alanında,
olgular ile algılar arasında ciddi farklılıklar yaşanabilmekte, olgular
siyasi görüşlere göre farklı yorumlanabilmektedir. Hukuk alanında ise
sübjektif değerlendirme ve algılar yerine olguları, nesnel gerçeklikleri,
somut olay ve eylemleri objektif norm ve kurallarla değerlendirmek bir zorunluluktur.
Hukuk alanında
keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, bu iddianamede görüldüğü gibi
gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının örselenmesine yol
açmaktadır.
Hukuk alanında olguların
doğru algılanamaması ve çarpık bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan
sonuçlara ulaşılmasının hepimiz için telafisi imkansız zararlar doğuracağı
açıktır.
Bu iddianame, hukuk
sisteminin en temel karakteri olan objektiflik, nesnellik, nedensellik ve
rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla bir algılama sorununun
varlığını ortaya koymaktadır. Partimiz hakkında hazırlanan iddianame,
baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve kavramları birbirine
karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar veren ön yargılı
bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup bitenle bir
ilgisi bulunmamaktadır. Esasen böyle bir ilgi kurma kaygısı taşımadığı da
ortadadır. Bu nedenle, iddianamenin ortaya koyduklarıyla gerçekler arasında
derin bir uçurum bulunmaktadır.
Sonuçta iddianamenin kanıtladığı tek şey de budur.
Bu iddianame, bir çelişkiler yumağıdır. Kurulduğu andan
beri Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefine doğru
kararlılıkla yürüyen ve bu yürüyüşün en önemli dönemeci olan Avrupa
Birliği’ne tam üyelik hedefinin gerçekleşmesi için gerekli her adımı atan
bir partinin, laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri sürmek
bir çelişkidir.
Sorunları derinleştirmek yerine çözüm arayan
siyasetlerin, anayasal düzenimizin temel esaslarını güçlendirmeye mi hizmet
ettiği, yoksa Başsavcı’nın iddia ettiği gibi zayıflatmayı mı amaçladığı
sorusu, bize göre meselenin esasını ortaya koymaktadır.
Milletimizin talep ve ihtiyaçlarıyla, hak ve
özgürlükleriyle, laiklik gibi devletimizin temel esasları arasındaki yapay
çelişkileri ortadan kaldırmayı amaçlayan bu ‘büyük uzlaşma’ arayışımız,
Başsavcı’ya göre suç oluşturmaktadır.
Dayatmacı, dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir siyasi
anlayışa karşı, demokratik ve laik bir hukuk devleti olan Cumhuriyetin
değer ve niteliklerini birleştirici ortak paydalarımız olarak siyasi
rekabetin üzerinde tutmaya çalışan bir partiyi, Cumhuriyetin niteliklerine
aykırı bir oluşum olarak göstermeye çalışmak ciddi bir paradoksu
yansıtmaktadır.
Yeni bir siyaset anlayışıyla demokrasinin
kökleşmesi ve özgürlüklerin alanının genişlemesi için gayret gösteren bir
partinin siyasi projesinin, son kertede demokrasiyle bağdaşmadığını
söylemek de ciddi bir çelişkidir. Milletin menfaatlerini içeride ve dışarıda
en iyi şekilde savunan, Cumhuriyetimizin insan hakları, demokrasi, laiklik
ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerini koruyup geliştirmeye çalışan bir
siyasi partinin demokrasiye aykırı bir siyasi projesinin olduğunu iddia
etmek anlaşılabilir bir durum değildir.
Kuruluşundan
itibaren şeffaflığı ve hesap verebilirliği şiar edinmiş ve bunu
uygulamalarıyla da kanıtlamış bir siyasi partiyi, “gizli gündem”i olmakla
ve “takiyye” yapmakla suçlamak ise çelişkilerin belki de en büyüğüdür. Biz ülkemizi daha ileriye taşımaya yönelik tüm
adımlarımızı milletin önünde attık. Açıkladıklarımız ve yaptıklarımız
dışında gizli gündemimiz hiçbir zaman olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.
Hakkımızda düzenlenen iddianamede temel sorun, AK
Partinin siyasi felsefesi ve vizyonunun anlaşılamamış, hatta daha da vahimi
yanlış anlaşılmış olmasıdır. İddianamede portresi çizilmeye çalışılan
partiyle AK partinin hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, ekonomik ve siyasi
krizlerin olumsuz tesirlerinin görüldüğü; din-devlet, din-siyaset,
devlet-toplum ilişkisindeki gerilimlerin yoğun olarak hissedildiği bir
dönemde yeni bir siyaset anlayışı ve tarzıyla ortaya çıkmıştır. Muhafazakar
Demokrat bir siyasal kimlik geliştiren AK Parti, siyaseti normalleştirmeyi,
siyaseti gerçekçi bir eksene oturtmayı, Türk siyasetinin kronik gerilim
alanlarını rahatlatmayı amaçlamıştır.
AK Partinin kendisini net, somut ve çerçevesi
belirlenmiş bir şekilde ortaya koyması, “gizli gündem”, “takiyye” gibi
olumsuz çağrışımların gereksiz gerilimler üretmesini engellediği gibi,
kimlik-eylem-söylem uyumunu sağlayarak siyasete kalite kazandırmak
açısından da önemli bir farklılık oluşturmuştur.
Partimizin siyaseti normalleştirme amacıyla
geliştirmeye çalıştığı siyasal kimlik yapısının ana merkezini çatışmacı
“kimlik siyaseti”nin reddi oluşturmaktadır.
AK Parti Türkiye’nin geleneksel kültürel değerleri
ile “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” hedefi arasında bir çelişki
değil, uyum olduğunu gösteren politikalar üretmiştir. Bunu yaparken AK
Parti’nin sosyolojik gücü ile siyasi perspektifinin ürettiği sinerji,
Cumhuriyetimizin mayasında bulunan modernleşme hedefine odaklanmıştır.
AK Parti, toplumun tüm kesimlerinden, ülkemizin her
bölgesinden, bütün ekonomik ve sosyolojik katmanlarından oy almış bir
merkez partisidir. Partimiz, son genel seçimlerde 81 ilin biri hariç tümünde
milletvekili çıkaran tek partidir. Dolayısıyla
AK
Parti Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün teminatıdır. Toplumun tüm
kesimleriyle buluşmuş ve toplumsal barışın, ülkenin birlik ve bütünlüğünün
teminatı haline gelmiş bir partinin Anayasaya aykırı eylemlerin odağı
olarak gösterilmesi düşünülemez.
AK Parti, toplumsal
merkeze yaslanarak ilk günden itibaren ülkemizin ve milletimizin tüm
hassasiyetlerine duyarlı davranmaya azami özen göstermiştir.
Üniter devlet, laik
devlet, demokratik devlet vurgusu, AK Parti’nin temel siyasi misyonudur.
AK Parti, 22 Temmuz
seçimlerinde her mitinginde “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet”
vurgusu yapmış, bölge ayırt etmeden aynı hassasiyeti sergilemiştir.
AK Partinin laiklik konusunda geliştirdiği anlayış
ve siyasi duruş da Türk siyaseti açısından büyük önem taşımaktadır. AK
Parti hükümetleri yasal çerçevede laikliğin kurumsal ve pratik şartlarına
saygı göstermenin ötesinde, geniş kitlelerin devletin laik karakterini
sahiplenmesine önemli bir katkı sağlamıştır. Laikliğin geniş kitleler
tarafından benimsenmesinde, farklı kesimlerin sisteme entegre edilmesinde
partimiz, önemli bir misyon icra etmektedir.
Bu nedenle, AK Parti laikliğe karşı odak olan
değil, laikliği toplumsallaştıran bir harekettir.
Diğer yandan, bu
dava maalesef ülkemize ve milletimize ağır ekonomik ve siyasi bedeller
ödetebilecek bir süreci başlatmıştır. Gerçekten de, AK Parti hakkında
düzenlenen iddianame, Türkiye’nin
demokratik hayatını sarsan, milli iradenin üstünlüğünü tartışmaya açan,
gerçeklikleri değil tezvirat ve yakıştırmaları öne çıkaran bir anlayışa
dayanmaktadır.
Bu davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir.
Hukukun siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven
duygusunu zedelemektedir.
Bu davayla Demokrasimiz zarar görmektedir. Meclis
demokrasinin kalbi, partiler ise bu kalbe kan taşıyan ana damarlardır.
Partilerin kolaylıkla kapatılabilmesi, çoğulcu demokratik siyasetin sorun
çözme işlevini yok etmektedir. Milletimizin demokrasiye olan inanç ve
güvenini derinden sarsmaktadır.
Bu davayla ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir.
Siyasi ve ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın
fakirleşmesi, kaybetmesi demektir. Türkiye’ye onlarca yıl kaybettirmeye
kimsenin hakkı olmamalıdır.
Bu davayla Devletimizin bütünlüğü zarar
görmektedir. Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü zedeleyecek düşünce ve
hareketler, bu süreçte güç ve zemin kazanmaya çalışacaktır.
Hakkımızda
düzenlenen bu iddianamedeki hiçbir iddia ve ithamı kesinlikle kabul
etmiyoruz. İddianamenin hukuki ve siyasi anlamda hiçbir meşruiyetinin de
olmadığına inanıyoruz.
Biz bu iddianamede
partimizin değil, partimize gönül veren milletimizin ve onun temel
değerlerinin itham edildiğini düşünüyoruz. Bu iddianamenin konusu sadece AK
Parti değil, onun üzerinden millet iradesi ve demokratik siyasettir.
Bu iddianame, Cumhuriyetimizin niteliklerinin
halkımızca yeterince sahiplenilmediği varsayımına dayanmakta, milletimizin
devletine ve Cumhuriyetine olan sadakatini tartışmalı hale getirmektedir.
Cumhuriyetimizin bütün kazanımlarını, bütün başarılarını inkar anlamına
gelen bu haksız varsayımı kabul etmek mümkün değildir. Atatürk, Cumhuriyetin
temeli olan ilke ve inkılâpları millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün
olmadığına güçlü bir şekilde inanmış, kurduğu yeni rejimin bütün
esaslarını, bu inançla Türkiye Büyük Millet Meclis’in demokratik iradesiyle
hayata geçirmiştir. Bu sebeple Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu,
onları hayata geçiren TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir. Türkiye
Cumhuriyeti, bütün nitelikleriyle milletimize mal olmuştur, çağdaşlaşma
süreci milletle buluşmak anlamında amacına ulaşmıştır. AK Parti’nin
iktidarda olduğu bu dönemde AB’ye tam üyelik yolunda kat ettiğimiz mesafe
başta olmak üzere, Atatürk’ün işaret ettiği çağdaşlaşma hedeflerine her
zamankinden daha çok yaklaştığımız aşikardır.
Son seçimde
neredeyse iki kişiden birinin oyuyla çok güçlü bir demokratik temsil yetkisi
alan AK Parti, milletimizin daha demokratik, özgür ve çoğulcu bir toplumda
müreffeh ve huzur içinde birlikte yaşama hakkını daima savunmuştur, bundan
sonra da savunmaya devam edecektir.
Kapatma talebiyle
açılan bu davada, amacımız sadece partimizi savunmak değildir. Esasen biz
milletimize ve devletimize hizmetten başka savunmayı gerektirecek hiçbir
şey yapmadık. Siyaseti her zaman millete hizmetin aracı olarak gördük.
Söylem ve eylemlerimiz insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal
bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin daima ileri götürülmesine
yöneliktir.
Bu bağlamda aşağıda
söyleyeceklerimiz, tarihe ve tanıklık ettiğimiz çağa düştüğümüz notlar
olarak görülmelidir. AK Parti olarak bu açıklamaları, aziz milletimize ve
devletimize karşı üstlendiğimiz görev ve sorumluluğun bir gereği olarak
görüyoruz.
I. BU DAVA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ BİR DAVADIR
1. Genel olarak
AK Parti hakkında
düzenlenen iddianame, hukuki bir metin olmaktan ziyade, ülkenin
gerçeklerini ve iktidar partisinin icraatlarını görmezlikten gelerek, korku
ve vehimlerden hareketle geleceğe yönelik spekülatif öngörülere yer veren
kurgusal bir metin niteliğindedir. Muhalif siyasi partilerin iktidarları
yıpratmak için bu tür yollara başvurmaları anlaşılabilir. Ancak, hukuk
sanal değerlendirmelere değil, somut gerçekliklere, belge ve bulgulara
dayanmak zorundadır. Özellikle, sonuçları bakımından son derece ağır
yaptırımlar içeren siyasi parti kapatma davalarında doğruluğu bile
araştırılmaksızın gazete kupürlerinden seçilerek bir araya getirilen ve her
siyasi görüşten insanların söyleyebileceği sözlerle bir takım kurguların
temellendirilmeye çalışılması son derece tehlikelidir. Bu tehlike, söz
konusu siyasi parti yasama çoğunluğuna sahip ve yürütme görevini üstlenen
iktidar partisi ise daha da vahim bir boyuta ulaşmaktadır.
İktidar partileri,
yasama faaliyetleri ve yürütme icraatları üzerinden devlet yetkileri
kullanan, dolayısıyla meşruiyetini anayasal ve yasal mekanizmalarla
sağlamış olan örgütlerdir. Tam da bu nedenle siyasi parti kapatma
yaptırımına mevzuatlarında yer veren demokratik ülkelerin hiçbirinde
iktidar partisinin kapatılmasına yönelik dava açılmamıştır. Hatta birçok
ülke bakımından böyle bir dava açmak mümkün bile değildir. Örneğin Federal
Alman Anayasa Mahkemesi Kanunu’nun 43 üncü maddesine göre, siyasi
partilerin anayasaya aykırı hâle geldiği iddiasıyla Federal Almanya Anayasa
Mahkemesi’ne başvurma yetkisi, Federal Meclis (Bundestag), Federal Senato
(Bundesrat) veya Federal Hükümet’e aittir. Söz konusu parti sadece eyalet
sınırları içerisinde faaliyet gösteriyorsa eyalet hükümeti başvuru
yetkisine sahiptir. Aynı şekilde Romanya’da Anayasa Mahkemesi Kanunu’nun 39
uncu maddesi de bir partinin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Romanya
Anayasa Mahkemesine başvuru yetkisini Hükümet ile Senato ve Temsilciler
Meclisi başkanlarına vermektedir.
Türkiye’de de bazı
anayasa hukukçuları iktidar partisinin kapatılamayacağını açıkça
vurgulamışlardır. Siyasi partiler hukuku konusunda çalışmalarıyla bilinen
Prof. Dr. Erdoğan Teziç, TÜSİAD’ın 1997 yılında düzenlediği “Siyasi
Partiler” konulu toplantıda aynen şunları söylemiştir: “Bir şeyi unutmamak
lazım, parti kapatma sayısı bugüne kadar 10’u aşkın, ama Türkiye’de
kapatılan partilere bakarsanız, ya marjinal partilerdir ya da 1982 askeri
yönetimindeki [yönetiminden] sıyrılırken Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelen
davalardır. Bir iktidar partisi için kapatma mekanizmasının işlemesi
düşünülemez.” (TÜSİAD, Siyasi Partiler Yasası, “Demokratik Standartların
Yükseltilmesi Paketi”, Tartışma Toplantıları Dizisi-1, Mayıs 1997, s.50).
İktidar partisinin
kapatılması, yasama ve yürütme organlarını felç ederek çalışamaz hale
getirebilecek bir girişimdir. İçeride ve dışarıda birçok kişinin kapatma
davasını “yargı darbesi” olarak nitelendirmesinin arkasında da bu gerçeklik
yatmaktadır. Demokratik bir sistemi diğer rejimlerden ayıran temel özellik
iktidarın sadece ve sadece seçim yoluyla el değiştirmesidir. Bir ülkede
iktidarlar seçim dışındaki yollarla değişiyor; temel siyasi kararlar
demokratik temsil meşruluğuna sahip olmayanlar tarafından alınıyor ya da
bunlar tarafından seçilmişlere dayatılıyorsa, o ülkede seçimler düzenli
olarak yapılıyor olsa bile, demokrasiden değil, ancak bir bürokratik
rejimden söz edilebilir.
Nitekim, Anayasa
Mahkemesi’ne göre de “Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya
sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel
seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul
edildiği ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı… bir idare
biçimidir.” (E.1963/173, K.1965/40, K.T. 26.09.1965).
Kaldı ki, etkin
yargısal denetimin bulunduğu bir hukuk devletinde iktidar partisinin
özgürlükçü demokratik temel düzene yönelik bir tehdit oluşturduğu da ileri
sürülemez. Siyasi iktidarın icraatları anayasa yargısı ve idari yargı
yoluyla denetlenmek suretiyle Anayasanın üstünlüğü etkili biçimde tesis
edildiğinden, ayrıca iktidar partisine yönelik kapatma davası açılmasını
demokrasi ve hukuk devleti ile açıklamak mümkün değildir.
Diğer yandan, bu
dava tüm zamanların en ironik davasıdır. Kuruluşundan itibaren gece gündüz
çalışarak Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin tam üyesi yapmak için uğraşan,
ülkeyi demokratik ve laik bir Avrupa’nın parçası haline getirmek için tüm
adımları atan ve atmakta olan bir siyasi hareketi “laiklik aleyhine
fiillerin odağı” olmakla suçlamak akla, mantığa ve gerçeğe aykırıdır.
Cumhuriyetimizin en önemli çağdaşlaşma projesi olan Avrupa Birliği’ne tam
üyelik, temel dış politika hedeflerimizden biridir. İktidar partisinin bu
projenin gerçekleşmesi için atılması gereken tüm adımları büyük bir
fedakarlık ve gayretle attığı herkesin malumudur.
Türkiye’de devlet
politikası haline gelen AB üyeliği konusunda dönüm noktası sayılan adımlar
iktidarımız döneminde atılmıştır. Müzakere sürecini başlatan bir iktidara
yönelik kapatma davasının bu süreci nasıl bir tehlikeye sokacağını tahmin
etmek güç değildir. Nitekim dava açıldığı andan itibaren AB’nin en üst
düzey yetkililerinin yaptıkları açıklama ve verdikleri mesajlar çok
açıktır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla bir bütün olarak hepimizin
müzakereleri başarıyla tamamlama ve siyasi entegrasyonu sağlama
yükümlülüğümüz karşısında bu davanın süreci dinamitleyen niteliği
ortadadır. Tarihe ve gelecek nesillere şu notu düşmek istiyoruz: Tarih ve
ona şahitlik eden milletimiz ülkemizin çağdaş uygarlık mücadelesini
engelleyenleri affetmeyecektir.
İddianamenin özü,
partimizin gerçekleştirmeyi amaçladığı demokratik değişim ve dönüşümün
demokrasiyle bağdaşmadığı varsayımına dayanmaktadır. Bu iddia ve ithamın
ispatı olarak da ifade özgürlüğü kapsamında olan beyan ve açıklamalar ileri
sürülmektedir. Türkiye’de açıklanması ifade özgürlüğü kapsamında bulunan ve
daha da önemlisi farklı siyasi partilerin de açıkça benimsediği ve ifade
ettiği görüşlerin delil olarak sunulması kabul edilemez. Herkesin her
ortamda rahatça söyleyebildiği sözlerin, bir siyasi partinin mensuplarınca
da dile getirilmesi söz konusu partinin aleyhine bir delil olarak
kullanılamaz.
AK Parti,
Türkiye’de hak ve özgürlükler alanını genişleterek demokrasiyi pekiştirmek
için kurulmuş ve iktidar olmuş bir siyasi partidir. İktidara geldiği 2002
yılından bu yana da bu hedefi gerçekleştirmek, bu ülkeyi çağdaş uygarlık
düzeyinin üzerine çıkarmak için tüm gücüyle çalışmaktadır.
2. İddianamenin Siyasi/İdeolojik Dili
Kapatma talebinde
bulunan iddianame hukuk dışı bir dille kaleme alınmıştır. Her şeyden önce,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın resmi kayıtlarında Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin kısaltmasının “AK Parti” olarak belirtilmesine rağmen, iddianamede
ısrarla “AKP” şeklinde kullanılması siyasi bir tavrın göstergesidir.
Kamu adına dava
açma yetkisine sahip bir makamın siyaseten tarafsız bir söylem kullanması,
iddia ve ithamlarını hukukla sınırlı tutması gerekir. Halbuki iddianame
siyasi ve ideolojik bir tercihi yansıtmakta, bu haliyle hukuki bir metin
olmaktan ziyade önyargıların egemen olduğu bir siyasi bildiri niteliği
taşımaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse:
“Siyasal İslam,
yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum
düzenini de kapsamına alma iddiasında olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla
Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam’ı esas alan partilerin Avrupa’daki
Hıristiyan demokrat partilerle benzerliği söz konusu değildir.” (s.114)
“Demokrasiyi bir
araç gören bu zihniyet, ‘gerçek amacını doksanlı yıllardan sonra dünyada
küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği
‘ılımlı İslam’ ideolojisi ve onun siyasi hedefi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin
(BOP) eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini insan hakları, demokrasi, din ve
vicdan özgürlüğü, öğrenim hakkı gibi asıl referansları olan şeriatla hiç
bağdaşmayan kavramların arkasına gizlenerek’ göstermişlerdir.” (s.117).
“Cumhuriyete ve
onun aydınlanma felsefesine karşı olanlar, uluslararası dengelerdeki
değişim ve küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik
Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına girişmişlerdir. …Ancak bugünkü Laik
Cumhuriyet karşıtları geçmişte hiç olmadığı kadar ve üstelik bu kez
uluslararası desteği de arkalarına alarak, karşı devrim fırsatını ellerine
geçirmişlerdir… Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar tehlikededir. Çünkü
karşı devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değil, iktidardırlar”
(s.142)
Partimize iktidar
olduğu tarihten beri bazı marjinal siyasi partiler, gazete ve dergiler
kanalıyla yöneltilen bu tür eleştirilerin aynen iddianamede yer alması
hukuk adına üzüntü ve kaygı vericidir. Biz burada normalde siyasi muarızlarımızın
bize yönelttikleri bu tür ciddiyetten uzak siyasi iddiaları cevap vermeye
değer görmüyoruz. Ancak, partimizin kurulduğu andan itibaren insan
haklarına dayanan, demokratik, laik, çoğulcu bir hukuk devleti olarak
Cumhuriyetin korunması ve ilerlemesi için büyük çaba gösteren bir siyasi
parti olduğu iç ve dış kamuoyu tarafından bilinmektedir. AK Parti olarak bu
tür mesnetsiz iddialara siyasetin sağladığı her türlü meşru zeminde şu ana
kadar gerekli tüm cevapları verdik, bundan sonra da vermeye devam edeceğiz.
Ancak biz yargının
bu tartışmalara alet edilmesine kesinlikle karşıyız. Zira bu durum, siyasi
fikir mücadelesinin meşru zemininden uzaklaştırılarak, tarafsız olması
gereken hukuk ve yargı alanına taşınması anlamına gelmektedir.
Demokrasilerde iktidarlara yönelik muhalefet siyasi partiler, sivil toplum
örgütleri, medya ve aydınlar tarafından yapılabilir. Yargı kurumları ise
hiçbir zaman siyasi muhalefetin aracı olarak kullanılamaz,
kullanılmamalıdır. Aksi takdirde, siyasi görüşler karşısında tarafsız
olması gereken yargının siyasallaşması sürecine girilecektir. Bu da hukuk
devleti ve demokrasinin altını oyacak bir tehlikeyi beraberinde
getirecektir. Hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri yargı
tarafsızlığıdır. Yargının tarafsızlığını kaybederek belli bir siyasi
düşüncenin sözcüsü haline geldiğine dair en küçük bir kuşku bile adalete olan
güveni ve dolayısıyla hukuk devleti anlayışını zedeleyecektir. Bu durum her
şeyden önce yargıyı yıpratacaktır. Dolayısıyla en başta yargı mensuplarının
bu sonucu doğuracak söylem ve eylemlerden kaçınmaları gerekmektedir.
Diğer yandan,
yargının siyasallaşması beraberinde demokratik siyasetin alanının
daraltılması sonucunu doğuracaktır. Siyasi muhalefet görevinin açık ya da
örtülü şekilde yargı tarafından üstlenildiği, yargının siyasete müdahale
ettiği ve siyaseten alınması gereken kararları almaya başladığı ülkelerde
demokrasi büyük bir tehdit altındadır. Siyasetin yargısallaşması olarak
bilinen bu durum, demokratik rejimi “hakimler yönetimi” anlamına gelen
jüristokratik bir rejime dönüştürecektir. Bu nedenlerle, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı dâhil, tüm yargı kurumlarının demokratik bir hukuk
devleti olan Cumhuriyetimize “hakimler yönetimi” görüntüsü verecek her
türlü girişimden kaçınması gerekmektedir.
Ayrıca,
iddianamenin dili incelendiğinde siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler
gibi disiplinlerin alanına giren kavramların rasgele ve çoğu kez de yanlış
şekilde kullanıldıkları dikkat çekmektedir. Bunun tipik örneklerinden biri
“çoğunlukçu” ve “çoğulcu” demokrasi kavramlarının kullanımıdır. İddianameye
göre “Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tay[y]ip Erdoğan ve
diğer partililerin demokrasiyi çoğulcu değil, ‘çoğunlukçu’ olarak
algıladıklarını gösteren eylem ve demeçleri olası bir ‘çoğunluk diktasının’
açık işaretleridir” (s.156). Evvela, AK Parti demokrasiyi hiçbir zaman
“çoğunlukçu” olarak algılamamıştır. Genel Başkan başta olmak üzere parti
yetkililerinin “milli irade”ye vurgu yapması, demokrasinin çoğunlukçu
olarak algılandığı anlamına gelmemektedir. Nitekim, iktidarımız döneminde
başta anayasallık denetimi olmak üzere çoğulcu demokrasinin tüm kural ve
kurumlarıyla işletilmesi için her türlü çaba gösterilmiştir. Modern
demokrasilerde anayasalar ve yasalar çerçevesinde yönetme hakkı elbette
azınlığa değil, çoğunluğa aittir. Yönetme yetkisinin azınlığa ait olduğu
rejimlerin adı demokrasi değil, oligarşidir. Partimiz demokrasinin
çoğunluğun sınırsız yönetimi olarak yorumuna karşı olduğu gibi, demokrasi
görüntüsü altında temsil kabiliyeti olmayan bir azınlığın, belli bir
zümrenin yönetimine de karşıdır.
Kaldı ki, siyaset
bilimi literatüründe “çoğunlukçu demokrasi” (majoritarian democracy) olarak
bilinen modelin zorunlu olarak “çoğunluk diktası”na yol açacağını söylemek
siyaset teorisindeki tartışmalardan ve ampirik gerçeklikten habersiz
olunduğunu göstermektedir. İngiltere ve Hollanda gibi “çoğunlukçu
demokrasi” modeline sahip ülkelerin “çoğunluk diktası” olduğunu söylemek
her halde mümkün değildir. (Arend Lijphart, Patterns of Democracy, New
Haven: Yale University Press, 1999).
Diğer yandan,
iddianamede “pozitif ayrımcılık” kavramı da yanlış kullanılmaktadır.
İddianameye göre “dinsel bir simge olan türbanın yükseköğretimde ve giderek
tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik politikalar, imam hatip
okullarının sayısının arttırılması ve katsayı sisteminin kaldırılması gibi
uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç yapısı gözetildiğinde İslam için
bir pozitif ayrımcılıktır.” (s.115). Oysa “pozitif ayrımcılık” kavramı,
kamu otoritesinin toplumda dezavantajlı konumda bulunan kesimlere, diğer
kesimlerle eşit bir noktaya gelinceye kadar özel olarak yardımda bulunması
anlamına gelmektedir. Bu anlamda “pozitif ayrımcılık” demokratik ülkelerde
temel hak ve hürriyetleri geliştirmeye yönelik doğru ve olumlu bir politika
olarak benimsenmektedir. Kaldı ki, iddianamede “pozitif ayrımcılık” örnekleri
olarak sunulan yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbestisi ile
üniversiteye girişteki fırsat eşitliği, bu kişilere tanınacak bir imtiyaz
niteliğinde değildir. Aksine, sözkonusu serbestliği ve katsayı eşitliğini
sağlamaya yönelik politikalar, bu kişilerin ellerinden alınmış hak ve
hürriyetlerin kullanımını sağlamayı amaçlamaktadır.
İddianamedeki bir
diğer çelişki de, onun küreselleşme ve uluslararası toplum karşıtı
söylemiyle, küreselleşen dünyanın önemli bir uluslararası belgesi olan Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’ne yaptığı vurgu arasında ortaya çıkmaktadır. Bir
yandan davalı partinin “küreselleşmenin merkez güçlerinin”,
“küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle” ve
“uluslararası desteği de arkalarına alarak” laiklik aleyhine fiillerin
odağı haline geldiği ileri sürülmekte, diğer yandan da bu tez uluslararası
bir mahkeme olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları ışığında
temellendirilmeye çalışılmaktadır.
İddianamede,
“Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2008 [2007 olacak] seçimlerinden sonra,
alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam devletine dönüştürecek
projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak sonra da türbanı
gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım adım gerçekleştirmeye
başlamıştır,” ifadesi yer almaktadır. Bu cümlede birbiri ardına eklenen
iddialar mantık bilimindeki ifadeyle “nedensellik bağı”ndan yoksundur. Bir
olgudan alakasız bir yoruma varılmış ya da bir önyargılı yorumun delili
olarak da ilgisiz bir başka olgu gösterilmiştir. İddianamenin temel mantığı
bu şekilde birbiriyle alakasız olguların ve iddiaların zoraki birbirine
bağlanmasıyla oluşturulmaktadır.
Bir partinin
seçimlerden yüksek oy alması ile “cüret” kelimesinin yan yana getirilmesi,
“demokratik meşruiyet” kavramıyla çelişen, hukukla ilgisi olmayan tamamen
dar politik bir yaklaşımdır.
Öte yandan AK
Parti’yi “toplumu İslam devletine dönüştürecek proje” sahibi olmakla
suçlamak sadece hukuken değil, siyasi açıdan bile ifade edilemeyecek bir
iddiadır. Hukuk maddi dayanaklar gerektirir. İddianamede anayasal düzene ve
AK Parti’nin tüm politikalarına aykırı böylesine kabul edilemez bir proje
ile AK Parti’yi ilişkilendiren yaklaşım maddi dayanaktan yoksundur. “İslamcılık”, “siyasal İslam”, “radikalizm”, “köktendincilik”
gibi kavramların bilimsel mahiyetiyle örtüşmeyen ve AK Parti’nin siyasi
tasavvuruyla yakından uzaktan ilgisi olmayan nitelemeler ciddi bir bilgi
eksikliğini ortaya koymaktadır.
İddianamede, AK
Parti’ye hiçbir zaman isnat edilemeyecek sözde bir “siyasal İslam projesi”
ile yeni anayasa çalışmaları arasında bağ kurulması ise tümüyle
dayanaksızdır. Yeni bir anayasa yapılması gerektiği ülkedeki pekçok
siyasetçinin, hukuk kurumunun, akademisyenlerin, sendikaların ve partilerin
ortak kanaatidir. Yıllardan beri bu sebeple çeşitli parti ve kuruluşlar
yeni anayasa çalışmaları yapmaktadırlar. Sözgelimi, Meclis’teki siyasi
partiler (1993), Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (1992), Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği (2000) ve Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007)
gibi kuruluşların yeni anayasa önerileri bulunmaktadır. Aynı şekilde,
Anayasa Mahkemesi’nin de 2004 yılında anayasa yargısı alanında önemli
yenilikler öngören bir anayasa değişikliği önerisini kamuoyuna sunduğu
bilinmektedir.
AK Parti’nin yeni
anayasa çalışmalarının, AB’den müzakere tarihi almış bir ülkede, çağdaş
dünya ile daha çok yakınlaşmaya dönük olduğu açıktır. Kaldı ki, bazı
akademisyenler tarafından hazırlanan, ancak partimizce son şekli verilmeyen
söz konusu anayasa taslağında laiklik ilkesinin mevcut Anayasaya göre daha
da güçlendirildiği herkes tarafından bilinmektedir. Cumhuriyetin temel
ilkelerini aynen muhafaza eden hatta pekiştiren bu anayasa taslağını “toplumu
İslam devletine dönüştürecek proje”nin bir parçası olarak takdim etmek, akılla,
mantıkla ve iyiniyetle bağdaşmaz. AK Parti’nin anayasa taslağı hazırlama
çabalarının gizli bir niyetin ifadesi olarak okunması, hukuk gibi maddi
dayanaklarla işleyen bir sistem açısından kabul edilemez.
Sonuç olarak,
“köktendinci”, “karşı devrimci”, “siyasal İslam”, “ılımlı İslam”,
“aydınlanma felsefesi”, “küreselleşmenin merkez güçleri” ve “Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP)” gibi teorik siyasi tartışmalarda kullanılabilecek kavramların
bir iddianamede yer alması, bu davanın hukuki değil, siyasi mülahazalarla
açıldığı yönündeki kuşkuları beslemektedir.
Bu kuşkuyu artıran
diğer bir husus da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 12.02.2008 tarihli
Grup toplantısında anamuhalefet liderine cevap olarak söylediği şu sözlerin
iddianamede yer almış olmasıdır: “İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu
yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini
söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda
bedel ödemeye hazırız. Bu konuda rahatız.” (s.53) İddianameye göre,
Başbakan “kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen ‘beyaz çarşaf”
betimlemesiyle devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda
neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir
kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür” (s.135).
Oysa, Başbakanın bu sözlerle Başsavcının iddia ettiği gibi toplumu
dönüştürme uğruna değil, milli iradenin üstünlüğünü ve demokrasiyi koruma
uğruna ölümü göze aldığını anlatmak istediği çok açıktır ve takdir edilmesi
gereken bir cesaret örneğidir.
Başsavcı, bu
sözleriyle kamu adına hareket etmesi gereken tarafsız bir hukuk adamı
kimliğini bir kenara bırakmış ve söz konusu polemikte muhalefetin diliyle
konuşan siyasi bir kimliğe bürünmüştür. Parlamento içinde ve dışında
bazılarının sürekli biçimde partimizi 1957 sonrasının Demokrat Partisine,
Başbakanı da Adnan Menderes’e benzettiği ve onların sonu ile tehdit
ettikleri herkesin malumudur. Bu benzetmeler ve tehditler karşısında “Biz
bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini
söylüyoruz” diyerek kendisini savunan bir siyasi liderin sözlerini “halkın
bir kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavır” olarak göstermek, açıkça
bir siyasi tavrın ve siyaseten taraf olmanın işaretidir.
27 Mayıs darbesini
yücelten, Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamını “halkın coşkuyla
karşıladığını” söyleyenlerin ve bu yolla bugün yeni 27 Mayıslara davetiye
çıkaranların bulunduğu bir siyasi ortamda demokrasiye olan inancı cesaretle
ve kararlılıkla ifade etmenin hangi mantıkla kınandığını anlamak
imkansızdır. İddianamedeki bu kınama, diğer siyasi imalarla birleşince daha
da anlamlı hale gelmektedir. İddianamenin, bir zamanlar Demokrat Partiye
yöneltilen, “karşı devrimci”, “çoğunlukçu” ve “Laik Cumhuriyete karşı bir
rövanş arayışına girişmiş” gibi ithamları bu kez partimize yöneltmesi, söz
konusu siyasi kampanyaya bir destek niteliğindedir. Sadece bu bile,
iddianamenin hukuki değil tamamen siyasi bir metin olduğunu göstermeye
yeterlidir.
Bu siyasi tavır
karşısında AK Parti olarak bizim konumumuz değişmemiştir. Tüm korkutma,
tehdit ve sindirme girişimlerine karşı diyoruz ki: Bu topraklarda
demokrasinin kökleşmesi, devletimizin güçlenmesi, millet iradesinin yüceltilmesi,
insan hakları standardının yükseltilmesi, milletimizin refah, huzur ve özgürlük
içerisinde yaşaması için elimizden gelen her şeyi yaptık, yapıyoruz ve
yapmaya devam edeceğiz.
II. DEMOKRASİLERDE SİYASİ PARTİ ÖZGÜRLÜĞÜ VE SINIRLARI
1. Demokrasi ve Siyasi Partiler
Demokrasi, siyasi
yönetimin meşruiyetini yönetilenlerin rızasına ve temsiline dayandıran bir
yönetim biçimidir. “Halkın iktidarı” anlamına gelen demokrasi, eşitlik,
özgürlük ve çoğulculuk gibi değerleri öne çıkaran toplumların yegâne siyasi
tercihidir. Çağdaş demokrasilerin temel ilke ve kurumları serbest ve
düzenli seçimler, çoğulculuk ve siyasi yarışma, insan hakları, hukuk
devleti ve temel politikaları belirleme yetkisine seçilmişlerin sahip
olmasıdır. Demokrasiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran temel özellik,
yönetilenlerin kendileriyle ilgili karar ve kuralların oluşturulması sürecine
katılmalarıdır. Başka bir ifadeyle, demokrasilerde halk hem yönetilen hem
de yönetendir. Demokratik ülkelerde hukuk kurallarına riayet edenler, son
tahlilde başkalarının iradesine değil, kendi iradelerine itaat etmiş
sayılmaktadır. Kısacası, yönetime ve onun aldığı kararlara meşruiyet
sağlayan husus, halkın temsilcileri yoluyla siyasi sürece katılmasıdır.
Dolayısıyla, siyasi katılım demokrasinin temel unsurudur.
Bu nedenle, halkın
yönetime katılımının başlıca aracı olan siyasi partiler, demokrasilerde
merkezi bir role ve öneme sahiptirler. Siyasi partiler, toplumdaki farklı
düşünce ve görüşleri siyasi alana taşıyarak, halkın temsili, siyasi
iktidarın kullanılması ve muhalefet işlevlerini yerine getirirler. Bu
nedenle demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul
edilmektedirler. Modern demokrasiler, aynı zamanda “partiler demokrasisi”
olarak da anılmaktadır. Demokrasiyi geliştiren partilerdir ve demokrasi
partiler dışında düşünülemez. Siyasi partiler, toplumsal alanda oluşan
farklı görüş ve taleplerin siyasi sisteme taşınmasını sağlayan kurumlardır.
Bu yönüyle, partiler sivil toplumla siyasal toplum arasındaki bağlantıyı
kurarlar. Siyasi partiler, bir yandan toplumsal talepleri siyasi karar alma
mekanizmasına taşıyarak aşağıdan yukarıya bir hareketlilik sağlarken, diğer
yandan makro düzeyde politikaların uygulanması yoluyla da bu taleplerin
hayata geçirilmesini sağlarlar. Bu fonksiyon onları siyasi katılımın temel
araçları konumuna getirmektedir. Bu nedenledir ki, siyasi partiler uluslararası
sözleşmeler ve demokratik anayasalar tarafından güvence altına alınmıştır.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre, siyasi
partiler demokrasinin layıkıyla işleyebilmesi için hayati bir rol oynayan
örgütlerdir. Bu nedenle, partilere yönelik her müdahale, kaçınılmaz olarak
hem örgütlenme özgürlüğünü hem de sonuçta demokrasiyi etkileyecektir.
(TBKP/Türkiye, par.25, 31). Dolayısıyla, bir siyasi partinin kapatılması,
ancak fevkalade ciddi durumlarda başvurulabilecek son derece ağır bir
yaptırımdır. (Sosyalist Parti/Türkiye, par.51; ÖZDEP/Türkiye, par.45).
Siyasi parti
özgürlüğü, çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmazı olan düşünce ve ifade
özgürlüğünün özel bir kullanım biçimidir. Siyasi partiler toplumsal ve
siyasi sorunların çözümüne yönelik farklı programlara sahiptirler.
Partileri birbirinden ayıran ve siyasi parti özgürlüğünü anlamlı kılan
temel özellik de budur. Tüm siyasi partilerin aynı görüşleri benimsemesi ve
adeta ortak programa sahip olmasının istenmesi çoğulcu demokrasiyle
bağdaşmaz. Siyasi partilerin savunduğu görüşlerin değeri, onların doğru,
tutarlı veya isabetli olmasından değil, demokratik ve barışçıl bir yöntemle
ifade edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı görüşlerin yasaklanması,
siyasi rejimi özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik olmaktan çıkarıp, tek sesli
ve baskıcı bir yapıya dönüştürme tehlikesi doğurabilir.
Demokrasilerde,
siyasi partiler kendi görüşleri doğrultusunda oluşturdukları programları
ile halkın karşısına çıkarlar ve iktidarı yarışmacı seçimler sonucunda elde
etmeyi amaçlarlar. Serbest seçimler sonucunda iktidara gelen bir parti,
ülke sorunlarının çözümü için demokrasi ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde
programını uygulama yetkisine sahiptir. Demokrasilerde iktidarların el
değiştirmesi ancak seçim yoluyla mümkündür.
Siyasi partiler
sahip oldukları vazgeçilmez konumları nedeniyle, demokrasilerde hukuki
güvenceye kavuşturulmuştur. Bu çerçevede partilerin yasaklanması konusunda
çok önemli koruyucu hükümler getirilmiş ve kapatılmaları oldukça zor
koşullara bağlanmıştır. Kapatma biçimindeki yaptırım, siyasi parti
özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki, ancak zorunlu
durumlarda istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Siyasi
partilerin keyfi ve ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik
rejimin özünü zedeleyeceği kabul edilmektedir.
Batılı
demokrasilerdeki siyasi partilerin yasaklanması konusundaki uygulamada da
bu evrensel standartlara uygun hareket edilmiştir. Nitekim Avrupa’da
1950’lerden bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi parti kapatılmıştır.
Bunlardan ikisi, Avrupa’nın yaşadığı totaliter diktatörlüklerin etkisiyle
Federal Almanya’da verilmiş kapatma kararlarıdır. Bu partilerden Nazi
partisi olan Sosyalist Reich Partisi 1952 yılında, Alman Komünist Partisi
ise 1956 yılında kapatılmıştır. Türkiye’de siyasi parti kapatma yaptırımına
sürekli örnek gösterilen Almanya’da, Anayasa Mahkemesi, 1951 yılında
Federal Hükümet tarafından açılan Komünist Partisi davasında, bir siyasi
partinin siyasi yarışma sonucu tasfiye olmasının onun bir yargı kararıyla
yasaklanmasına nazaran daha doğru olacağı düşüncesiyle, yıllarca kapatma
kararı vermekten imtina etmiş, ancak Hükümetin başvurusunu geri
çekmeyeceğine kanaat getirince kapatma kararı vermiştir. (Donald P.
Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of
Germany, Durham&London: Duke University Pres, 1989, s.227-228). Ayrıca,
bu ülkede kapatılan partilerin devamı niteliğindeki partilerin halen siyasi
alanda faaliyetlerini sürdürdükleri de bilinmektedir. Avrupa’da daha
sonraki dönemde kapatılan yegane parti ise İspanya’daki Herri Batasuna
Partisidir. Bu parti 2003 yılında ayrılıkçı terör örgütü ETA ile organik
bağının bulunduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
Siyasi partilerin
kapatılması konusundaki evrensel standartların, insan haklarına saygılı ve
demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye açısından da geçerli olması
gerektiğinde kuşku yoktur. Nitekim 1961 ve 1982 Anayasalarında siyasi
partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu açıkça
belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer almasına rağmen,
uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve uluslararası
sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde kapatılmıştır.
Böylece siyasi partilerin demokrasiler açısından “vazgeçilemezliği” ilkesi
adeta tersine çevrilmiştir. Bu durum, siyasi partileri uygulamada
kolaylıkla “vazgeçilebilir” hale getirmiştir.
1961 Anayasasının
yürürlüğe girdiği tarihten bu yana Anayasa Mahkemesi tarafından yirmidört
siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya askeri müdahaleler döneminde
kapatılan siyasi partiler dâhil değildir. Kapatılan parti sayısı itibariyle
Türkiye, çağdaş demokrasilerde kırılması imkansız bir rekorun sahibidir.
Sadece 1961 Anayasası döneminde kapatılan parti sayısı bile tek başına
demokratik ülkelerde kapatılan partilerin toplamından daha fazladır. 1982
Anayasası döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek
siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte yandan, yoğun biçimde siyasi parti
kapatma kararı vermekle, ülkedeki sorunlara demokrasi ve hukuk sınırları
içerisinde çözümler üretme ve sorunları böylece çözme imkanı da ortadan
kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım nedeniyle düşünce ve
siyasi parti özgürlüklerinin içi boşaltılmaktadır.
Türkiye
uygulamasının evrensel standartlara uymadığının en açık göstergesi, Anayasa
Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma kararlarının biri hariç
tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Sözleşmenin ihlali
olarak kabul edilmiş olmasıdır.
2. Siyasi Partilerin Yasaklanmasında Evrensel Standartlar
İddianamede siyasi
parti kapatma nedenlerinden bahsedilirken AİHS hükümleri ve Venedik
Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakla birlikte, Venedik Komisyonu
ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma sistemi
getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi partilerin kapatılabileceğine
cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir.
Avrupa Konseyi
bünyesinde ortak bir demokrasi standardını oluşturmak amacıyla kurulan
Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları
konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri belirlemiştir:
Siyasi partinin
anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına
onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak
görülemez.
Siyasi partiler, ancak
şiddet kullanmayı savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan
kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri yok etmek amacıyla şiddeti siyasi
bir araç olarak kullanmaları durumunda yasaklanabilir.
Partilerin
yasaklanması veya kapatılması biçimindeki yaptırım istisnai bir tedbir
olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır.
Siyasi parti
hakkında dava açılmadan önce, davayı açacak hükümet ya da diğer devlet
organlarınca, siyasi partinin özgür ve demokratik siyasi düzen veya hak ve
özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığına ve kapatma ya
da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif tedbirlerle bu tehlikenin
önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır.
Siyasi parti
kapatma davaları, hukuki usulün tüm güvencelerine yer veren, aleni ve adil
bir yargılama sonucunda karara bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden de
anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu siyasi partilerin ancak şiddeti
savunma veya şiddeti politik bir araç olarak kullanma durumunda
kapatılabileceğini belirtmektedir.
Diğer yandan, siyasi
partilerin kapatılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin birçok
maddesiyle ilgilidir. Partilerin tüzel kişilik olarak kurulması ve
faaliyette bulunması, temel olarak 11 inci maddenin koruması altındadır.
AİHM, siyasi parti özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğünün bir unsuru olarak
görmektedir.
Siyasi partilerin
kapatılmasına ilişkin davalar Sözleşmenin 10 uncu maddesiyle korunan ifade
özgürlüğüyle de yakından ilgilidir. Kapatma davasında sunulan “delillerin”
neredeyse tamamı ilgili parti üyelerince değişik tarihlerde yapılan
açıklamalardan ibaret olduğundan, dava açısından ifade özgürlüğünün önemi
daha da artmaktadır.
Yargılama sırasında
ortaya çıkabilecek ihlaller Sözleşmenin adil yargılanma hakkını düzenleyen
6 ncı maddesini de devreye sokabilecektir. Kapatma kararının sonuçları
dikkate alındığında, mülkiyet hakkı ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi
partinin kapatılmasına neden olduğu gerekçesiyle partili milletvekillerinin
parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve beş yıl süreyle herhangi bir partide
yer alamaması yaptırımı, AİHS’in 1 nolu Protokolünün 3 üncü maddesine
aykırılık sonucunu doğurabilecektir. Sadak/Türkiye
(2002) kararında AİHM, başvurucuların partilerinin kapatılması sonucu
otomatik olarak milletvekilliklerinin düşmesinin orantılı bir yaptırım
olmadığına karar vermiştir. Mahkemeye göre, bu yaptırım Sözleşmenin 1 Nolu
Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan seçilme ve parlamento üyesi olma
hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak
gönderen seçmenin egemen iradesini de ihlal etmiştir. (par.40).
Aynı şekilde,
partilerinin kapatılması sonucu haklarında beş yıl parti yasağı getirilen
Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay’ın başvuruları üzerine, 2007
yılında AİHM, Sözleşme’nin seçme ve seçilme hakkının ihlal edildiğine karar
vermiştir. AİHM’in bu kararlarına göre, Anayasanın milletvekilliğinin
düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran hükümleri siyasi
parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım öngörmektedir.
Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu ciddi yaptırımlar, sınırlama sebebi
olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.
Siyasi parti
özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM içtihadı Türkiye’de kapatılan
partilerin yaptığı başvurular üzerine oluşturulmuştur. AİHM bu kararlarında
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri açık bir biçimde
ortaya koymuştur. Bu ilke ve ölçütleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Siyasi parti
kararlarında AİHS’in 11 inci maddesi, ifade özgürlüğünü koruyan 10 uncu
maddeyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin
program ve projelerinin devletin anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması,
bunların demokrasiyle de bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre,
demokrasinin kendisine zarar vermediği müddetçe, siyasi partiler mevcut
anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti
özgürlüğüyle ilgili Sözleşmenin 11 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki
sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler,
inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin
gerçekleştirdiği faaliyetlerde kullandığı tüm yöntemler hukuki ve
demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin
önerdiği değişikliklerin kendisi de bizzat temel demokratik ilkelere uygun
olması gerekmektedir.
Siyasi partinin
tüzük veya programındaki ifadelerden hareketle kapatılması söz konusu
olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri olmalıdır.
Siyasi partilere
yönelik sınırlamalar, demokratik bir toplumda zorunlu ve meşru amaçla
orantılı olmalıdır. Kapatma yaptırımının “zorlayıcı toplumsal ihtiyaca”
cevap vermeye yönelik olması gerekir.
İddianamede siyasi
partilerin yasaklanması konusunda AİHM kararları ile ortaya konulan
ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere göre neden AK Partinin
kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya konulamamıştır. Aksine,
iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması halinde bu
kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi.
Nitekim, AİHM’e göre parti kapatma yaptırımının
“zorlayıcı toplumsal gereksinim” şartını sağlayıp sağlamadığını belirlemek
için şu üç temel şartın gerçekleşmesi gerekmektedir (RP/Türkiye, Büyük
Daire, par.104):
Bir siyasi partiden kaynaklanan demokrasiyi ortadan
kaldırmaya yönelik riskin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösterecek,
varlığı ispat edilmiş sağlam, inandırıcı deliller bulunmalıdır.
İlgili siyasi parti yöneticilerinin ve üyelerinin
eylem ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte olmalıdır.
Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem
ve beyanlar, partinin “demokratik toplum” kavramıyla bağdaşmayan bir toplum
modelini tasavvur ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir
bütün teşkil etmelidir.
Bu şartların hiçbiri bu davada söz konusu değildir,
olamaz da. Çünkü AK Parti, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir risk
teşkil etmek bir yana, bu ülkenin demokratlarının yöneldiği neredeyse
yegane adres haline gelmiştir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini
göstermeye çalışmak için kullanılan sözler, hiçbir şekilde AİHM’in
kastettiği anlamda hukuki ve inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz.
Doğrulukları bile araştırılmadan dosyaya konan gazete haberleri,
bağlamlarından koparılan sözler, tekzip edilen beyanlar, yanlış çevrilen
röportajlar ve tüm bunlardan çıkarılmaya çalışılan kurgusal ve sanal
sonuçlar eğer gerçekten “delil” kabul edilecekse, bu “deliller” karşısında
yeryüzünde demokrasi için risk teşkil etmeyecek bir siyasi parti bulmak
imkansız hale gelecektir.
Öte yandan iddianame, partimizi geçmiş bazı
partilerin devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç bellidir.
AİHM’in bir siyasi partiyle ilgili olarak verdiği karardan hareketle,
partimizin de kapatılmasının Sözleşme’ye uygun olacağı izlenimi
oluşturulmak istenmektedir. Ancak, bu gayret beyhudedir. AK Parti 2001
yılında tamamen yeni bir parti olarak kurulmuş ve bunu sadece söylemleriyle
değil, eylemleriyle de göstermiştir.
AK Parti, programını henüz gerçekleştirme imkanı
bulamamış bir muhalefet partisi de değildir. Şimdiye kadar, ülkenin daha
ileri gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm reformlar, AİHM’in öngördüğü
kriterler çerçevesinde her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla
gerçekleşmiştir. AK Partinin şu ana kadar gerçekleştirdiği ve
gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği önerilerin tamamı da demokrasinin temel
ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002 yılından beri yapılanlar Türkiye’de
insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tarihte hiç olmadığı kadar
pekiştirilmesine imkan sağlamıştır. Bu açık ve yalın gerçeğe rağmen
partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak “antidemokratiklik”
suçlamasının yapılması, bilinen tüm akıl ve mantık kurallarını alt üst
etmek olacaktır. Bu durum, şayet kavram karışıklığından kaynaklanmıyorsa,
kesinlikle bir önyargı ve kötü niyetin ürünüdür.
3. Türkiye’de Siyasi Partilerin Yasaklanması
Türkiye’de siyasi
parti özgürlüğü ve sınırları Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu tarafından
düzenlenmiştir. 1995 ve 2001 yıllarında yapılan Anayasa değişiklikleri ile
evrensel standartlara uyum amacıyla siyasi partileri korumaya yönelik daha
güvenceli hükümler getirilmiş ve kapatma zorlaştırılmıştır. 1995 yılında
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında yapılan değişiklikle,
siyasi partilerin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü kapatılmasında “odak olma” koşuluna yer verilmiştir. 2001 yılında ise
odak olmanın şartları 69 uncu maddenin altıncı fıkrasına eklenerek, siyasi
partilerin eylemleri nedeniyle kapatılmaları önceki duruma göre daha da
zorlaştırılmıştır. 2001 yılında ayrıca, Anayasa Mahkemesinin siyasi parti kapatma
davalarında kapatma için en az beşte üç oy çokluğuyla karar alma şartı
getirilmiş (m.149/1) ve kapatma yaptırımı yerine, dava konusu fiillerin
ağırlığına göre ilgili siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya
tamamen yoksun bırakılmasına da karar verilebileceği öngörülmüştür (m.
69/7).
2001 Anayasa
değişikliğiyle, bir siyasi partinin “Anayasaya aykırı eylemlerin odağı
olması”nın şartları Anayasada açıkça düzenlenmiştir. Buna göre, bir siyasî
parti, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemler “o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim
organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya
grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller
doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği
takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır”. (m.69/6).
Bu düzenlemeye
göre, Anayasaya aykırı eylemlerin siyasi parti üyelerince yoğun bir
şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca benimsenmesi şartlarının
gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla belirlenmelidir. Örneğin, üyeler bir
takım eylemler icra ediyor, fakat parti organları bunları benimsemiyorsa,
parti odak haline gelmez. Yine parti yetkililerinin “kararlılık içinde”
işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline getirmez. Başka bir ifadeyle,
Anayasaya aykırı eylemleri işleyenlerin bu eylemleri süreklilik içinde ve
sıklıkla tekrarlamaları zorunludur.
Ayrıca, 2001
Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi partilerin sadece beyanlardan
dolayı “odak” haline gelmesi mümkün değildir. Zira, Anayasanın 69 uncu
maddesinin altıncı fıkrasında “eylemler”den dolayı bir siyasi partinin odak
olabileceği öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade özgürlüğünün alanını
genişletmek amacıyla Anayasanın Başlangıç kısmının beşinci paragrafında
yapılan değişiklikle de paralellik arz etmektedir. Bu bağlamda, “beyan”
değil de “faaliyet”i sınırlandıran bir değişiklik yapılmıştır. Başlangıç kısmında
yapılan bu değişiklikle “düşünce ve mülahaza” ibaresi “faaliyet” sözcüğüyle
değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde “düşünce ve
mülahaza” ibaresinin “doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi nedeniyle”
değiştirildiği açıkça belirtilmiştir.
Diğer yandan,
Anayasanın 90 ıncı maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik de siyasi
partilerin kapatılması bakımından önemli sonuçlar doğuracak niteliktedir.
Anayasa Mahkemesi, siyasi partilerin kapatılması davalarını görürken
Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan hükümlerin yanı sıra,
Anayasa’nın 90 ıncı maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları
sözleşmelerini de dikkate almak durumundadır. Zira Anayasa Mahkemesi parti
denetimi yaparken “bir davaya bakan mahkeme” konumundadır. Nitekim,
iddianameye göre de, “SPY’nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa
hükümleri de İHAS’a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma
yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir” (s.9).
Türk hukuku
bakımından uluslararası sözleşmeler 2004 tarihli Anayasa değişikliğine
kadar iç hukukta kanunlarla eşdeğerde iken, 2004 yılında Anayasanın 90 ıncı
maddesine eklenen bir hükümle insan haklarına ilişkin uluslararası
sözleşmeler ile kanunların çatışması halinde sözleşme hükmünün uygulanması
esası benimsenmiştir. Bu yeni hükme göre, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların
aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Özellikle parti özgürlüğünü
güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade ve örgütlenme
özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu hükümlerin uygulanmasına ilişkin
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının göz önünde tutulması ve
bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma görülmesi halinde,
Sözleşme hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle uygulanması
zorunludur.
Anayasa
Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları ile Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin içtihadı arasında önemli farklılıklar vardır. Dolayısıyla,
Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra bakacağı parti
kapatma davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak 2004’ten önce ortaya
koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük ölçüde daraltan içtihadını değiştirmesi
gerekmektedir.
Nitekim Anayasa
Mahkemesi, 2.3.2007 tarihli kararıyla, AİHM’in siyasi parti davalarında
verdiği ihlal kararlarını yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul
etmiştir. Bu kararında Anayasa Mahkemesi, “Kapatılan Türkiye Birleşik
Komünist Partisi hakkındaki davanın 4.12.2004 günlü, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 311. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (f) bendi
uyarınca yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülmesi isteminin, aynı
Yasa’nın 318. maddesi uyarınca KABULE DEĞER OLDUĞUNA” karar vermiştir.
Bu açıklamalardan
da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de siyasi partiler hukuku alanında yapılan
anayasal ve yasal değişiklikler, siyasi partileri daha güvenceli bir konuma
getirme amacını taşımaktadır. Bu değişikliklerden sonra, Türk hukuku bakımından
da bir siyasi parti ancak istisnai durumlarda ve en son çare olarak
kapatılabilecektir. Siyasi parti kapatma davalarında yetkili yargısal
makamların anayasakoyucunun bu açık iradesini dikkate alması, Anayasanın
üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin bir gereğidir.
III. DAVA HUKUKİ TEMELDEN YOKSUNDUR
1. Bu davada “odak” olma şartları gerçekleşmemiştir
1982 Anayasasında
yapılan değişikliklerle siyasi partilerin kapatılması zorlaştırıldığı
halde, Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılmasının talep edilmesi Anayasa
ile temelden çelişmektedir. Nitekim, zorlama bir mantıkla hazırlanan
iddianamede, eylemlere dayalı olarak odaklaşmanın gerçekleştiği hiçbir
şekilde ortaya konulamamıştır. Partililere ait, her biri tek başına açıkça
ifade özgürlüğü kapsamında bulunan düşünce açıklamaları delil olarak
sunulmak suretiyle odaklaşma koşulunun sağlandığı izlenimi verilmek
istenmektedir. Bu nedenle, dava bir siyasi parti kapatma davası olmaktan
ziyade, adeta bir ifade özgürlüğü davası niteliğine bürünmüştür. Dolayısıyla,
bu davada Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olma koşulu kesinlikle
gerçekleşmemiştir. Şöyle ki:
(a) Yukarıda
açıklandığı üzere, siyasi parti özgürlüğünü genişletmeye ve partilerin
kapatılmasını zorlaştırmaya yönelik anayasa değişikliklerinden sonra siyasi
partilerin sadece beyanlardan dolayı “odak” haline gelmesi mümkün değildir.
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası, bir siyasi partinin odak
olabilmesi için Anayasaya aykırı eylemlerin varlığını şart koşmaktadır.
Oysa, partimiz hakkında açılan davada sunulan deliller arasında laikliğe
aykırı herhangi bir “eylem” bulunmamaktadır.
(b) Kaldı ki,
iddianamede “laikliğe aykırı eylemler” olarak sıralanan hususlar, laikliğe
aykırı bir nitelik taşımamaktadır. Bu durum karşısında iddianame ile
kurgulanan tez bütünüyle çökmektedir.
(c) Parti üyelerine
ait olduğu belirtilen “eylemler”in parti yetkili organlarınca
benimsendiğine dair deliller sunulamamıştır.
(d) Parti yetkili
organları olarak Anayasada “partinin büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki
grup genel kurulu veya grup yönetim kurulu” sayılmıştır. Anayasada sayılan
yetkili organlardan sadece Genel Başkan “tek kişi”dir, diğer organlar
“kurul” niteliğindedir. Kurul niteliğindeki organların eylemlerinden söz
edebilmek için bu kurullarca alınmış kararların bulunması zorunludur. Halbuki,
iddianamede sunulan deliller arasında tek bir kurul kararı dahi
bulunmamaktadır.
Siyasi Partiler
Kanunu’nun 102 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre de, “parti genel başkanı dışında kalan parti organı,
mercii veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin
işlendiği tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı söz konusu organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini
yazı ile o partiden ister.” Oysa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
iddianamede yer verdiği ve “eylem” olarak nitelendirdiği hususların
hiçbirisi için partimizden SPK m.102/2 ile getirilen “işten el çektirme”
başvurusu yapmamıştır. Bu durum da partimizin hiçbir yetkili organ, mercii
veya kurulunun Anayasaya aykırı eylemlerinin bulunmadığını göstermektedir.
Dolayısıyla yetkili organların eylemleri olarak geriye sadece AK Parti
Genel Başkanının “ifadeleri” kalmaktadır ki, bunların da “laikliğe
aykırılık” oluşturmadığı aşağıda ayrıntılı örneklerle açıklanacaktır.
(e) Genel olarak
bireyler bakımından düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilen ifadeler,
siyasi parti mensuplarınca kullanıldığında bunların kapatma nedeni olarak
görülmesi ifade özgürlüğüyle ve onun özel bir kullanım biçimi olan siyasi
parti özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Herhangi bir kişinin serbestçe
söyleyebileceği bir sözü bir siyasinin evleviyetle söyleyebilmesi gerekir.
Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerde bundan daha doğal bir şey olamaz. Aksi
halde, farklı toplumsal görüş ve talepleri siyasi alana taşımak için
kurulan siyasi partiler işlevsiz kalacaktır.
Nitekim AİHM,
İncal/Türkiye kararında, demokratik bir toplumun temel unsuru olan ifade
özgürlüğünün siyasi partiler ile partilerin aktif üyeleri açısından
özellikle önemli olduğunu, siyasilerin ifade özgürlüğünü sınırlamaya
yönelik müdahalelerin daha sıkı bir denetime tabi olması ve otoritelerin
siyasilerden gelen eleştirilere daha çok tahammül etmeleri gerektiğini
belirtmiştir (par.46). Aynı şekilde Castells/İspanya kararında da AİHM,
ifade özgürlüğünün özellikle halkın taleplerini dile getiren seçilmiş
siyasi temsilciler bakımından daha önemli olduğunu, bu nedenle de
siyasilerin ifade özgürlüğüne yönelik müdahalelerde daha dikkatli olunması
gerektiğini vurgulamıştır (par.42).
Kaldı ki bu
bağlamda iddianamede de, “Siyasi partiler, demokratik bir rejimde hak ve
özgürlüklerden en çok yararlanması gereken örgütlerdir. Bu durum siyasi
partiler için daha geniş bir faaliyet alanını ortaya çıkarmaktadır” ifadesine
yer verilmiştir. (s.21). Ancak aynı iddianamede daha sonra paradoksal
biçimde, son derece yalın ve basit düşünce açıklamaları kapatmaya delil
olarak gösterilmektedir. Bu tür düşünce açıklamalarına dayanarak bir siyasi
partinin kapatılmasının talep edilmesi bile tek başına özgürlükçü
demokratik rejimin ne derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu
gözler önüne sermektedir. Oluşturduğu mantık kurgusu ile iddianame,
demokratik bir ülkede siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırması ve
siyasi partileri gerçek işlevinin dışına çıkardığını göstermesi bakımından
da bir ibret vesikasıdır.
İddianamede
partililerin Anayasaya aykırı eylemleri olarak nitelendirilen beyan ve
faaliyetlerin neredeyse tamamı, aykırılık oluşturmak bir yana, insan
haklarına bağlı demokrat bir partinin savunması gereken düşünce ve politikalardan
oluşmaktadır. “Anayasaya aykırı eylem” olarak iddianameye konulan
ifadelerde insan haklarına, demokrasiye, laikliğe ve hukuk devletine vurgu
yapılmaktadır. Kaldı ki, bu nitelikte olmayan, başkalarının katılmayacağı
ya da hoş görmeyeceği düşünce açıklamaları dahi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile güvence altına alınan “ifade özgürlüğü” kapsamında
değerlendirilmelidir.
2. Partimizin laikliğe aykırı hiçbir eylem ve söylemi
bulunmamaktadır
2.1 AK Partinin Laiklik Anlayışı
Bu davanın
açılmasının temel nedenlerinden biri, iddianamede savunulan laiklik
anlayışı ile partimizin laiklik anlayışı arasındaki farklılıktır. Buradan
hareketle laikliğin gerekleri konusunda da farklı görüşler ortaya
çıkabilmektedir. İddianamede laiklik tek boyutlu bir kavram olarak
görülmekte ve bireylerin benimsemesi gereken “bir uygar yaşam biçimi” ve
“yaşam felsefesi” şeklinde takdim edilmektedir. Bu yaklaşıma göre, laiklik
“toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması”dır. Laikliğin
bu yorumu 19.yüzyıl pozitivizminin katı “ilerlemeci” anlayışına
dayanmaktadır.
Buna karşılık, AK
Partinin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik toplumların özgürlükçü laiklik
anlayışıyla tamamen uyumlu bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Partimizin
savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının temel hak ve özgürlüklerine asla
bir tehdit içermemektedir. Aksine, bu anlayış tüm bireylerin farklı inanış
ve yaşam biçimleriyle barışçıl bir şekilde bir arada yaşamasını
öngörmektedir. Buna rağmen, iddianame partimizin demokratik ve özgürlükçü
laiklik anlayışını ve onun gereklerini laikliğe aykırılık olarak göstermeye
çalışmaktadır. Buna delil olarak da, Başbakan’ın laikliğin bir din
olmadığı, dine alternatif olarak sunulmasının yanlış olduğu ve bireylerin
değil devletin laik olabileceği yönündeki bazı sözleri kullanılmaktadır
(s.28, 30).
Modern laiklik
anlayışı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul
ederek, onların bir arada barışçıl beraberliğini sağlamayı hedefleyen
siyasi bir ilkedir. Bu nedenle laiklik bireyi değil, devleti muhatap alır.
Nitekim, Anayasamızın 2 nci maddesinde değiştirilmesi teklif dahi
edilemeyecek bir ilke olan laiklik, Devletin bir niteliği olarak
sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki din istismarı yasağının amacı
da, esasen Devletin laik niteliğinin aşındırılmasını engellemektir.
Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik, toplumdaki her türlü inanç
ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı gerektirmektedir. Partimizin bu
laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin gerekçesinde de ifadesini
bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına
gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi,
ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan
farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.”
Bu anlamda laiklik,
çağdaş demokrasilerin benimsediği temel ilkelerden biri olan devletin
tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine yansımasını ifade etmektedir.
Devletin inançlar karşısında tarafsız kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini
herhangi bir dinin esaslarına dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik
düzende din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasına işaret etmektedir.
Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan devlet düzeninin dini
kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin bireylerin sahip olduğu
din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını gerektirmektedir. İktidarımız
süresince laikliğin bu iki temel ayağını aksatacak herhangi bir icraatın
içinde olmadık, bundan sonra da olmayacağız.
Partimizin bu
laiklik anlayışı parti programında da ifadesini bulmaktadır. Programdaki
ilke ve esaslara başta Genel Başkan olmak üzere tüm partililer her zaman
uymuşlardır. Genel Başkan Erdoğan, “Tüzük ve program dışındaki veya bunlara
aykırı yaklaşımların partide yer bulamayacağını” defalarca belirtmiştir.
Programın “Temel Haklar ve Siyasi İlkeler” bölümünde şu ifadeler yer
almıştır (EK-1 , AK Parti Programı):
“Düşünce ve ifade
özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek, düşünceler
özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecektir.
Partimiz, dini
insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin
vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür.
Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine
karşıdır.
Esasen laiklik, her
türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini
kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını ancak inançsız insanların
da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik,
özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
Partimiz, kutsal
dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi
yapılmasını reddeder. Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları
ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi tutulmalarını
anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur. Öte yandan dini,
siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak
farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak da kabul
edilemez.”
İddianamede
partimizi laiklik aleyhine fiillerin odağı olarak göstermek için kullanılan
söylem ve eylemlerin hiçbiri, laiklik ilkesine aykırı değildir. Örneğin,
Türkiye’nin Yugoslavya’ya benzetilmesi karşısında Başbakanın “Yüzde 99’u
Müslüman bir ülke Türkiye’de din bir çimentodur” sözü laiklik aleyhine bir
söylem olarak takdim edilmektedir (s.29). Bu söz, Türkiye’nin sosyolojik ve
kültürel gerçekliğine ilişkin bir tespitten ibaret olup, ülkemizin asla bir
Yugoslavya olmayacağına işaret etmektedir. Bir ülkede yaşayan insanların
ortak değer olarak bir dine mensup olduklarını ve bu değerin de en önemli
birleştirici unsurlardan biri olduğunu ifade etmenin laiklikle çelişen
hiçbir yönü bulunmamaktadır. Farklı etnik kimlikler temelinde bölünmez
bütünlüğe tehditlerin yöneldiği bir ülkede, bu tür birleştirici olgusal
gerçeklikleri ifade eden bir siyasi liderin laiklik karşıtlığıyla
suçlanmasını anlamak ve bunu laikliğin çağdaş yorumuyla bağdaştırmak mümkün
değildir.
“Türk halkının
yüzde 99’unun Müslüman olması”na yapılan vurgu, çok farklı siyasiler,
gazeteciler, yazarlar ve akademisyenlerce benimsenen ve yerli ya da
uluslararası bilimsel metinlerde de yer alan “sosyolojik bir tespit” olarak
kullanılmaktadır.
Ayrıca, Başbakanın
söz konusu konuşmasının bağlamları dikkatle incelendiğinde, bu konuşmaları,
çeşitli kesimlerce toplumumuzda oluşturulmasından kaygı duyulan
“Alevi-Sünni çatışması” gibi konular gündeme geldiğinde ifade ettiği ve
Müslüman olan-olmayan ayrımıyla hiç alakası olmayan, vatandaşlarımız
arasında mezhep ve görüş çatışmasının körüklenmesine karşı birleştirici bir
tutum olarak dillendirdiği görülecektir. Zaten bunu destekleyen onlarca
konuşmasında Başbakan, AK Partinin “din eksenli bir parti olmadığını”
açıkça ifade etmiştir (EK – 2)
Diğer yandan,
iddianamede Genel Başkana atfedilen “Türkler, laikliğin Anglo-sakson
yorumunu daha uygun buluyor” sözü de laikliğe aykırı gösterilmeye
çalışılmaktadır (s.34). Aslında, bu bile tek başına iddianamedeki laiklikle
ilgili argümanların tutarsızlığına açık bir örnek teşkil etmektedir.
İddianame, bir yandan partimizi Türkiye’yi “şeriat devletine dönüştürme”yi
amaçlamakla itham ederken, diğer yandan Anglo-Sakson laiklik yorumunu daha
uygun bulduğumuzu ifade etmektedir. Bu bir çelişkidir, zira hiçbir
Anglo-Sakson ülkesi teokratik bir devlet sistemine sahip değildir.
Kaldı ki, Kıta
Avrupası ülkeleri içinde laikliği en katı şekilde uygulayan Fransa’da bile
“laisizm” ve “laiklik” kavramları birbirinden ayrılmaktadır. Laisizm bir
fikir akımı, laiklik ise hukukî ve siyasi bir ilkedir. Laisizmin, toplumun
tüm faaliyet alanlarını kilise etkisi ve dini normlardan arındırmayı amaç
edinmesine karşılık, laiklik bunu sadece devletin görev alanına inhisar
ettirmiştir. Oysa, Türkiye’de bu farklılık yeterince bilinmemekte ve çoğu
zaman ikisi birbirine karıştırılarak biri öbürünün yerine ikame
edilmektedir ki, kavram kargaşasına yol açan nedenlerden biri de budur.
Kurucu üyesi
olduğumuz Avrupa Konseyi’ne bağlı Parlamenterler Meclisi’nin 1993 yılında
aldığı 1202 sayılı karar da Avrupa ortak mekanına hakim olan laiklik
anlayışını yansıtmaktadır. “Demokratik Toplumlarda Dini Hoşgörü” başlığını
taşıyan bu kararda birey-toplum ve din ilişkilerine dair şu tespitlerde
bulunulmaktadır:
Din, bireyin
kendisi ve yaratıcısıyla olduğu kadar, dış dünya ve içinde yaşadığı
toplumla da ilişkilerini zenginleştirici bir işlev görür.
Batı Avrupa farklı
dini inançların hoşgörü içerisinde birlikte yaşayabildiği bir seküler
demokrasi modeli geliştirmiştir.
İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi (m.18) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.9)
tarafından güvence altına alınan ve insan onurundan kaynaklanan din
özgürlüğünün kullanılması, özgür ve demokratik bir toplumu gerektirmektedir.
Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi, bu tespitlerin ardından, Bakanlar Komitesi, Avrupa
Topluluğu (Birliği) ve üye devletlere yasal güvenceler konusunda da şunları
tavsiye etmektedir:
Din, vicdan ve
ibadet özgürlüğünü güvence altına almaya yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
Giyim, yiyecek ve
dinsel günlerin kutlanması gibi konularda farklı dini uygulamalar için
gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Görüldüğü gibi, AK
Partinin dinin birey, toplum ve devlet ile ilişkisine bakışı, Avrupa
ülkelerindeki hakim anlayışla uyum içindedir. Dolayısıyla, bu bakış açısını
yansıtan beyanların laiklik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmek, çağdaş
demokrasilerdeki anlayıştan habersiz olmak anlamına gelir.
2.2. Laiklik, Başörtüsü ve İfade Özgürlüğü
İddianamenin
partimizi laiklik aleyhtarı olarak takdim ederken kullandığı en temel
argüman üniversitelerde başörtüsü serbestisine ilişkin söylem ve
eylemlerdir. Bu konuda partimiz mensuplarının değişik tarihlerde basına
yansıyan sözleri ve nihayet Parlamentonun kabul ettiği Anayasa
değişiklikleri yeterli “delil” olarak gösterilmektedir.
Bu iddiaya yönelik
cevabımız üç noktada toplanmaktadır. Birincisi, yükseköğretim kurumlarında
kız öğrencilerin başörtüsü ile öğrenim görebilmesine ilişkin görüşlerin
laiklikle ilişkilendirilmesi isabetli değildir. İkincisi, bu görüşün
laikliğe uygun ya da aykırı olup olmadığından bağımsız olarak, iddianamede
delil olarak sunulan sözlerin tamamı ifade özgürlüğü kapsamında herkesin
rahatça dile getirdiği sözlerdir. Üçüncüsü, Parlamentoda gerçekleşen
Anayasa değişikliği ve bu yöndeki kanun teklifleri birer yasama işlemi
olması nedeniyle partimize değil, yasama organına isnat edilebilecek eylemlerdir.
2.2.1 Üniversitelerde başörtüsü serbestliği bireysel özerkliğin ve
özgürlüğün gereğidir
Yükseköğretim
kurumlarında başörtüsü serbestliğinin laiklikle ilişkilendirilmesi,
kavramsal ve ampirik olarak doğru değildir. Yukarıda açıklandığı üzere,
laiklik bir toplumda tüm inanç ve görüşler karşısında devletin
tarafsızlığını gerektirmektedir. Devlet, başkalarına zarar vermediği
takdirde, bireylerin kişisel tercihlerine saygı duymak zorundadır.
Üniversite çağına gelmiş reşit bir öğrenci bireysel tercihleri nedeniyle
başını örtmek istediğinde buna engel olunması onun özgürlük ve özerkliğine
yönelik bir müdahale anlamına gelecektir. Laik devlet, yetişkin insanları
kendileri için neyin doğru ya da yanlış olduğuna karar verebilecek,
dolayısıyla tercihlerini ifade edebilecek özerk bireyler olarak görmek
durumundadır. Bu nedenle, laiklik, bireysel tercihlerde bulunma ve kendi
yaşam biçimini belirleyebilme gücüne sahip bireylerin oluşturduğu özgür ve
çoğulcu bir toplum için elverişli bir ortam sunmaktadır. Bireysel
tercihleri hiçe sayan kısıtlamalar, toplumun birbirinden farklı inanç,
düşünce ve yaşam biçimlerine sahip bireyleri içerdiği, dolayısıyla çeşitli
olduğu gerçeğini de dikkate almamaktadır. Farklılıkların bir arada
yaşatılmasını hedefleyen demokratik bir ülkede üniversite öğrencilerinin şu
ya da bu nedenle tercih ettikleri bazı kıyafetleri yasaklamak, çoğulculuğu,
birlikte yaşama arzusunu, hoşgörü ve diyalogu ortadan kaldırabilecek bir
uygulamadır. Laik bir düzende yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafetin
yasaklanmaması, bireysel özgürlüklere, eşitlik ilkesine ve farklı
tercihlere saygının bir gereğidir.
Cumhuriyetimizin
temel ideali, tüm bireylerin ve özellikle genç kızların modern eğitim
sisteminin kazanımlarından faydalanmasıdır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye’de
“eğitim ve öğretimin birliği” (Tevhid-i Tedrisat) esastır. Bu nedenle
başörtülü genç kızların devlet tarafından çerçevesi belirlenen üniversite
eğitimi alması, böylece çağdaş bilgilerle donanmaları Cumhuriyetin kazanımı
olacaktır. Bugün modern toplum tüm bireylerin, özellikle de kadınların
modern eğitim alması sayesinde inşa edilmekte ve sürdürülmektedir. Bu
noktada gerçek bir Cumhuriyetçi bakış açısı, bir kısım kız öğrencilerin
başörtüleri sebebiyle modern eğitim sisteminden dışlanmasını değil, modern
eğitim sistemine dâhil edilmelerini gerektirir. Böylece bu toplum
kesimlerini ve yetiştirecekleri nesilleri toplumsal hayatın merkezi
süreçlerine katmak ve dışlanmalarını önlemek, modern devlet düzeni ve
toplum hayatı için kazanımdır. Unutulmamalıdır ki, modern eğitim sistemi
içine dâhil edilemeyen toplumsal kesimlerin, marjinal ya da radikal bazı
fikirler karşısında bağışıklıkları zayıftır. O nedenle başörtülü olarak
eğitim sistemi içinde yer almak ve çağdaş toplum yapısının gereklerine
uygun bilgilerle donanmak isteyen kişilerin taleplerinin karşılanması
laiklik ilkesini zayıflatan değil, güçlendiren bir yaklaşımdır.
Üniversite eğitimi
din ve devlet işlerinin ayrılması ilkesinin kaynağı olan seküler bir yapıya
sahiptir. Bu yapı içinde din ve vicdan hürriyetinden faydalanarak başörtüsü
örten, vatandaşlık görevlerini yerine getiren kişilerin modern eğitim
hizmeti alma taleplerinin karşılanması siyasi açıdan ayrıştırıcı değil,
topluma entegre edici bir yaklaşımdır. Çağdaş devlet düzeni açısından
tehdit unsuru içeren radikal ve marjinal fikirlere set çekilmesi, ancak
toplumun mümkün olan en geniş kesiminin eğitim sistemi içine dâhil edilmesi
ve demokratik prensipler ışığında bunun azamileştirilmesi ile mümkündür.
Diğer yandan,
üniversitelerde kılık ve kıyafete yönelik kısıtlamaların laikliğin gereği
olduğu görüşü ampirik olarak da doğru değildir. Laiklik ilkesinin şu ya da
bu ölçüde benimsendiği demokratik ülkelerin hiçbirinde yükseköğretim
kurumlarında başörtüsü yasağının bulunmadığı bir gerçektir. İlköğretim ve
lise düzeyindeki devlet okullarında başörtüsünü yasaklayan Fransa’da dahi
üniversite düzeyinde böyle bir yasak bulunmamaktadır. Bu bağlamda
iddianamede partimizin bu gerçeklere ilişkin ifadeleri “yanıltıcı” olarak
nitelendirilmekte ve “Avrupa’da en fazla Müslüman nüfus barındıran
devletlerden Fransa’da türbanı okullarda ve kamusal alanda yasaklamıştır”
denmektedir (s.114). Oysa gerçekte “yanıltıcı” olan partimizin görüşleri
değil, Başsavcının bu iddiasıdır. Fransa’da sadece ilk ve ortaöğretim
düzeyindeki devlet okullarında başörtüsü sınırlaması söz konusudur.
Üniversite düzeyinde ise böyle bir sınırlama bulunmamaktadır.
Fransa’da başörtüsü
dâhil dini sembollerin eğitim kurumlarında kullanılması hakkında 2003 yılında
oluşturulan Stasi Komisyonu bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor çerçevesinde
10 Şubat 2004 günü çıkarılan yasayla, ilk ve orta dereceli devlet
okullarında öğrencilerin bir dini eğilimi açıkça ortaya koyan işaretleri
taşımaları ve kıyafetleri giymeleri yasaklanmıştır. Üniversitelerle ilgili
olarak, Stasi Komisyonu önceliğin öğrencilerin dini, siyasi ve felsefi
inançlarını ifade etme hakkına verilmesi gerektiğini kabul etmiştir.
Nitekim, devlet okulları dışında ve üniversitelerde başörtüsü yasağı bulunmamaktadır.
Kısacası,
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği için çalışan bir siyasi partinin
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bulunmayan bir yasağı kaldırmaya çalışmasını
laiklikle ilişkilendirerek Anayasaya aykırı saymak doğru bir yaklaşım
değildir.
2.2.2 Kılık ve kıyafet serbestliğine ilişkin sözler ifade
özgürlüğü kapsamındadır
Anayasamızın 2 nci
maddesine göre Cumhuriyetin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek
niteliklerinden biri de “demokratik devlet”tir. Demokrasinin temeli de
ifade özgürlüğüdür. Sözün özgür olmadığı yerde hiç kimse özgür değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de ifade özgürlüğü ile ilgili ilkeleri
ortaya koyduğu Handyside kararında ifade özgürlüğünün demokrasiler için
önemini açıkça belirtmiştir. Mahkeme, bu kararında daha sonra ifade
özgürlüğüyle ilgili verdiği hemen her kararında tekrarladığı şu hususları
vurgulamıştır:
İfade özgürlüğü,
demokratik toplumun asli temellerindendir, toplumun ilerlemesinin ve
bireyin gelişmesinin temel şartlarından birini oluşturur.
İfade özgürlüğü, demokratik
toplumun vazgeçilmez özelliklerinden olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş
görüşlülüğün gereğidir.
İfade özgürlüğünün
sağlayacağı özgür siyasi tartışma, Sözleşmenin bütününe egemen olan
demokratik toplum kavramının özünü oluşturur.
İfade özgürlüğü sadece
genel kabul gören, zararsız veya önemsiz fikir ve haberler için değil;
fakat aynı zamanda devlete veya toplumun bir kısmına aykırı gelen, kural
dışı, şaşırtıcı veya endişe verici olan fikir ve haberler için de geçerlidir.
Üniversitelerde
kılık ve kıyafet serbestliği konusunda kişilerin ve siyasi partilerin
farklı düşünmeleri son derece normaldir. Partimiz her fırsatta bu meselenin
gerginliğe yol açmadan toplumsal ve kurumsal mutabakatla çözümlenmesi
gerektiğine işaret etmiştir. Bu konuda yapılan kamuoyu yoklamalarında
toplumun yaklaşık yüzde sekseninin bu yasağın kalkması yönünde görüş
bildirdiği de bilinmektedir. Demokratik bir toplumda siyasi partilerin
toplumsal sorunlara barışçıl çözüm önerileri sunması ve bu konuda harekete
geçmesi onların varlık nedenidir. Bir siyasi partiyi bundan dolayı suçlamak
demokratik anlayışla bağdaşmamaktadır. Bu, siyasi alanda tüm partilerden ve
siyasilerden aynı görüşü savunmalarını istemek olur ki, çoğulcu
demokrasilerde bu mümkün değildir. Nitekim açılan bu dava ile adeta,
laikliğin iddianamede ortaya konulan yorumunun bütün siyasi partilere kabul
ettirilmeye çalışılması amaçlanmaktadır.
Oysa siyasi
partiler, toplumsal meseleler hakkında farklı düşündükleri ve farklı çözüm
önerileri sundukları için birden fazladırlar. Üniversitelerde başörtüsü
yasağını savunan siyasi partiler vardır ve muhtemelen bundan sonra da
olacaktır. Ancak partimiz ve diğer birçok siyasi parti ise bu yasağın
kalkması gerektiğini dile getirmiştir. Toplumsal sorunlar karşısında
sergilenen bu tür farklı görüş ve duruşlar, ifade ve örgütlenme
özgürlüklerini anlamlı kılan en önemli unsurdur. İddianamede öyle bir
anlayış benimsetilmeye çalışılmaktadır ki, laiklik ilkesi bağlamında bazı
hususların talep edilmesi bir yana, laiklikle ilgili bazı sorunların varolduğuna
işaret etmek, bu konularda farklı bir fikir beyan etmek hatta laiklikle
ilgili bazı konuları konuşmak bile laikliğe aykırı eylemler olarak
sunulmaktadır.
Halbuki siyasi parti kararlarında AİHM, demokrasinin
ifade özgürlüğüne dayandığını ve bu bağlamda ülke sorunlarını şiddete
başvurmaksızın, diyalog yoluyla çözme fırsatı sunduğunu belirtmiştir.
Mahkeme’ye göre, toplumun bir bölümünün meselelerini kamuya açık bir
şekilde tartışan ve ilgili tarafları tatmin etmeye yönelik demokratik
kurallara uygun çözüm önerileri bulmak amacıyla siyasi alanda faaliyet
gösteren bir siyasi partinin engellenmesi hiçbir şekilde haklılaştırılamaz.
(TBKP/Türkiye, par.57).
Partimizin
üniversitelerde kılık ve kıyafet serbestliği konusundaki görüş ve
politikalarının Anayasa Mahkemesi’nin içtihadına aykırı olduğu, dolayısıyla
bu yöndeki eleştirilerin güçler ayrılığı ilkesini hiçe saydığı yönündeki
görüşün de hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Başbakanın toplumsal gerilimden
uzak durmayı ve uzlaşmayı öne çıkardığı şu konuşması bile iddianamede
“delil” olarak kabul edilmiştir: “Emredici bir hüküm getirseydi, tüm AB
ülkelerinde uygulanması gerekirdi. Avrupa’da ve dünyada genel olarak
üniversitelerde başörtüsü yasağı yok. AİHM’in Türkiye’ye özgü şartlar
nedeniyle böyle bir karar aldığını düşünüyorum. Böyle bir yasak Anayasa’da
yok. Sadece Anayasa Mahkemesi’nin bir yorumu var. Yasama yeni bir yasa
çıkarırsa, Anayasa Mahkemesi durumu gözden geçirmek zorundadır, bu yorum da
kalıcı değildir. Yasa çıkarabiliriz. Ama arzumuz bu sorun toplumsal
gerilime yol açmasın ve özgürlükler noktasında çözülsün.” (s.43).
Bu ve benzeri
ifadelerin iddianamede yer alması, yargı kararlarının adeta eleştirilemez
olduğuna dair bir inancı yansıtmaktadır. Nitekim, partimiz yetkililerinin
bazı mahkeme kararlarını eleştirmesi “çoğulcu demokrasinin güçler ayrılığı
ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek totaliter bir anlayışın
savunuculuğunu” yapmak olarak nitelendirilmiştir (s.135). Halbuki, yargı
kararlarının bağlayıcı olması onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez.
Çoğulcu demokrasilerde bilhassa siyasi partiler bu kararları eleştirebilir
ve en önemlisi bu kararların değişmesi için faaliyette bulunabilirler.
Esasen bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Mahkeme kararları
eleştirilemez kabul edildiğinde hukukun gelişmesi ve kuralların yeni
gelişmeler ışığında yorumlanması imkanı kalmayacaktır. Bu da hukuku statik
bir hale getireceği gibi, demokratik bir ülkede siyasi partileri işlevsiz
kılacaktır.
Nitekim, bazı yargı
mensuplarımız da özellikle Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık
ve değişebilir nitelikte olduğunu vurgulamışlardır. Sözgelimi, 2006 yılında
Anayasa Mahkemesi’nin 44.Kuruluş Yıldönümü töreninde yapılan açış
konuşmasında dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı H.Tülay Tuğcu aynen şunları
söylemiştir. (EK – 3)
“Anayasa Mahkemesi
kararlarının kesin ve bağlayıcı olması, onların eleştirilemez olduğu
anlamına gelmemektedir. Diğer deyişle, mahkeme kararlarına uyma
yükümlülüğü, söz konusu kararları eleştirme hakkını ortadan kaldırmamaktadır.
Bir hukuk devletinde, yargı kararlarının da eleştirilebilmesi doğaldır.
Mahkeme kararlarının oybirliği ile alınmadığı durumlarda, azlık oyu
kullanan üyelerin düşüncelerinin de bu anlamda karşı hukuki düşünceyi oluşturduğu
açıktır. Anayasa Mahkemesi’nin işin esasına girerek reddettiği konularda on
yıl geçtikten sonra tekrar başvuruda bulunulabilmesi, Anayasa Mahkemesi
kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir nitelikte olduğunun bir diğer
kanıtıdır.
Bir hukuk devletinde,
mahkeme kararlarının gerek akademik çevrelerde, gerekse uygulayıcılar
tarafından ele alınıp incelenmesi gerekli ve yararlıdır. Bu tür
eleştirilerin yargıya yeni ufuklar açma olasılığı her zaman vardır.”
Nitekim Anayasa
Mahkemesi, siyasi parti kapatma davalarında laikliğin gerekleri konusunda
birbirinden farklı yorumlar yapabilmiştir. Örneğin, Özgürlük ve Demokrasi
Partisi, “Devlet din işlerine karışmayacak, din cemaatlere bırakılacaktır”
biçimindeki program hükmüne dayanılarak kapatılmıştır (E. 1993/1, K.
1993/2, K.T. 23.11.1993). Ancak, daha sonra Demokratik Barış Hareketi
Partisi davasında, yine parti programındaki Diyanet İşleri Başkanlığının
bir Devlet kurumu olmaktan çıkarılmasını amaçlayan hükümden dolayı kapatma
talebi reddedilmiştir (E. 1996/3, K. 1997/3, K.T. 22.5.1997). Bu durum,
Anayasa Mahkemesi’nin laiklik yorumunun da sürekli bir değişim ve gelişim
içerisinde olduğunu göstermektedir.
Bu bağlamda
partimizin genel başkanı ve üyelerinin değişik tarihlerde başörtüsünün
yükseköğretim kurumlarında serbest bırakılmasına yönelik konuşmalarının,
ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu konuşmaların
hiçbiri, yerleşik mahkeme içtihatlarının tanınmaması ya da bunların
bağlayıcılığının reddedilmesi olarak görülemez. Kaldı ki, bu konuda birçok
siyasi parti görüş açıklamış, hatta sorunun çözümüne yönelik girişimlerde bulunmuşlardır.
Strasbourg
organlarının üniversitelerde başörtüsü meselesiyle ilgili kararlarına da
yer verilen iddianamede, adeta bu konuda son noktanın konduğu ileri sürülmektedir.
Bu görüş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hak ve özgürlükleri koruma
konusunda asgari standartları getirdiği ve bunun üzerinde bir korumanın
taraf devletlerce sağlanmasının mümkün olduğu gerçeğini görmezlikten
gelmektedir. Nitekim Sözleşme’nin 53 üncü maddesine göre, “Bu Sözleşme
hükümlerinden hiçbiri, herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Taraf’ın yasalarına
ve onun taraf olduğu başka bir Sözleşme’ye göre tanınabilecek insan
haklarını ve temel özgürlükleri sınırlayamaz veya onlara aykırı düşecek
şekilde yorumlanamaz.”
Leyla Şahin
kararında AİHM, “eğitim kurumlarında dini sembollerin kullanılması”
konusunda Avrupa ülkelerinde farklı uygulamaların olabileceğini, bu konuda
kuralların ülkeden ülkeye değişebileceğini belirtmiştir. Bu nedenle,
Mahkemeye göre, dini sembollerin kullanılmasına ilişkin hukuki düzenleme
yapma konusunda taraf devletler geniş bir takdir yetkisine sahiptirler
(Büyük Daire kararı, par.109).
Kaldı ki, AİHM’in
ihlal bulmadığı kararlardan sonra ilgili devletin hak ve özgürlükleri koruyucu
yönde yeni yasal düzenleme yapmalarının önünde hiçbir engel
bulunmamaktadır. Bunun aksini savunmak, örneğin AİHM’in Sözleşmeye aykırı
bulmadığı Türkiye’deki yüzde onluk seçim barajının hiçbir zaman
değiştirilemeyeceğini ileri sürmek anlamına gelecektir. Nitekim Büyük
Daire’nin Leyla Şahin kararından sonra o dönemde AİHM yargıcı olan Rıza
Türmen de, bu kararın Türkiye’de üniversitelerde başörtüsü yasağının
kaldırılmasına engel olmadığını şu sözlerle dile getirmiştir: “AİHM, Şahin davasında Türkiye’nin yasak
gerekçelerini AİHS’ye aykırı bulmadı. Karar, üniversitelerde türban yasağının
kaldırılmasının AİHS’ye aykırı olacağı anlamına gelmez”
Ayrıca, Anayasanın
10 ve 42 inci maddelerinde yapılan değişikliklerin uygulanması gerektiğine
dair açıklamaların “laikliğe aykırı beyan” olarak sunulması anlaşılır gibi
değildir. Örneğin AK Parti Adana milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın
2008 yılı Şubat ayında yaptığı bir konuşmada üniversitelerde uygulanan
başörtüsü yasağının Anayasa ihlali olduğunu ileri sürerek, “beğensek de,
beğenmesek de 1982 Anayasası yürürlüktedir. Herkes bu Anayasaya uymak
mecburiyetindedir”(s.95-96); Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun
“Uygulamaya üniversite yönetimleri ve YÖK karar verecek. (…). Derlerse ki
‘Anayasa değişikliği yeterli’, uygulamayı hemen başlatabilirler.
‘Bekleyelim’ derlerse ek 17. maddenin çıkmasını da bekleyebilirler”; AK
Parti Grup Başkan Vekili Sadullah Ergin’in “Hukuk devletinde hukuka saygılı
olmak lazım. Artık uygulayıcıların da bu düzenlemeye uygun hareket etmesini
umuyoruz” (s.100); AK Parti Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ’ın “Anayasa
değişiklikleri uygulama kabiliyeti olan düzenlemelerdir. ‘Uygulamam’ deme
hakkı hiç kimsede yoktur” (s.101) şeklindeki sözleri laikliğe aykırı olarak
nitelendirilmiştir.
Halbuki, ülkede
yaşayan herkesi ve her kurumu bağlayan Anayasanın uygulanması gerektiğini
söylemek, laikliğe aykırı olmak bir yana, hukuk devleti olmanın zorunlu bir
gereğidir.
Sonuç olarak,
sadece laiklik konusundaki yorum farkından dolayı bir siyasi partinin kapatılmasının
istenmesi, evrensel standartlara uygun laiklik ilkesi, ifade ve siyasi
parti özgürlükleri ile asla bağdaşmaz. Esasen partimizin laiklik anlayışı
da demokratik ülkelerde ve uluslararası belgelerde benimsenen laiklik
anlayışı ile uyumludur. Dolayısıyla, partimizin laikliğin içini boşalttığı
yolundaki iddia bütünüyle temelsizdir. Ayrıca,
Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında laiklik
ilkesi yanında insan haklarına saygılı demokratik hukuk devleti ilkelerine
de yer verilmesi, laiklik ilkesinin bu ilkelerle birlikte ele alınması ve
anlaşılması gerektiğini göstermektedir.
2.2.3 Yasama faaliyeti olan Anayasa değişikliklerinin laikliğe
aykırı olduğu ileri sürülemez
İddianamede
TBMM’nin 09.02.2008 tarihinde yaptığı değişiklikler de partimiz aleyhine en
önemli “delil” olarak kullanılmaktadır. Nitekim, Başsavcı bir gazeteciyle
yaptığı mülakatta bu anayasa değişikliklerinin partimiz hakkında açılan
davanın temel gerekçesi olduğunu söylemiştir. (EK – 4)
Nitekim,
iddianamede Anayasanın 10 ve 42 inci maddeleri ile ilgili olarak şu
hususlara yer verilmiştir:
“Cumhuriyetin
değiştirilmesi ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen nitelikleri
arasında bulunan laiklik ilkesi gereğince üniversitelerde türban ile öğrenim
görülmesinin mümkün bulunmamasına binaen; Yüksek Öğretim Kanununda
üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesini sağlayacak bir değişikliğin
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğini öngören davalı Parti önce
Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapmak ve daha sonra bu
değişikliğe dayanmak suretiyle Yüksek Öğretim Yasasında yapacağı
değişiklikle üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesinin yolunu açmak
istemektedir. Yükseköğretim Yasasında değişiklik içeren teklifin Anayasaya
aykırı olduğu tartışmasızdır. Anayasa değişikliği içeren teklif ise amaç
yönünden Anayasaya aykırılık taşımaktadır.
Anayasanın 10. ve
42. maddelerinde değişiklik öngören teklif TBMM’de 09.02.2008 tarihinde
kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasını müteakip 5735 sayılı
Yasa olarak 23 Şubat 2008 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe
girmiştir.”(s.133).
“Türbanın
yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak sağlamak üzere
Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılmasını içeren
kanun teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partili
milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca yönelik olarak 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinde değişiklik yapılmasına dair
kanun teklifinin ise her iki partili yedi milletvekilinin imzalarıyla
29.01.2008 ve 30.01.2008 tarihlerinde TBMM’ne sunulduğu” belirtilmektedir
(s.112-113).
Evvela, “laiklik
ilkesi gereğince üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün
bulunmaması”na dair görüş, yukarıda açıkladığımız nedenlerden dolayı
isabetsizdir. Bir an için, bu görüşün Anayasa Mahkemesi’nin 1991 yılında
verdiği “yorumlu ret” kararına dayandırıldığı düşünülse bile, bu kararın
Parlamentonun aynı konuda bir yasa veya Anayasa değişikliği yapmasını
engellediği savunulamaz. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından sonra
yasama organının aynı konuda düzenleme yapabileceğine dair çok sayıda örnek
bulunmaktadır.
İkinci olarak,
“Yükseköğretim Yasasında değişiklik içeren teklifin Anayasaya aykırı olduğu
tartışmasızdır” sözü de hem hukuken yanlıştır, hem de Anayasa Mahkemesi’nin
yorum yetkisine müdahale niteliğindedir. Bir kere, bizim anayasal
düzenimizde kanun tekliflerinin Anayasaya uygunluğunun incelenmesi
Parlamento dışındaki bir organ tarafından yapılamaz. Bu anlamda henüz
yasalaşmamış, Parlamentoda yasama sürecinin komisyon ve genel kurul
aşamalarından geçmemiş bir metnin “Anayasaya aykırı olduğu”nun söylenmesi
hukuken hiçbir geçerliliğe sahip değildir.
Üçüncüsü, “Anayasa
değişikliği içeren teklif ise amaç yönünden Anayasaya aykırılık
taşımaktadır” görüşü hem yanlıştır, hem de aynı şekilde yukarıda
belirtildiği üzere, Anayasa Mahkemesi’nin yetki alanına müdahale
niteliğindedir. Yanlıştır, çünkü Anayasanın hükümleri arasında hiyerarşi
bulunmamaktadır. Şekil sakatlığı dışında, Anayasanın bir hükmünün diğer bir
hükmüne aykırı olduğu hukuken ileri sürülemez. Nitekim Anayasamız anayasa
değişikliklerinin esas bakımından denetimini kabul etmediği gibi, şekil
bakımından uygunluk denetimini de “teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle
görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlı” tutmuştur
(m.148/2). Bu anlamda iddianamenin yukarıda alıntılanan kısmında da
belirtildiği üzere 23 Şubat 2008 tarihinden bu yana yürürlükte bulunan Anayasanın
10 ve 42 nci maddelerindeki değişikliklerin laiklik ilkesine aykırı olduğu
iddiası hukuki açıdan ileri sürülemez. Kaldı ki, bu değişiklikler kamu
hizmetlerinden yararlanmada kanun önünde eşitlik ilkesi, üniversite
eğitiminde fırsat eşitliği ve öğrenim özgürlüğünün alanını genişletme gibi
amaçlar taşımaktadır.
Diğer yandan,
Anayasayı yapma ve değiştirme yetkisi, herhangi bir iddianameye konu
edilemeyecek kadar önemli, demokratik ve anayasal bir yetkidir. Bu yetkinin
ürettiği temel normu denetleme yetkisi, sadece belli şekil sakatlıkları
bakımından Anayasa Mahkemesine aittir. Hiç kimse, Anayasanın kurucu iktidar
olan Meclise verdiği yetkinin kullanımının, Anayasa karşıtı eylem grubuna
girdiği iddiasında bulunamaz. Böyle bir ilk örneğin, hukuk ve demokrasi
tarihinde Türkiye’de yaşanıyor olması düşündürücüdür.
AİHM de, toplumsal sorunları çözmek için faaliyet gösteren
siyasi partilerin belli şartlar altında temel anayasal değişiklikler
yapabileceğini belirtmektedir. Bu değişikliklerin iki şarta uygun olması
gerekmektedir. 1) Bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçların tüm
boyutlarıyla yasal ve demokratik olması gerekir. 2) Değişikliğin bizzat
kendisi temel demokratik ilkelerle uyumlu olmalıdır. (Sosyalist
Parti/Türkiye, par. 46 ve 47; Refah Partisi/Türkiye, par.47, Refah Partisi/Türkiye,
Büyük Daire, par.98).
Dördüncüsü,
Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki değişikliklere ilişkin kanun teklifi
herhangi bir partinin teklifi değil, milletvekillerinin teklifidir.
Anayasaya göre, Anayasa değişikliklerinin Meclise Bakanlar Kurulu tasarısı
olarak getirilmesi de mümkün değildir. Anayasa değişikliklerinin
parlamentoda gizli oyla yapılması, bu tür değişikliklerden herhangi bir
siyasi partinin sorumlu tutulmasını da hukuken engellemektedir. Nitekim,
parlamentodaki oylamada söz konusu Anayasa değişikliklerinin 411 oyla kabul
edilmesi, AK Partiye mensup milletvekilleri dışındaki diğer partilere
mensup milletvekillerinin de bu değişikliğe olumlu oy verdiklerini
göstermektedir. Bir Anayasa değişikliği teklifine bizzat Anayasanın kendisi
tarafından bu konuda münhasıran yetkilendirilen milletvekillerinin imza
atmalarının Anayasaya aykırı olarak nitelendirilmesi asla düşünülemez. AK
Parti ile diğer partilere mensup ve bağımsız milletvekillerinin yaptıkları,
meşru anayasal yetkilerini kullanmaktan ibarettir.
Son olarak, Anayasa
ve kanun değişikliği şeklindeki yasama tasarruflarının nasıl
denetleneceğine dair hükümler Anayasamızda açıkça belirtilmiştir. Bu
denetimlerin dışında, yasama tasarruflarından dolayı bir siyasi partinin
kapatılmasını istemek hukukun üstünlüğüne dayanan parlamenter sistemi
işlemez hale getirecektir.
Ayrıca,
yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbestliğine ilişkin yasal
düzenlemeler daha önceki dönemlerde de yapılmıştır. Parlamentoda 1988 ve
1990 yıllarında bu konuda iki kez düzenleme yapılmış, ancak bu düzenlemelerden
dolayı dönemin iktidar partisi hakkında bir kapatma davası açılmamıştır.
Öte yandan, yasama organının partilerden ayrı bir tüzel kişiliği vardır ve
yasama faaliyetlerinden dolayı hukuken partiler sorumlu tutulamaz. Kaldı
ki, yasama organınca kabul edilen kanunların Anayasaya aykırılık taşıması
durumunda Anayasa yargısı denetimi işletilebilmektedir.
3. AK Parti Genel Başkanının açıklamaları da ifade özgürlüğü
kapsamındadır
İddianamede AK
Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “laikliğe aykırı
eylemleri” olarak sıralanan 61 adet “açıklama” (s.27-54) incelendiğinde
bunların büyük çoğunluğunun üniversitelerde kılık ve kıyafet özgürlüğüne
ilişkin beyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür açıklamalar sadece AK Parti
mensupları tarafından değil, başka partilerin mensuplarınca da yapılmıştır.
Kaldı ki, kendi bütünlüğünden koparılarak belli bölümleri alındığı halde
iddianameye alınan kısımlardan bile, bu açıklamalarda sürekli olarak
demokrasiye, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, özgürlüğe, uzlaşmaya,
kardeşliğe ve sorumluluğa vurgu yapıldığı açıkça görülmektedir.
Başbakanın,
başörtüsünün dini inancın gereği olup olmadığı hususunun din bilginleri
(ulema) tarafından tartışılacak bir konu olduğuna işaret eden açıklaması da
iddianamede (s.44-45) iyi niyetli olmayan bir değerlendirmeyle, laikliğe
aykırı kabul edilmiştir. Halbuki, Başbakanın iddianamede yer verilen bu
sözleri, hukuk sistemimizde yer alan ve uygulanan bilirkişilik müessesine
ilişkindir. Bu sözler, hukuk devletinde adil yargılamanın önemli bir unsuru
olan “bilirkişilik” bağlamında değerlendirilmelidir. Laik bir hukuk
devletinde yargıçların bir dinin gerekleri konusunda uzman olmaları
beklenemez. Teknik bilgi ve birikim gerektiren bu hususun yargılama sırasında
konunun uzmanlarına sorulması laiklik ilkesine aykırılık teşkil
etmemektedir.
Esasen, Anayasanın
136 ncı maddesi uyarınca Diyanet İşleri Başkanlığı, “laiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve
milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek” görev yapan bir anayasal
kurumdur. Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanuna
göre, Diyanet İşleri Başkanlığı “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak
esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak”
üzere kurulmuştur. Nitekim, aynı kanunla kurulan Din İşleri Yüksek Kurulu,
dönemin Devlet bakanlarından Mehmet Özgüneş’in talebi üzerine 30.12.1980
tarih ve 77 sayılı kararı ile başörtüsünün dindeki yeriyle ilgili olarak
yazılı görüş bildirmiştir.
Diğer yandan,
Başbakan Erdoğan’ın, Yükseköğretim Kanununda yapılacak bir değişikliği
“acelemiz yok” diyerek geri çektiklerini açıklamasının ve “biz sorumluluk
sahibiyiz. Bu işi kangren haline getirenlerin şimdi dışarıdan konuştuklarını
görüyoruz, siz de onların oyununa geliyorsunuz, sabırlı olun’’ şeklindeki
sözlerinin (s.38) Başsavcı tarafından laikliğe aykırı eylem olarak
algılanmış olması iddianamenin en ilginç yanlarından birisidir. Başsavcıya
göre, Başbakan’ın bir kanun teklifini geri çekmesi ya da uzlaşma
sağlanıncaya kadar sabır tavsiye etmesi, hatta “Gönlümün derinliklerinde
yatan hıçkırıklar var” (s.39) demesi bile “laikliğe aykırı”dır. “İnsan
gönlünün hıçkırıkları”na müdahale etmek isteyen bu iddianame, böylece
laiklik ve insan hakları teorisine “çok özel bir katkıda” bulunmuş
olmaktadır.
İddianamede,
Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarından belli bölümler alınmış, onlarda da
yine belli cümle ya da kelimelere “vurgu” yapılmıştır. Öne çıkarılan
açıklamalar laikliğe aykırı bir nitelik taşımadığı gibi, aynı açıklamaların
Başsavcı tarafından vurgu yapılmayan kısımlarında ise “demokrasi,
mutabakat, insan hakları, laiklik ve hukuk devleti”ni destekleyen çok
sayıda ifade bulunmaktadır. Başbakanın bu yöndeki ifadelerine yine
iddianame metninde bulunan şu örnekler verilebilir:
“- Düşünceye ve
örgütlenmeye saygı gösterilmeli ve özgürlüklerin oluşmasına fırsat
verilmelidir.
- Laik toplumda
din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit
mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin edildiği içindir
ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.
- Laiklik bütün
dinlere eşit mesafede olmak anlamına gelir. İnançlar, devlet
güvencesindedir. Laik düzeni korumakla yükümlüyüm.
- Bir demokratik
ülke din özgürlüğünü sağlamalı.
- Kadına karşı
ayrımcılık, ırkçılıktan daha tehlikeli, daha ilkel bir tutumdur. Her tür
ayrımcılığa karşı mücadele etmek zorundayız.
- Bu sorunlarınızın
çözümü sadece bizim isteğimizle değil, tüm siyasi partilerin katılımı ve
uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o
durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum.
-Bir hak, dünyanın
bir ucunda farklı, bir başka ucunda farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan
doğar; kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla güvence altına alınır.
- İnsanların
hukukunu yanlış yasalarla yok edemezsiniz.
-Kadını özel alana
hapseden, kamusal alandan dışlayan, cinsiyet ayrımcılığına dayanan baskıcı
ve tutucu anlayışlar medeni olamaz.”
Başbakanın
iddianameye alınan bu ifadeler dışında da demokrasi ve laikliği savunan,
laikliği demokrasinin vazgeçilmez şartı olarak değerlendiren pek çok sayıda
açıklaması bulunmaktadır. Bu açıklamalardan bazılarına burada yer vermekte
yarar görüyoruz: (EK – 2)
“-Biz, dine dayalı bir
parti değiliz, başka partilerin devamı da değiliz.
- Biz, herhangi bir
partinin devamı değiliz. Din eksenli siyasi bir parti de değiliz. Biz insan
eksenliyiz.
-AK Parti, halkın
partisidir. Güvenilir, demokratik, dürüst, temel hak ve özgürlüklere saygılı
ve onları savunan bir partidir. AK Parti sessiz kitlelerin ve zayıfların
savunucusudur.
-Bizim partimiz
İslamcı değil, medya bizi bu kategoriye yerleştirmeye çalıştı.
-Bizim partimiz
laikliği, demokrasinin önemli bir unsuru olarak görüyor. Laiklik, bu ülkenin
yönetsel yapısını kuruyor.
-Türkiye’de, hangi
taraftan olursa olsun dinin istismar edilmesine asla taraftar değiliz.
-Laikliğin bir
boyutu devletin, siyasi otoritenin; toplumsal alandaki bütün inanç ve
kimliklere eşit yakınlıkta durmasıdır.
-AK Parti din
eksenli siyaset yapmıyor ve din üzerinden siyaset yapmayı kabul etmiyor.
Bu, dinin istismarı anlamına gelir.
-Laiklik, toplumsal
çeşitliliği, çatışma veya gerginlik ortamından uzaklaştırıp barış içinde ve
özgür olarak bir arada tutabilmenin bir yolu olarak görülmelidir.
Muhafazakar Demokrasi anlayışımız, geleneği önemsemekle birlikte modern
kazanımları reddeden bir gelenekçilik gütmemektedir. AK Parti körü körüne
geleneği veya modern olanı reddetmek yerine, yeni bir senteze varılması
gerektiğini düşünmektedir. Yerelliği savunmak, evrenselliği red anlamına
gelmemeli, yerellik de kendisini çatışmacı bir mutlaklığa
dönüştürmemelidir. AK Parti toplumsal olanı, grup aidiyetini ve sivil
toplumu önemli bulurken, cemaatçi bir yaklaşımı önplana çıkarmamaktadır. AK
Parti dini bir toplumsal değer olarak önemsemekle birlikte din üzerinden
siyaset yapmayı, devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı, dini sembollerle
örgütlenmeyi doğru bulmamaktadır. Din üzerinden siyaset yapmak, dini araç
haline getirmek, din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek hem toplumsal
barışa, hem siyasi çoğulculuğa, hem de dine zarar vermektedir.
-Nasıl ki AB’nin
Hıristiyan Kulübü olmasına karşı çıkıyorsak, İslam dünyasının da din
temelli siyasi ve ekonomik örgütlenmelerden uzak durması gerektiğini
belirtiyoruz.
-Diktatörlüklerin
revaçta olduğu bir dönemde, Atatürk’ün öngörüsü sayesinde yüzyılı kavrayan
bir bilinçle Cumhuriyeti inşa eden bu ülke, sadece kendine bir ulusal
devlet kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda tüm bölgeye ve bölgenin ötesine
mesaj veren güçlü bir model kurmuştur. Demokrasi, laiklik ve hukuk devleti
prensipleri sayesinde toplumsal barışını tesis ettiği gibi kendi yakın
çevresine çağdaş değerlerin nasıl hayata geçirileceğine dair ciddi yaklaşımlar
sunmuştur. Her geçen gün daha çok değeri ve önemi anlaşılan bu model
sayesinde, ülkemiz önümüzde akan yüzyıla güvenle ve stratejik avantajlarla
donanmış olarak girmektedir. Bugün Hükümetimiz, bu tezleri güçlendirmenin
ve etkili biçimde anlatmanın en önemli aracı olarak tüm dünyanın önünde
durmaktadır.
-Biz ve diğerleri
ayrımı yapan, tek bir mezhebi, ideolojiyi, siyasi kimliği, etnik unsuru
veya dini anlayışı siyasetinin ana gövdesi yaparak diğer seçenekleri
karşısına alan söylem ve örgütlenme biçimlerine karşıyız.
- Biz kimseye ‘sen
niye böyle giyiniyorsun, saçlarını niye böyle kestirdin, niye ceket,
pantolon giydin?’ diye bir şey demeyiz. Hakkımız da yok. Sen kendinde o
yetkiyi, hakkı nereden buluyorsun?
- Din üzerinden
siyaset yapmak, dini ideolojik bir araç haline getirmek, dini düşünceyi
dogmalaştırmak ve din adına dışlayıcı siyaset yürütmek hem toplumsal barışa
hem de siyasi çoğulculuğa zarar vermektir. Belki de en kötüsü, dini
yozlaştırmak ve amacından saptırmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu
tutum, bana göre dine, demokrasiye ve insanlığa karşı ‘suikast’
düzenlemekten farksızdır. Dini, bir ideoloji haline getirerek, devlet
aygıtı marifetiyle toplumu zorla dönüştürmeye çalışmak, hem topluma hem
dine yapılabilecek en büyük kötülüktür.
- Türkiye,
nüfusunun çoğunluğu İslam inancını benimsemiş bir toplumun, laiklik
temelinde demokrasiyi yaşatabileceğinin ve ileri demokratik normları
yerleştirebileceğinin en güzel örneğini vermektedir.
- Ekonomide liberal
ekonomiden istifade ediyoruz. Sosyal noktada ise sosyal adaletin
gerçekleştirilmesinin gayreti içindeyiz. Devletimiz de zaten Anayasa’mızda
belirlendiği gibi; demokratik laik sosyal bir hukuk devletidir. Bütün inanç
gruplarına da eşit mesafedeyiz. Laiklik anlayışımız da budur.
- AK Parti
muhafazakarlığı her türlü köktenciliği, aşırılığı, radikalizmi, toplum
mühendisliğini reddeden; din eksenli değil, insan eksenli; orta yol,
uzlaşma ve itidali esas alan bir partidir.
-Tüm sistemler
araçtır, dinler de araçtır. Amaç, insanların mutluluğudur. Onun için kimse
dini amaç haline, sistemleri amaç haline getirme gayreti içine girmesin.
-Aşırı düşünce
biçimlerinin ya da radikal, marjinal hareketlerin bizi yapay, kültürel veya
dini fay hatlarıyla ayırmasına izin vermememiz son derece önemlidir ve
kimse bizim partimizi, bunu da açıkça söylemek durumundayım, din eksenli
bir parti olarak tanımlamaya kalkmasın. Bunu başından itibaren söyledik ve
bunu kendimize hakaret telakki ederiz. Niye bunu söylüyoruz? Çünkü din
eksenli bir parti dinin sömürüsünü getirir. Onun için biz yola çıkarken din
eksenli olmadığımızı, muhafazakar demokrat bir parti olduğumuzu
söylemiştik.
Başbakanın 22
Temmuz 2007 seçimlerinden sonra yaptığı, demokrasiyi, birlik ve
beraberliği, hoşgörü ve çoğulculuğu vurgulayan konuşması da partimizin
farklı görüşlere yönelik kuşatıcı ve kucaklayıcı bakış açısını
yansıtmaktadır. Ekte tamamını sunduğumuz bu konuşmada Başbakan şöyle
seslenmişti: (EK–5)
“Sizlere sözümüz,
hiçbir ayırım yapmadan, Türkiye’yi bir ve bütün olarak kucaklamaktır. Yeni
dönemde Meclis’te temsil edilecek bütün siyasi partilerimizi kutluyorum.
Herkesi bu yeni sayfanın gereklerine göre hareket etmeye davet ediyorum.
Ben şahsım ve partim adına kimseye kırgın değilim. Kaybeden rakiplerimize
de bundan sonrası için başarılar diliyorum. Bölücü teröre karşı verdiğimiz
mücadele de, milletimizin sarsılmaz vatan sevgisinden aldığımız güçle
sürecektir. Uzun soluklu bu mücadelede gereken her adımı, doğru zamanda
atma kararlılığında olduğumuzu buradan bir kez daha ilan etmek istiyorum.
Çeteler başta olmak üzere ulusal güvenliğimizi, vatandaşlarımızın can
emniyetini ve huzurunu hedef alan her türlü tehditle, kararlılıkla
mücadelemizi sürdüreceğiz. Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma hedeflerinin
takipçisi olacağız. Yaşam standartlarının yükselmesi için ekonomik
kalkınmayı ve demokratik reformları azimle sürdüreceğiz.”
4. İddianamede yer verilenlere benzer, hatta daha sert sözler
farklı siyasi liderler tarafından da söylenmiştir
Partimizin
kapatılması için gerekçe gösterilen, dinin toplumdaki yeri, başörtüsü
serbestisi, imam-hatipler gibi konularda yapılan açıklamaların benzeri
hatta çok daha radikal sayılabilecek beyanlar farklı siyasi liderlerce de
defalarca kamuoyuyla paylaşılmıştır. Aşağıda sadece bir kısmına yer
verdiğimiz bu açıklamalara bakıldığında bile, partimiz hakkında düzenlenen
iddianamenin ne kadar tarafgir ve önyargılı bir şekilde kaleme alındığı
görülecektir.
CHP Genel Başkanı
Deniz Baykal’ın beyanları
CHP Genel Başkanı
Deniz Baykal, başörtüsünün dindeki yeri hakkında din bilginlerine atıfla,
TBMM’de partisinin 5 Şubat 2008 tarihli grup toplantısında şunları
söylemiştir : (EK – 6)
“İslamiyet’te bir
‘Himar’ diye bir örtü kavramı geçer, himar, çoğulu humur, bu örtü müdür,
başörtüsü müdür tartışması vardır. Genellikle fıkıhçılar, bunun başörtüsü
olarak anlaşılması gerektiğinde ittifak etmişlerdir, ama bunun bir örtü
olarak anlaşılması gerektiğini söyleyen din bilim adamları da elbette
vardır. Efendim, örtülmesi söz konusu olan ziynetlerden kasıt nedir; süs
eşyaları mıdır, yoksa vücut mudur? Bu tartışma da yapılmıştır. Bunun
çoğunlukla vücut olduğu da tespit edilmiştir.
Ortak bir anlayış
bu konuda ortaya çıkmıştır ve yine bir önemli tartışma, başın örtülmesi ile
ilgili eğer kastedilen himar başörtüsü ise, örtü değil, başörtüsü ise işte
kastedilen başın örtülmesi ise, peki, başın bir tek saçının telinin gözükmesi
de günah mıdır? Bir tek telin, bir tek saç tutamının gözükmesi de
engellenmeli midir, bu konuda yine kendi aralarında bilim adamlarının tarih
boyunca konuşulmuştur. Hiç görünmesin diyenler de vardır, buna karşılık
bazı fıkıhçılar, Hanefi fıkıhçılar, ‘Kulakların altındaki saçların
gözükebileceğini’ söylemişlerdir. Yani hayatın içinde kadınların yüzün
altındaki saçları gösterebileceğini ifade etmişlerdir.
Yine namazda
örtünme tartışması vardır. Namazda örtünmeyle ilgili olarak ibadetin geçerli
olabilmesi için örtünmenin şart olduğu elbette bir temel anlayıştır, ama
mesela namazda örtünme konusunda dahi çok önemli din bilginlerinin, mesela
Ebu Hanefi’nin, Hanefi mezhebinin büyük ismi Ebu Hanefi’nin, namazda dahi
kadının saçının dörtte birinin görünmesinin namazı bozmayacağına dair
değerlendirmeleri vardır.
Kuran’ı Kerim’i
öyle yorumlamıştır, böyle anlamıştır.
Yine aynı şekilde,
Ebu Yusuf’un, Hanefi fıkıhçılardan ‘yarısına kadarının gözükmesinin namazı
bozmayacağına’ ilişkin değerlendirmeleri vardır.
Bütün bunları niye
söylüyorum? Bütün bunları şunun için söylüyorum: Yani İslam teolojisi
içinde, İslam fıkıhı içinde bir tek saç telinin dahi gözükmesi kabul
edilemez anlayışını söyleyenler olduğu gibi, olayı böyle görmeyen çok
saygıdeğer, çok önemli, çok değerli İslam bilginleri de vardır.”
CHP Genel Başkanı
Deniz Baykal’ın dini konulardaki beyanları bununla da sınırlı değildir.
Aşağıdaki örnekler de anamuhalefet liderinin yoğun olarak din, başörtüsü ve
laiklik bağlamında açıklamalar yaptığını göstermektedir : (EK –7)
“Demokrasi ve özgürlük uğruna laiklikten
vazgeçeceğiz derseniz demokrasiyi de tahrip etmiş olursunuz. Türk
toplumunda İslamiyet, laiklik ve
demokrasi bir altın üçgen oluşturmuştur. Bunların tümüne aynı zamanda sahip çıkmak zorundayız.”
(Milliyet, 23.4.2008).
“Kamusal düzene dini tercihin doğal bir biçimde
yansıması sorun yaratmamalıdır… Yani kimse toplumsal yaşam, kamusal yaşam
içinde dini inancını saklamak, gizlemek zorunda değildir.” (31.05.2002
tarihinde, Kanal 7’de yayınlanan “İskele Sancak” Programında yaptığı
konuşmadan)
“Bazıları bu
bölgede yaygın din olan İslamiyet dolayısıyla demokrasinin bu coğrafyaya
uygun olmadığını söylemişlerdir. Biz bu iddiayı şiddetle reddediyoruz. Bir
milyar Müslüman nüfusun inançları nedeniyle suçlanmasını kabul edemeyiz. Bu
insanların ezici çoğunluğunun terörün yaygınlaşmasında hiçbir sorumluluğu
yoktur. Onlar otoriter rejimlerin sorumlusu değil, kurbanlarıdır. Türkiye
örneği bu iddianın geçersizliğinin kanıtıdır. Nüfusun yüzde 99’u Müslüman
olan bir toplumun demokrasi içinde yaşayabileceğini biz kanıtlamış
bulunuyoruz.” (29.10.2003 tarihinde Sosyalist Enternasyonal’in genel kurul
toplantısında yaptığı konuşmadan).
Ayrıca, CHP’nin 26 Nisan 2008 tarihli kurultayı
öncesinde hazırlanan ve reklam panolarında yer alan afişlerde Deniz
Baykal’ın fotoğrafıyla birlikte verilen şu sözler de dikkat çekicidir:
“Çekil aradan. Din bizim. Devlet bizim. Millet bizim.”
Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit’in beyanları
CHP ve DSP eski Genel Başkanı ve eski
Başbakanlardan Bülent Ecevit, 27 Aralık 1981 tarihli “Başörtüsü konusu”
başlıklı mektubunda şunları ifade etmiştir : (EK – 8)
“Başörtüsü
ile uğraşmanın gereksiz olduğuna inanıyorum. Gardırop Atatürkçülüğünün
tipik bir örneği…Zaten ondan da dönüş yapacaklardır. Olsa olsa
Atatürkçülüğün başörtüsü yasaklanarak kanıtlanamayacağı belirtilebilir…
Atatürk’ün her türlü dogmacılıktan uzak bilimci yaklaşımı bırakılıyor; tüm
bunların günahı başörtü yasaklamakla örtülemez.
Kaldı ki, bazılarının farkında olmadığı bir gerçek
var:
Atatürk kadınların kılığına kıyafetine hiç
karışmamıştır. O konuda hiç yasa çıkartmamış, herhangi bir zorlamaya da
gitmemiştir. Özendirme yoluyla ve zamana, gelişmeye bırakarak bu sorunun
çözümünü daha uygun bulmuştur…. Kadınlara her hakkı ve özgürlüğü tanımıştır,
her olanağı sağlamıştır, ama ne giyeceklerine müdahale etmemiştir.” (Can
Dündar ve Rıdvan Akar, “Ecevit’in 12 Eylül’deki Başörtüsü Uyarısı”,
Milliyet, 24.01.2008).
ZAMAN /28 ŞUBAT 1998 “Türban meselesi çözülecek”
MİLLİYET / 9 MART 1998 “İsteyen başını örter”
ZAMAN / 28 MAYIS 2004 “İmam Hatipler Türkiye için
yararlı”
Eski Başbakan Mesut
Yılmaz’ın Beyanları : (EK – 9)
HÜRRİYET / 4 MART 1998
“Türban sorunu çözülmezse yönetmeliği
değiştirebiliriz.”
MİLLİYET / 11 EYLÜL 1998
“Devlet dairelerinde bile hizmetlilere başörtüsü
konusunda esneklik tanınabilir.”
SABAH / 16 ŞUBAT 1997
“Şeriat’a karşı yürünmez ancak saygı duyulur.”
TÜRKİYE / 18 EYLÜL 1998
“Yetki bende olsa türbanı serbest bırakırım.”
MİLLİYET / 20 MART 1997
“Din eğitiminden vazgeçemeyiz”
SABAH /26 MART 1997
“Din eğitiminden vazgeçilemez”
SABAH / 3 NİSAN 1997
“İmam Hatip liselerinin kapatılmasına müsaade
etmeyiz.”
CUMHURİYET / 4 MART 1998
“türban konusunda gerekirse genelgeyi
değiştiririz.”
ZAMAN /26 ŞUBAT 1998
“Devlet din eğitimini sağlamazsa boşluğu başkaları
doldurur.2
CUMHURİYET /27 OCAK 1998
ANAP: Türbana destek verilecek
ZAMAN / 3 MART 1998
“Örtüye karışılmayacak”
MİLLİYET / 3 MART 1998
“İHL öğrencileri başlarını açmaya zorlanmayacak.”
MİLLİYET / 23 EYLÜL 1998
Yılmaz İmam Hatip açacak
ZAMAN /1 EYLÜL 1998
“Türbanlı kayıtta sorun olmayacak”
AKŞAM / 11 TEMMUZ 1998
“Türban çağdışı değil”
ZAMAN /27 Ekim 1998
Başörtüsü hakkı için Mesut Yılmaz Rektörleri
topluyor
ZAMAN /22 Ekim 1998
Yetkim olsa çözerim
TÜRKİYE /18 MART 1998
Yetkim olsa türbanı serbest bırakırım
Eski Başbakan Tansu
Çiller’in beyanları : (EK – 10)
TÜRKİYE / 4 AĞUSTOS 1997
“Bu milletin Kur’anı ve bayrağıyla oynamayın”
MİLLİYET /7 NİSAN 1999
“Ezanın sesiyle uğraştılar. Devletin okullarını
kapattılar. Kur’an kurslarıyla oynadılar. Yetmedi, başörtülü kızlarımızı
üniversite kapılarında coplattılar.”
YENİ YÜZYIL / 23 EKİM 1998
“Bacılarımın başörtüsüyle uğraşmayın”
AKŞAM /01 MAYIS 1998
“Türban doğal hak”
MHP Genel Başkanı
Devlet BAHÇELİ : (EK – 11)
TÜRKİYE / 8 EYLÜL 1998
“Üniversitelerimizdeki başörtüsü dramına son
verilmesini hem insan hakları hem de ülke huzuru açısından büyük önem
taşımaktadır.”
HÜRRİYET / 14 /12/2007
“Üniversitede türban olmalı”
RADİKAL /12 AĞUSTOS 1999
MHP’li Şevket Bülent Yahnici: “İHL’lere uygulanan
haksızlık giderilmeli.”
Eski Başbakan ve
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in beyanları
1991 yılında yayınlanan ve Süleyman Demirel ile
yapılan mülakatları bir araya getiren, “İslam Demokrasi Laiklik” başlıklı
kitapta Demirel şunları söylemiştir : (EK – 12)
“Kişi laik olmaz ki. Devlet olur laik. Kişi ya
inanç sahibi olur, ya da inançsız olur. Kişinin laikliği diye bir kavram
yok.” (s.258).
“Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış
tatbikatlar yapmıştır. Din dendiği zaman irtica anlaşılmıştır. Henüz
Türkiye’de zihinler bu tartışmayı neticeye bağlamamıştır. Bana göre mesele
gayet açıktır. Din ve vicdan hürriyetinin bir rahatsızlık vesilesi
sayılması kadar yanlış bir şey düşünemiyorum. Mütedeyyin insanların, dindar
insanların, toplumun rahat ve huzuru için bir teminat olduğu kanaatindeyim.
Allah’ı bilen, Kur’an’ı bilen, Peygamberi bilen insanlardan bir kötülük
gelmez.” (s.37).
“Esasen demokrasi yoksa laiklik olmayabilir.
Demokrasi yoksa çağdaş toplum da olmayabilir. Binaenaleyh, demokrasi hem
laikliğin, hem çağdaşlığın temel şartıdır. Gerek laikliği savunanlar, gerek
çağdaşlığı savunanlar, demokrasiyi kurban ederek, demokrasiyi başka
planlara atarak düşüncelerini güçlendirme gibi bir zaafa düşmemelidir.”
(s.80).
“İrticanın da, laikliğin de, bunların sınırlarının
da vuzuha kavuşturulması lazımdır. ‘Vardır, yoktur’dan evvel, var olan
nedir, olmayan nedir? ‘Laiklik çiğneniyor.’ Herkesin kendine göre bir
laiklik anlayışı var. Bir kişi tabii olan haklarını kullanıyor veya
fevkalade mantıklı şeyler söylüyor. ‘Laiklik çiğneniyor’ diyorsunuz. Bu
kişiye göre değişiyor. Bunun da vuzuha kavuşması lazım. Bana göre, laiklik
din ve vicdan hürriyetini sınırlamamalı. Din ve vicdan hürriyetini
daraltamazsınız. ‘Laiklik çiğneniyor’ diye yapılan tartışmalar bir yerde
din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına alıyor.” (s.88).
“Efendim, din Müslümanlıkta devletin işine
karışmasın. Devletin nesine karışıyor din? Nasıl karışacak? Örgütü yok ki.
Aksine, devlet dinin işine karışıyor… Diyanet İşlerinin yerini tayin edememiş
bir Türkiye’de devletin elinde Diyanet Teşkilatı bulunan bir Türkiye’de din
mi devletin işine karışıyor, devlet mi dinin işine karışıyor? Laiklik zedeleniyor,
evet, ama devlet dinin işlerine karışarak laikliği zedeliyor.” (s.89).
“Bir demokrasi ülkesinde din ve vicdan hürriyeti,
ibadet hürriyeti, eğitim hürriyeti, ayin hürriyeti kişinin temel hak ve
hürriyetlerindendir. Bana göre laiklik bu hürriyete müdahale etmek için
değil, bu hürriyeti korumak için konulmuştur. İbadet hürriyetine, vicdan
hürriyetine, ayin hürriyetine, eğitim hürriyetine karışılmasın diye
konuşulmuştur.” (s.36).
“İslamın getirdiği ana kaidelerle, hukukun
üstünlüğüne dayanan anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur.”
(s.36).
“Eğer Türkiye iki şeyi halledemezse, Türkiye’de
huzur olmaz. Bunlardan biri; bu memleketin her vatandaşı göğsünü gere gere
‘Ben Müslümanım’ diyemezse, Türkiye’de huzur olmaz. Siz Müslümanları
terakkiyatın, ilerlemenin ve yücelmenin bir manisi sayıyorsanız, gaflet ve
dalalet içindesiniz, en büyük hatayı işliyorsunuz. Benim bu söylediklerimizden
sonra ‘Bu adam dini istismar ediyor’ diye bir demagoji koparacağınızı da
biliyorum. Yalnız ben, bu damagojiyi, bu yaygarayı koparacaksınız diye bunu
söylemekten de vazgeçmeyeceğim “ (s.65).
“1950-60 döneminde dört iddia vardı: Biri, dini
istismar ve irtica iddiası. Mesela Mecliste ‘Müslümanlık’tan bahsettiğiniz
zaman ‘irtica’ ile itham edilirdiniz. Halbuki Müslümanlık Cumhuriyetin
temelinde var… Ve Türkiye Cumhuriyetinde başbakanlık arabasıyla Cuma
namazına giden ilk adam benim.” (s.67).
“İslamiyet hem dünyayı tanzim etmiştir, hem
ahireti.” (s.79).
“Nüfusunun
yüzde 90’ı Müslüman olan bir memlekette dini tedrisat kadar tabii bir şey
olamaz. Ancak, birçok çevreler, Türkiye’de Allah’ın adı ağızlara alınırsa,
irticaya mı kayıverir diye endişe ile düşünmüşlerdir.” (s.107).
“Temelinde ahlak, temelinde manevi değerler
manzumesi mevcut olmayan memleketlerin, temelinde inanç mevcut olmayan
memleketlerin büyük sıkıntılara düştüğünü tarih göstermiştir.” (s.107).
“Türkiye’de
Müslümanlık devlet için bir tehlike değil, Türkiye birliğinin fevkalade
kuvvetli bir harcı ve Türk devletinin ebediyete kadar yaşamasının
vasıtasıdır.” (s.108).
“İnanç hürriyeti bu memleketin insanlarının
hakkıdır. Devletin bir lütfu da değildir, haklarıdır. TC yokken Müslümanlık
vardı. Aslına bakarsanız TC’ni var eden, ayakta tutan da Müslümanlıktır. 21
Nisan 1920’de Atatürk’ün gönderdiği tamim var. TBMM’nin açılmasından iki
gün önce. ‘Buhari-i Şerif’ler okunsun, salavat-ı şerife getirilsin, mevlit
okunsun, Kur’an kıraat edilsin’ diye.” (s.112).
“Başörtüsü meselesinde, sanıyorum ki, çok yanlış
bir tavır var. Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün. Ona niye karışılıyor?
Başörtüsünün laiklikle bir alakası yoktur. Kanunların yasaklamadığı bir
kıyafettir. Yalnız, bugün başlamıyor bunların hepsi. Çok gerilerde. Anadolu
kadınının yüzde sekseninin başı örtülüdür, yazmalıdır, yaşmaklıdır. İşte
benim anam. Yazmayı yaşmağı çıkarabilir miyiz ondan? Lüzum var mı, hacet
var mı? Dini açıdan mütalaa etmiyorum meseleyi. Pekala güzel kıyafettir o.
Zaten bunlar denenmiş. Örtülerin ve diğer kıyafetlerin ortadan kaldırılması
denenmiş. Kaldırılabilmiş mi?” (s.94-95).
“Çeşitli gruplar var. Bunlar, ‘Bizim başımızı
bağlatacak mısınız?’ diye ayağa kalkıyorlar. ‘Biz başımızı bağlamak
istemiyoruz’ diyorlar. Size zorla ‘Başınızı bağlayın’ diyen yok.
Bağlamayana karışılmadığı gibi, bağlayana da karışılmasın.” (s.116-117).
“İmam-hatip
okullarının gayesi sadece din adamı yetiştirmek değildir. Dini bilen Türk
vatandaşları doktor, mühendis, hakim olsa daha iyi değil mi?” (s.189-190).
Adalet Partisi ve Doğruyol Partisi Genel
Başkanlığını da yapmış olan Süleyman Demirel’in dini konulardaki
açıklamaları bu konuşmalarla da sınırlı değildir. Daha yakın tarihli bir
konuşmasında Demirel şunları söylemiştir:
“Türkiye’nin yüzde 99.9’u Müslüman. 1924’te
çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanununda din eğitimi için ayrı bir tedbir
alınacağı taahhüt edildi. O dönemde din eğitimi ailelere bırakılmıştı.
Gençler çok kere babasının cenazesinde Fatiha okumayı bilmeyecek kadar dini
bilgiden yoksun hale geldi. 1949’da din eğitimi meselesi devletin önüne
geldi. İmam hatip okullarının açılması odur. İmam-Hatip’ler imam
yetiştirsin diye açılmadı. İmam hatipler dinini bilen doktorlar, avukatlar,
mühendisler olsun diye açıldı.” (28 Aralık 2005 tarihinde Kanal D’de “Abbas
Güçlü ile Genç Bakış” programında yaptığı konuşmadan).
Bu tür açıklamalar,
sadece yukarıda yer verdiğimiz siyasi liderler tarafından değil, diğer bir
çok politikacı tarafından da sıklıkla yapılmıştır. İddianameye egemen olan
mantığa göre, bu ve benzeri açıklamaları alt alta getirmek suretiyle
sözkonusu politikacıların lideri veya üyesi bulundukları partiler hakkında
da “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olmaktan dolayı kapatma davası açmak
pekala mümkündür. Bu durum bile, bu davada “delil” olarak sunulan sözlerin
her siyasi görüşten kişilerce ifade edilebilecek nitelikte olduğunu ortaya
koymaktadır. Esasen, bu sözlerin tamamı da demokratik bir ülkede toplumsal
sorunlara çözüm bulma bağlamında dile getirilen ve ifade özgürlüğü
kapsamında olan açıklamalardan ibarettir.
5.
Çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmak laikliğe aykırı değildir
İddianamede
partimiz yetkililerinin 15 yaş altındaki çocukların Kur’an eğitimi alması
gerektiğine dair sözleri laikliğe aykırı olarak nitelendirilmektedir.
Öncelikle, bu yöndeki sözler de başörtüsü konusunda olduğu gibi ifade
özgürlüğü kapsamındadır. İkinci olarak, çocukların din eğitimi özgürlüğü,
Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk
Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmıştır.
AİHS’e göre
“Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine
getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi
inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir” (Ek Protokol
1, m.2/2).
Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre de taraf devletler, “çocuğun düşünce,
vicdan ve din özgürlükleri hakkı”na ve “ana-babanın ve gerekiyorsa yasal
vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının
kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevleri”ne saygı
göstermekle yükümlüdürler (m.14). Ayrıca, Türkiye’de çocukların Kuran
eğitimi konusundaki yaş sınırlaması, “28 Şubat süreci” olarak adlandırılan
dönemde getirilmiştir. Bunu kaldırmaya yönelik girişimler eğer laikliğe
aykırı ise, yaş sınırlaması getirilmeden önceki tüm uygulamaların da
laikliğe aykırı olduğunu kabul etmek gerekecektir.
6. Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını
savunmak laikliğe aykırı değildir
İddianamede bazı AK
Parti mensuplarının İmam-Hatip liselerini gündeme getirmeleri ve katsayı
konusunu ele almaları, kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir. Burada
kastedilen katsayı meselesi, sadece İmam-Hatip liselerini değil, tüm meslek
liselerini ilgilendiren bir konudur. Nitekim iddianamede yer verilen
konuşmaların çok büyük bir kısmında bu durum açıkça ifade edilmektedir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı kuralları, Anayasa veya kanunlardan
kaynaklanmamaktadır. 1998 yılına kadar mevcut olmayan bu uygulama YÖK’ün
bir kararına dayanmaktadır. Katsayı eşitsizliğini ortadan kaldırmaya
teşebbüs, şayet Anayasaya aykırı bir eylem ise bu, 1998’den önceki tüm
yönetimlerin aynı suçlamaya muhatap olmaları anlamına gelecektir.
Ülkemizde mesleki
ve teknik eğitim sistemini çökerten katsayı uygulamasını değiştirmeye
çalışmanın laiklikle ilişkilendirilerek bir siyasi partinin kapatılmasına
gerekçe gösterilmesi, hukukla ve eğitimde fırsat eşitliğiyle bağdaşır bir
yaklaşım değildir.
Ayrıca, İmam-Hatip
liseleri meselesi de eğitim politikaları çerçevesinde siyasi iktidarların
görev alanına girmektedir. İddianamede de belirtildiği gibi, “laiklik
dinsizlik değildir”. Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ulusumuzun
din hakkında hurafelerden arındırılmış bilgilere sahip olması yönünde
hassasiyeti ve çalışmaları olduğu bilinmektedir. Modern din öğretimi,
bulunduğumuz coğrafyanın hassasiyeti sebebiyle, hem toplum yaşamını zarara
uğratabilecek birtakım din istismarcısı fikirlerin yaygınlaşmasını önlemek,
hem de ulusal bütünlüğümüzü korumamız açısından gereklidir. Din hakkında
sağlıklı bilgilerle donanmak isteyenlere bu yolun açık olması, dini
istismar ederek modern toplum hayatına ve kamu düzenine karşı fikirler ve
tutumlar üretenlerin ellerindeki araçların alınması anlamına gelmektedir.
Farklı siyasi görüşlere mensup çok sayıda eğitimci, akademisyen ve
politikacı katsayı uygulamasının yanlış olduğunu baştan beri dile
getirmektedir. Nitekim, sadece TBMM tutanakları incelendiğinde bile, farklı
partilerden milletvekillerinin bu meseleye temas ettikleri görülebilir.
Günümüz dünyasında
din öğretimi ile “fırsat eşitliği” temelinde meslek edinme arzusu arasında
bir çelişki olmaması gerekir. Devletin dini bilgileri öğrenmek isteyenlere
bu yolu kapatması, vatandaşlarını radikal ve marjinal fikirlere terketmesi
anlamına gelir. Nitekim çağdaş dünyanın en önemli örgütlenmesi durumundaki
Avrupa Birliği’nde de din öğretimi hakkında kapsamlı bir mevzuat
bulunmaktadır. Öte yandan dini bilgileri daha detaylı öğrenmek isteyen vatandaşlarımızın
herkes gibi meslek edinirken ve üniversite eğitimi alırken, fırsat
eşitliğinden yoksun bırakılmamaları gerekir. Bazı AK Parti mensupları
tarafından dile getirilen “katsayı eleştirisi” tamamen bu çerçeveyle
ilgilidir. Bu eleştirilerden “laiklik karşıtı odak” olmakla ilgili sonuca
varmak, son derece yanlıştır. Nitekim İmam-Hatip liselerinin müfredatı da
devlet tarafından ve laiklik ilkesine tam uyum içinde belirlenmektedir.
İmam-Hatip liselerine Anayasamızın öngördüğü “fırsat eşitliği” temelinde
üniversite kapısının diğerleriyle eşit koşullarda açılmasını istemenin
“laiklik karşıtı odak” başlığı altına yerleştirilmesi, anlaşılması güç bir
tutumdur.
7. Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması girişimi
laikliğe aykırı değildir
İddianamede, “Fakir
ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili
yönetmelik hakkında Danıştay’ca yürütmenin durdurulması kararı verildiği,
bunun akabinde aynı konuda çıkartılan 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı
Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu okullara alınacak öğrenci yapısı ve
öğretmenler gözetilerek, devlet niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı
gerekçesiyle veto edildiği” belirtilerek, Hükümetin bu girişiminin laikliğe
aykırı olduğu ileri sürülmüştür. (s.107)
Öncelikle belirtmemiz
gerekir ki, bizim anayasal sistemimizde “veto” kavramı yoktur.
Cumhurbaşkanının kanunları Meclise iade etmesine “veto” değil, “geri
gönderme” adı verilir. Gazete haberlerinde bu yanlışlığın yapılması
anlaşılabilir: Ancak iktidar partisinin kapatılması talebiyle hazırlanan
bir iddianamede hukuki kavramların daha özenli kullanılması beklenir.
Diğer yandan,
Hükümetin fakir öğrencilerin devletçe özel okullarda okutulması girişiminin
laiklikle hiçbir ilgisi bulunmayıp, sosyal devlet ilkesinin bir gereği olduğu
belirtilmelidir. Benzer bir düzenleme TBMM tarafından daha önceki
hükümetler döneminde yapılmış ve kanun Anayasa Mahkemesine götürülmüştür.
Anayasa Mahkemesi bu davada, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa
eklenen ve özel öğretim kurumlarına, öğrenci kapasitelerinin % 2’sinden
aşağıya düşmemek üzere, % 10 oranına kadar ücretsiz öğrenci okutma
yükümlülüğü getiren kanun hükmünün Anayasaya aykırı olmadığına karar
vermiştir. Mahkeme kararında şu hususları vurgulamıştır:
“Anayasa’nın 2.
maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal
hukuk Devleti güçsüzleri koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve
böylece toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Çünkü, gerçek hukuk
devleti ancak toplumsal devlet anlayışı içinde ise bir anlam kazanır. Hukuk
devletinin amaç edindiği kişiliğin korunması, sosyal güvenliğin ve sosyal
adaletin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir… Maddî imkânlardan yoksun,
başarılı öğrencilere, özel okullarda belli oranda yer ayırma zorunluluğu,
nitelikli insan yetiştirme ödevi yanında, Anayasa’nın 5. maddesinin Devlete
yüklediği ‘... insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli
şartlan hazırlama...’ ödevinin de yasal sonucudur ve demokratik toplum
düzenini sosyal yönüyle şekillendiren bir anlayışın gereğidir. Onun için,
Devletin bu tutumunu haklara engeller koyan Devlet değil, sosyal devlet
ilkesini gerçekleştiren devlet olarak nitelemek gerekir” (E 1990/4, K
1990/6, K.T. 12.4.1990).
Anayasa Mahkemesi
kararının gerekçesinden anlaşılacağı üzere, maddi imkanlardan yoksun,
başarılı öğrencilerin özel okullarda okutulması laikliğe aykırı olmak bir
yana, sosyal devlet ilkesinin bir gereğidir. Dolayısıyla Hükümetimizin bu
girişimini laikliğe aykırı bir eylem olarak vasıflandırmak izahı kabil
olmayan art niyetli bir yaklaşımdır.
8. Yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy ve sözler delil olarak
kullanılamaz
Yasama sorumsuzluğu
kapsamında bulunan beyanları nedeniyle milletvekillerinin Anayasanın açık hükmü
ile mutlak olarak sorumsuz kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş
yıllık parti yasağı ve milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların
uygulanmasının istenmesi Anayasa 83 üncü maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Yasama
sorumsuzluğu, milletvekillerinin yasama faaliyetlerini yürütürken
açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan dolayı sorumlu
tutulamamalarını ifade eder. Anayasanın yasama sorumsuzluğuna ilişkin
hükmüne göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis
çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden,
o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar
alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu
tutulamazlar”. (m.83/1).
Meclis çalışmaları
kavramı, Meclis Genel Kurulu toplantılarını, komisyon toplantılarını,
siyasi partilerin grup toplantılarını ve meclis araştırması ve meclis soruşturması
komisyonlarının Meclis dışındaki çalışmalarını da kapsar. Konusu ve
muhtevası ne olursa olsun oy, söz ve düşünce açıklaması yasama sorumsuzluğu
kapsamında kabul edilmektedir. Yasama sorumsuzluğu mutlak ve sürekli
olduğundan, milletvekillerinin hem milletvekilliği süresince hem de milletvekilliği
sona erdikten sonra oy ve sözlerinden dolayı herhangi bir yaptırıma tâbi
tutulmaları mümkün değildir.
Yasama
sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki oy, söz
ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulmasıdır.
Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir şekilde
hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade
etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri
kendileri ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma
maruz kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine “özgür iradeleri”
ile katılabileceklerdir.
Milletvekillerinin,
yapmış oldukları konuşmalar ve açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı
partilerinin kapatılabileceğini, milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş
yıl siyasi parti yasağına maruz kalabilecekleri endişesini taşımaları
durumunda, yasama faaliyetlerine özgür iradeleriyle katılabileceklerini
düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama faaliyetlerinin layıkıyla
yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade ile eğer partili milletvekillerinin
konuşmaları, partilerinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanıldığı
takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir anlamı kalmayacaktır.
Ayrıca parti
kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun dikkate alınmaması, partili
milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız milletvekilleriyle
karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu doğuracaktır. Bu
durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olarak
nitelendirilen siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına
gelecektir.
Bu nedenle
Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık siyasi parti yasağı, 84 üncü
maddesindeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83 üncü maddesindeki
sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu bir yoruma tabi
tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da, 83 üncü madde
hükmünün daha “özel” bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün tutulması
gerekir.
Kaldı ki,
iddianamede partimiz milletvekillerine atfen yer verilen beyanların tamamı
yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek şekilde ifade özgürlüğü
kapsamındadır.
9. Siyasi parti kurulmadan önce söylenen sözler partiyi bağlamaz
AK Parti’nin
kurulmasından önceki dönemlere ait açıklamalara da iddianamede yer
verilmesi bir diğer hukuk garabetidir. Bu açıklamaların laikliğe aykırı
olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına konu edilen partiyi
bağladığı da ileri sürülemez.
Bir siyasi partiye
isnat edilebilecek söz ve eylemlerin, zorunlu olarak bu siyasi partinin
kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması gerekmektedir. Oysa
iddianamede aksi bir durum hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın kabul ettirilmeye
çalışılmakta ve aynen şu ifadeye yer verilmektedir: “Kapatma davasına konu
edilen eylemlerin işlendiği tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır.
Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse de, bu eylemlere, ‘odaklığın’
ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması olasıdır” (s.22). Siyasi
partinin kurulmadan önceki bir dönemde kişilerin söylediği sözlerinden
dolayı o partiyi sorumlu tutan bir yaklaşım, hukuk devletinin ihlali
anlamına gelmektedir.
Bir partinin
kurulmasından yıllar önce yapılmış açıklamaların bu partiye isnat edilmesi
ve partinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanılmak istenmesi “sorumluluk
hukuku”na ve hukuk devletinin unsurlarından olan “hukuki güvenlik” ilkesine
açıkça aykırıdır. İddianamede (s.31-33), özellikle Başbakanın AK Partinin
kurulmasından yıllar önce söylediği ileri sürülen bazı sözleri ön plana
çıkarılarak, Anayasa Mahkemesi üyelerinde psikolojik bir etki meydana
getirilmek istenmektedir. Bu sözlerin, söylenip söylenmediği bir yana,
yıllar sonra kurulan bir partiyi bağlamayacağı açıktır ve kapatma gerekçesi
olarak kullanılması sorumluluk hukuku prensiplerine kesin olarak aykırıdır.
İddianamedeki bu
yaklaşım, siyaset kurumunun ve siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten
mezara kadar süren bir sorumlu tutma zihniyetini yansıtmaktadır. Hukukta
“süre” denen bir kavramı tanımayan bu yaklaşımın hukukun genel ilkelerine
aykırı olduğu açıktır.
Kaldı ki, siyasi
parti kurulmadan önce yapılan konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında
olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu durum yargısal süreç sonucunda teyit
edilmiştir. Örneğin AK Parti milletvekili Ömer Dinçer’in, partimizin
kurulmasından yıllar önce, 1995 yılında, bir bilimsel sempozyumda sunduğu
bildiriden dolayı yapılan ceza soruşturmasında Erzurum Devlet Güvenlik
Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı vermiştir. 7.6.2004
tarihli bu kararda söz konusu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu
şu şekilde vurgulanmıştır:
“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ‘ifade
özgürlüğü’ başlığını taşıyan 10. maddesinde herkesin görüşlerini açıklama
ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat
özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu
olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği
belirtilmiş, sözleşmenin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararlarında da açıkça şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her
türlü düşüncenin ifade özgürlüğü kapsamında kabul edildiği vurgulanmıştır.
Suç ihbarı
dilekçesine ekli ‘Bilgi ve Hikmet’ isimli derginin Güz/1995 tarihli 12.
sayısında neşredilen konuşma metninin kül olarak değerlendirilmesi
neticesinde belirtilen konuşmanın şiddete çağrı ve suç işlemeye tahrik
içermemesi, ifade özgürlüğü kapsamında kalması nedeniyle, TCK’nun 146/2,
311, 312/1–2 maddelerinde düzenlenen suçların unsurlarının oluşmadığı
anlaşılmakla;
Müsnet fiillerle
ilgili olarak sanık hakkında TAKİBAT YAPILMASINA MAHAL OLMADIĞINA… karar
verildi.” (E.2004/128, K.2004/23, K.T. 07. 06. 2004)” (EK – 13)
Benzer şekilde,
iddianamede Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, “Türkiye’de Değişim,
Demokrasi ve Aydınlar” adlı kitabındaki düşünceleri de “delil” olarak
sunulmaktadır (s.73). Oysa bu kitabın içinde yer alan ve davada delil olarak
gösterilen makale, ilk olarak partimizin kurulmasından yıllar önce, 1994
yılında bir dergide yayınlanmıştır. Yayınlandığı tarihten itibaren hiçbir
yargısal takibata konu olmayan ve zaten ifade özgürlüğü kapsamında
bulunması nedeniyle Anayasaya da aykırılık taşımayan görüşler, Cumhuriyet
gazetesinin 2.10.2003 tarihli nüshasında haber yapıldıktan sonra
iddianameye dâhil edilmiştir.
10. Siyasi parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin söylem ve
eylemlerinin partiye isnat edilmesi mümkün değildir
İddianame kamu
görevlilerinin fiillerinden dolayı da partimizi sorumlu göstermektedir.
Buna göre, “devlet kadrolarında yer alan anılan görevlilerin (Müsteşar,
Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali, kaymakam, baştabip, belediye
başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına ve
bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve biçimlenmesi nedeniyle siyasi
partiye isnat edilmesi gerekmektedir.” (s.155).
Parti üyesi olmayan
kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerinden dolayı da, iktidarda olsalar
bile, parti ya da partililer sorumlu tutulamaz. Aksi düşünce Anayasamızda
da ifadesini bulan (m.38) “cezaların şahsiliği ilkesi” ile bağdaşmaz. Kamu
görevlileri, işledikleri bir suç varsa, bunlardan dolayı şahsi olarak cezai
ya da disiplin soruşturmasına maruz kalırlar. Kaldı ki, iddianamede yer
verilen kamu görevlilerinin beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı
sayılabilecek bir husus bulunmamaktadır. Keza kamu görevlilerinin yapacağı
hukuka aykırı işlemlerin de idari yargı aracılığıyla denetlenmesi mümkündür.
İddianamede,
örneğin, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanının üniversitelerde kılık
kıyafet özgürlüğü hakkındaki açıklamaları ve bu konuda Anayasa hükümlerine
göre işlem yapılması yönünde üniversite rektörlerine gönderdiği yazı,
“kanun dışı eylem” olarak nitelendirilmiş (s.124) ve partimizin “Anayasaya
aykırı eylemleri arasında” sayılmıştır. Halbuki, YÖK Başkanı 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu’nun 6 ncı maddesine göre Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan
atanmaktadır. Her şeyden önce, YÖK Başkanının anılan faaliyetlerinde hukuka
aykırılık bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunsa da, bundan dolayı AK Parti
Hükümeti sorumlu tutulamaz. Aksi halde, AK Parti Hükümetleri döneminde
görev yapan bütün YÖK başkanlarının faaliyetlerinden de Hükümeti sorumlu
tutmak gerekirdi.
Öte yandan, vali ve
kaymakamlar gibi kamu görevlilerinin icraatlarından dolayı iktidar
partisinin sorumlu tutulabileceğine dair görüş, parti-devlet özdeşliğinin
geçerli olduğu tek parti döneminin anlayışını yansıtmaktadır. Bilindiği
gibi, 1935’ten sonra Türkiye’yi yöneten siyasi partinin Genel Sekreteri
İçişleri Bakanlığı, il başkanları valilik, ilçe başkanları da kaymakamlık
görevlerini yerine getirmekteydiler. Bu durum artık geride kalmıştır.
Günümüzde parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan veya işlemlerinden
dolayı siyasi partiler, iktidarda olsalar bile, sorumlu tutulamazlar. Bu
görevlilerin atanmasına dair işlemler ve atamadan sonra da görevlilerin
fiilleri yargı denetimine açıktır. Dolayısıyla, Hükümetin atamalarında ve
bu görevlilerin işlemlerinde hukuka aykırı bir durum varsa, bunun yargısal
denetimi zaten yapılabilmektedir. Kaldı ki, kamu görevlilerinin iddianamede
yer verilen beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı sayılabilecek bir
eylem bulunmamaktadır.
Bir an için bir
hükümetin kamu görevlilerinin eylem ve işlemlerinden dolayı “siyasi” olarak
sorumlu olabileceği düşünülse bile, hükümetlerin siyasi sorumluluğu ile
partilerin hukuki sorumluluğunu birbirine karıştırmamak gerekir.
Hükümetlerin siyasi sorumluluğu ancak TBMM içinde işletilebilen “gensoru”
gibi denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesiyle mümkün olur. Seçimler
de hükümetlerin halka hesap verdikleri bir diğer siyasi yöntemdir. Halbuki,
partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hukuki bir süreçtir ve
kapatma yaptırımı da hukuki bir sonuçtur. Dolayısıyla, hükümetlerin siyasi
sorumluluğu kapsamındaki konuların siyasi partilerin hukuki denetimi
sürecine dâhil edilemeyeceği açıktır.
11. Tarafsız Cumhurbaşkanı siyasi parti davasına dâhil edilemez
Türkiye’nin de
aralarında bulunduğu parlamenter sistemlerde, devlet başkanının siyasi
sorumluluğu yoktur. Siyasi sorumluluğu olmadığı için de Cumhurbaşkanının
Türkiye Büyük Millet Meclisi veya başka bir organ tarafından görevinden
uzaklaştırılması mümkün değildir.
Anayasamızın bir
bütün olarak anlamı, sistemin üzerine oturduğu ilkeler ve sorumsuzluk
kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde bulunan bir Cumhurbaşkanı
için yaptırım istenmesini hukuki bir temele bağlamanın imkanı yoktur.
Anayasamıza göre “Cumhurbaşkanı
Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini
temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve
uyumlu çalışmasını gözetir.” (m.104/1). Cumhurbaşkanı, ancak vatana
ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte
birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği
kararla suçlandırılır (m.105/3). “Suçlandırma” kavramı, yalnızca ceza
hukuku anlamındaki suçu değil, aynı zamanda tüm kamusal yaptırımları
içerir.
Parti kapatmada da
tarafsız Cumhurbaşkanının sorumluluğundan söz edilemez. Anayasaya göre,
“Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi üyeliği sona erer.” (m.101/4) Bu çerçevede Abdullah Gül, 28.8.2007
tarihinde TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiş ve parti ile ilişiği
kesilmiştir. Bu tarihten sonra açılan bir kapatma davasında
Cumhurbaşkanının eskiden üyesi olduğu partinin kapatılması sürecine dâhil
edilmesi ve hakkında beş yıllık parti yasağı talep edilmesi Anayasaya
açıkça aykırıdır.
Kaldı ki,
iddianamede Abdullah Gül’e atfedilen eylem ve beyanların laiklikle de
hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Öncelikle
iddianamede “Fetullah Gülen isimli cemaat liderinin yurt dışında kurduğu
okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve ilişki
kurulması(nın), Abdullah Gül’ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığının
bir genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenildiği” ve bir başka genelge
ile “Almanya ile imzalanan Güvenlik İşbirliği Anlaşması’nda Avrupa Milli
Görüş Teşkilatı’ndan ‘köktenci terör örgütü’ olarak söz edilmesine rağmen,
bu teşkilat mensuplarının yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve
milli konularda dış temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere
katkıda bulundukları belirtilerek bu örgütle temas ve işbirliği
kurulmasının istenildiği” iddia edilmektedir. (s.65- 66).
Hemen belirtilmelidir ki, sözü edilen genelgelerle,
adı geçen cemaat veya teşkilât ile temas ve ilişki kurulması yönünde bir
talimat verilmemiştir. İddianamenin ekinde sunulan genelge fotokopilerinin
incelenmesi hâlinde görüleceği gibi, bahsi geçen dernek, vakıf ve okulların
faaliyetleri ve tutumlarına bağlı olarak ve yerel koşullar çerçevesinde
temas ve işbirliğinde bulunma konusunun misyon şeflerimizin takdir yetkisi
içinde bulunduğu hatırlatılmaktadır.
Esasen, dış temsilciliklerimiz, bu konuda çok uzun
süreli uygulamaları ile oluşmuş teamüllere uygun şekilde davranmaktadır.
İddianame ekinde (EK-72) sunulan deliller arasında yer verilen Sabah
Gazetesinin 20/4/2003 tarihli nüshasında yer alan haberde Dışişleri
Bakanlığı yetkililerinin, “geçmişte yurtdışında Türkiye aleyhinde
kampanyalar olduğunda büyükelçilere oradaki Türk vakıfları ve Türk
toplulukları ile irtibat halinde olmaları yönünde genelgeler gönderildiğini,
ancak bu genelgelerde herhangi bir vakıf adının geçmediğini” belirttikleri
ifade edilmektedir. Aleyhte bir delil olarak sunulan bu gazete haberi bile
sözkonusu genelgelerin ilk olmadığını ve bu uygulamalar konusunda bir
teamül bulunduğunu ortaya koymaktadır. (EK – 14)
Bu genelgelerde bazı dernek, vakıf ve kuruluşların
adlarının geçmesi, dış temsilciliklerimizin somut sorularla görüş
istemesinden kaynaklanan hukukî zorunluluğun bir sonucudur.
Yurtdışında Türkiye aleyhtarı faaliyetlerin
güçlendiği 1980’li yılların başından itibaren Ülkemizi hedef alan
kampanyalara karşı Hükümetlerimizin talimatları üzerine Büyükelçiliklerimiz
tarafından organize edilen miting, yürüyüş, imza ve mektup kampanyası gibi
karşı etkinliklere yurtdışında yaşayan her eğilimdeki vatandaş dernek,
vakıf ve kuruluşlarının davet edildiği ve onların da bu davetlere icabet
ettiği Dışişleri Bakanlığı ve Büyükelçiliklerimizin arşiv ve dosyalarından
kolaylıkla görülebilir. Gerçekten de, Ermeni iddiaları ve terörizm konusu
başta olmak üzere millî menfaatlerimizle ilgili konularda Büyükelçilerimiz
bu kuruluşlarla irtibat halinde etkinliklerde bulunmakta ve işbirliği
yapmaktadır.
Yurtdışındaki Türk vatandaşlarının hak ve
menfaatlerini korumak ve geliştirmek, sorunlarıyla ilgilenmek ve bu
amaçlarla vatandaşlarla temas kurmak, Dışişleri Bakanlığının aslî görevleri
arasındadır. Bu görev, Dışişleri Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında
Kanunda açıkça belirtildiği gibi, diplomasinin temel kaynaklarından kabul
edilen 1961 tarihli Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi ve 1963 tarihli
Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesinde de yurtdışındaki
vatandaşların çıkarlarını korumak her diplomatik misyonun aslî görevleri
arasında zikredilmektedir.
Sözü edilen her iki genelge de bazı dış temsilciliklerimizin
bu konuda düştüğü tereddütleri Dışişleri Bakanlığına ileterek yapılacak
uygulamalar konusunda talimat istemeleri üzerine hazırlanmış; ancak mezkûr
genelgelerde, iddianamede ileri sürülenin aksine, dış temsilciliklerimize
bu dernek, vakıf ve okullarla temas ve ilişki kurulması talimatı verilmemiş
ve misyon şeflerince herbir kuruluş için ayrı ayrı değerlendirme yapılarak
takdir yetkisinin kullanılması yönündeki teamül hatırlatılmıştır.
Ayrıca, anılan genelgeler hazırlanırken, diğer
hususlar yanında, “vatandaşlarımızın aşırılıklara yönelmeleri ve yabancı
ülkeler tarafından kullanılmaları ihtimalinin önüne geçilmesi” gibi millî
menfaatlerimiz bakımından önem taşıyan bir amaç izlenmiş ve bu husus açıkça
zikredilmiştir. Dolayısıyla, iddianamede belirtildiği şekilde bir temas ve
işbirliği talimatı verilmediği gibi millî menfaatlerimiz doğrultusunda dış
temsilciliklerimizce zaten izlenmekte olan teamüller hatırlatılmıştır.
Diğer yandan, bu konularda dış temsilciliklerimize
gönderilen genelgeler bu iki genelge ile sınırlı değildir. Anılan
genelgelerin bazı gazetelerde yayınlanması ve birtakım yanlış yorum ve
değerlendirmelere konu edilmesi üzerine, dış temsilciliklerimize yurtdışı
faaliyetler konusunda 18.6.2003 tarihinde 6037 sayılı bir genelge daha
gönderilerek, sözü edilen kuruluşlarla temas ve işbirliği konusunda
Dışişleri Bakanlığının teamülleri ve dış temsilcilerimizin bu konudaki
takdir yetkileri teyiden hatırlatılmıştır.
Bu genelgede de, yurtdışında kanunlara aykırı ve
Devletimizin aleyhine faaliyet gösterenlerin bu temas ve işbirliği
yaklaşımından faydalanamayacakları vurgulanmıştır. Konuyla doğrudan ilgili
olmasına rağmen İddianamede hiç bahsi geçmeyen bu genelgenin Anayasa
Mahkemesince Dışişleri Bakanlığından istenmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz bu genelgede de daha önceki iki genelgede
olduğu gibi, temel maksat, vatandaşlarımızın aşırılıklara yönelmeleri ve
yabancı ülkeler tarafından kullanılmaları ihtimalinin önüne geçilmesidir.
Kaldı ki söz konusu kuruluşlarla dış
temsilciliklerimizin temas ve işbirliğine girmesinin bu genelgeler üzerine
başladığı da ileri sürülemez. Örnek olarak ekte sunulan dokümanlardan da (EK – 15) anlaşılacağı gibi, uzun yıllardır
Cumhurbaşkanlarımız (Turgut Özal ve Süleyman Demirel), TBMM Başkanlarımız
(Mustafa Kalemli ve Hüsamettin Cindoruk), Başbakanlarımız (Turgut Özal,
Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit), Dışişleri
Bakanları dahil Bakanlarımız (Şerif Ercan, Ahat Andican, Cumhur Ersümer,
Necdet Menzir, Refaiddin Şahin, İstemihan Talay, Enis Öksüz vd.), Yargıtay
Başkanımız Müfit Utku, Milletvekillerimiz (Murat Sökmenoğlu, Hasan
Korkmazcan, Hayri Kozakçıoğlu, Yıldırım Akbulut, Nevzat Ercan, Masum
Türker, Haydar Yılmaz, Lütfullah Kayalar, Onur Öymen vd.) ile diğer devlet
adamlarımız (Alpaslan Türkeş, Em. Tümgeneral Prof.Dr. Ömer Şarlak, eski
Hv.K.K. Org. Halis Burhan vd.) yurt dışı gezilerinde Büyükelçilerimizin de
refakati ile anılan okulları ziyaret etmiş, destekleyici icraatlarda
bulunmuş, açıklamalar yapmış ve takdirlerini bildirmişlerdir. Örneğin, İddianamenin
ekinde aleyhte delil olarak sunulan Cumhuriyet Gazetesinin 17 Eylül 2003
tarihli nüshasının 5. sayfasında, anılan genelgeye ilişkin değerlendirmeler
yapılırken haberin son paragrafında, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te
bulunan aynı nitelikteki okullardan biri olan Özel Demirel Kolejinin
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 1997 yılında ziyaret edildiği
belirtilmektedir.
İddianamedeki, “Almanya ile imzalanan Güvenlik
İşbirliği Anlaşması’nda Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’ndan ‘köktendinci
terör örgütü’ olarak söz edildiği” iddiası da gerçeğe aykırıdır.
İddianamenin ekinde delil olarak sunulan Anlaşma suretinden de anlaşılacağı
gibi, sözü edilen Anlaşmanın adı “Güvenlik İşbirliği Anlaşması” değil,
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti
Arasında Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar Olmak Üzere Büyük Önemi Haiz
Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması”dır. İddianamede, söz konusu
Anlaşmanın adının bile yanlış yazılması gerekli titizliğin gösterilmediğini
ortaya koymaktadır. İddianamede ileri sürülenin aksine bu Anlaşmanın hiçbir
hükmünde hiçbir dernek, vakıf veya kuruluştan terör örgütü veya köktenci ya
da köktendinci örgüt olarak söz edilmemektedir.
Dolayısıyla, İddianamenin, 3846 sayılı genelgede
belirtilen dernek ve vakıfların “köktenci terör örgütü” olduğunu ileri
süren ve Anayasa Mahkemesini yanıltmaya çalışan bu bölümü de tamamen
asılsız ve dayanaksızdır. İddianamede adı yanlış aktarılan söz konusu
Anlaşmanın hiçbir yerinde Avrupa Millî Görüş Teşkilatından “köktenci terör
örgütü” olarak söz edilmediği gibi, iddianamenin ekindeki yazılarından da
anlaşılacağı üzere, Anlaşmanın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair
kanunun gerekçesinde de böyle bir ibare bulunmamaktadır. (EK – 16)
Diğer taraftan, günümüzde uluslararası kuruluşlar
terörle mücadele konusunda tedbirler alırken terör örgütlerinin listelerini
yayınlamaktadır. İddianamenin ekindeki gazete kupürlerinde ileri sürülenin
aksine, söz konusu genelgelere konu dernek, vakıf ve kuruluşların adları
terör örgütlerini gösteren bu tür listelerde yer almadığı gibi, Federal
Almanya Cumhuriyetinin de bu yönde bir iddiası bulunmamaktadır. Avrupa
Birliğinin terörizmle mücadele amacıyla haklarında özel sınırlayıcı
tedbirler uygulanmasını kararlaştırdığı kişi ve örgütlerle ilgili listelerde
de bu dernek, vakıf ve kuruluşlar yer almamaktadır. (EK – 17)
Özetle, sözü edilen genelgeler ve buna ilişkin
diğer resmî belgelerin dosyada mevcut bulunmasına ve genelgelerin
muhtevalarının çok açık olmasına rağmen, gerçek dışı ithamlara dayalı yorum
ve değerlendirmeleri içeren gazete haberlerinin delil olarak sunulması
kabul edilemez.
İddianamede yer
verilen Cumhurbaşkanı’nın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yaptığı
konuşmaların, laikliğe aykırı olmak bir yana, tamamen özgürlükçü ve
demokratik bir toplumun tesisini sağlamaya yönelik olduğu da açıktır.
Bu bağlamda
iddianamede yer verilen şu kısım özellikle dikkat çekicidir:
“Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül’ün, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün 55.
yıldönümü nedeniyle özel gündemle toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu toplantısında, hedeflerinin ifade ve inanç özgürlüğünün işkence
ile terörden arındırılması olduğunu, bununla ilgili yasal düzenlemelerin
hepsinin, kararlı şekilde gerçekleştirileceğini belirterek; “ifade ve inanç
özgürlüğünde kararlıyız; herkes inandığını yaşayabilmeli..Herkes güven
içinde, korkudan, endişeden uzak olmalıdır. Düşündüğünü inandığını
rahatlıkla ifade etm |